Selahattin Demirtaş’ı iki kez gördüm.
İlki 2016’nın bir Haziran günü, çatışmaların ardından, sokağa çıkma yasağının kısmen kaldırıldığı, enkaza dönmüş Yüksekova’daydı.
İkincisi de, anne ve babasının gözlerinde…
Demirtaşlar’ın evindeki aile buluşmasında bariz bir burukluk var. ‘’Herkes bir yerlerde!’’ diye isyan ediyor, anne Sadiye Demirtaş, yedi çocuk doğurup çoğunun yanında olmadığına içerlemiş gibi…
Diyarbakır’ın erken gelmiş kavurucu sıcağında, huzurlu bir gölgeye sığınmış ev, anıyla dolu. 1970-80’lerden çocukluk fotoğrafları, Selahattin Demirtaş’ın, Diyarbakır usulü halıya dokunmuş bir portresi, kavuşamayan iki kardeşin foto montajla yan yana yerleştirilmiş fotoğrafları, torunların fotoğrafları, resim hocası Bahar Demirtaş’ın enstalasyonu, mutfaktan gelen demlenmiş çay kokusu… Demirtaşlar’ın iki kızı, Çocuk Gelişimi Eğitimcisi Aynur Demirtaş ve Selahattin Demirtaş’ın davalarıyla bizzat ilgilenen Avukat Aygül Demirtaş da o gün anne ve babalarının yanında.
‘’Fakirdik ama çocuklarımızı fakir yaşatmadık.’’ diyor anne Sadiye Demirtaş, ‘’Biz sıkıntı çeksek de çocuklarımıza çektirmezdik. Dikiş dikerdim, elişi yapardım. Babası çalışırdı. Hiçbir zaman okula harçlıksız göndermedik. Dokuz kişi bir yer sofrasında, yemeğimiz ne olursa olsun, çok mutluyduk.’’ Anne Demirtaş, o anları artık yaşayamadıklarını bugün kendine de itiraf ediyor.
2007 yılının Temmuz ayı, Türkiye’de genel seçimler için sandığa gitmeye bir hafta kalmıştır. Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili adayıdır. Kent büyük bir mitinge hazırlanırken, Demirtaş’ın yedi aylık hamile eşi Başak Demirtaş, erken doğum riski ve hastanenin yetersizliği nedeniyle Ankara'ya kaldırılır. Eşini hastaneye yerleştiren Demirtaş, ertesi gün Diyarbakır’a dönerek seçim çalışmalarına devam eder. Ve seçim günü, 22 Temmuz 2007… Selahattin Demirtaş, ikinci kızının müjdesiyle birlikte siyasete ve milletvekilliğine ilk adımını atar. Kızlarına koydukları Kürtçe isim ise manidardır; Dılda, yani ‘’yürekten gelen’’…
Sadiye Demirtaş, bu anıya kişisel bir detayla eşlik ediyor: ‘’Millet beni ‘gözün aydın!’ diye arıyor, ben de diyorum ki, ‘çok şükür gelin kurtuldu!’ Onlar da ‘ne gelini, oğlun seçimi kazanmış!’ diyorlar… Oğlum kazanmışsa da, benim aklım gelin ile bebekte’’… Ve en büyük isyanı sırada:
“Siyaseti sevmiyorum. Keşke çocuklarım siyasete girmeseydi. Şimdi oğlum çıksa bırakmayacağım tekrar siyaset yapsın. Kesinlikle bırakmayacağım! Erdoğan Bey korkmasın, oğlumu bıraksın, ona siyaset yaptırmayacağım. Dinlesin beni! Ben bunu cezaevi kamerasına da söylemişim. Selahattin çıkacak ve burada yanımda oturacak!’’
Baba Tahir Demirtaş ise her defasında yaptığı gibi önce eşini saygıyla dinliyor, sonra da kısa ve öz fikrini soğukkanlılıkla söylüyor: “Bana kalsa sonuna kadar devam etmeli! Babası olarak hissim, Allah’ın izniyle Selahattin ileride Cumhurbaşkanı olacak!’’
Anne Sadiye Demirtaş pes etmiyor: ‘’Cumhurbaşkanı olmasına ben izin vermem! Bize lazım değil, her şey onların olsun!’’
4 Kasım 2016’dan beri Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yazdığı ikinci ve son kitabı Devran, şu ithafla açılıyor:
“Şu ana kadar hayatlarının on yedi yılını hapishane, mahkeme kapılarında çocuklarının peşinde geçiren iki koca yürekli emekçiye, Anama ve Babama minnetle…’’
‘’Sonuna kadar okuyamadım. Odun çalıyor fakirlere veriyor, bebek soğuktan ölüyor, dayısı dövüyor…’’ derken, Sadiye Demirtaş’ın yüzünde acı var. “Torunum, ‘babaanne sen babamın böyle şeyler yaşamadığını biliyorsun, neden üzülüyorsun!’ dediyse de, çok ağladım.’’
Babaannelerini avuturken, Selahattin Demirtaş’ın kızları Delal ile Dılda’nın bildikleri bir şey var. Küçükken, babaları onları uyuturken, klasik çocuk masalları okumak yerine onlara hep doğaçlama, kendi kurguladığı karakter ve hikayeleri anlatmış. Devran otobiyografik olmasa da, hikayelerin birçoğu bu toprakların hiç de yabancı olmadığı olay ve karakterleri anlatıyor. Ve belli ki Demirtaş, siyasete atıldıktan sonra dahi geçmişini ve yaşadığı coğrafyayı kırılgan kılan bu karşılaşmaları hiç unutmamış. Anne Demirtaş, sonuncu hikaye ‘’İnsan Kalabilmek’’e kadar dayanabilseymiş, kitabın en vurucu bölümlerinden biri olan ‘’Bodrum’da yanmayana insan mı denir?’’ cümlesine takılıp, büyük ihtimal birçoğumuz gibi yüzleşmeye direndiğimiz o geçmişimizle başa çıkmakta zorlanacaktı.
Eşi Sadiye Demirtaş gibi Elazığ Palulu olan Tahir Demirtaş, gençlik yıllarında önce fırıncılık yapar, daha sonra da Köy Hizmetleri’ne girer. 33 yıllık şantiye şefliği sırasında, Diyarbakır’ın köylerine su götürebilmiş olmaktan gurur duyuyor. 2005 yılında emekli olduktan sonra, Şehitlik Mahallesi’nde Demirtaş Bakkaliyesi’ni açar. Şeker, bisküvi gibi ürünlerin satılmaktan çok konu komşuya dağıtıldığı ve dolayısıyla bir kazanç kapısı olmaktan pek uzak bu mütevazı bakkalda da, 2-3 yıl sonra bakkalın yerine açılan tesisatçı dükkanında da, Selahattin her fırsatta çalışır.
Baba Tahir Demirtaş’ın kolay unutamadığı bir anısı var; ‘’Selahattin, musluk değiştirirdi, çamaşır makinası kurardı… Bir gün bir yaşlı adam geldi, ‘senin bir çırağın vardı, benim evin musluklarını çok güzel yapmıştı. Benim kız yeni bir ev kiralamış, gelsin orayı da yapsın. Nerede o şimdi?’ diye sorunca, Ankara’da olduğunu, gelirse ona haber vereceğimi söyledim. Ankara’da ne işi olduğunu sordu, hukuk okuduğunu öğrenince gözleri doldu, başarılar diledi. ‘Onun gözlerinden öperim’ dedi.’’
1990’da Selahattin, liseden mezun olur ve hepsi hukuk olan ilk sekiz tercihini değil, dokuzuncu tercihi olan İzmir 9 Eylül Üniversitesi Denizcilik İşletmesi Bölümü’nü kazanır. Abisi Nurettin de Muğla’da İşletme Fakültesi’nde okumaktadır. O yıllarda Ege Bölgesi’nde, üniversite öğrencilerine karşı çok kapsamlı bir operasyon yapılır. Abi Nurettin Muğla’da, kendisi de İzmir’de gözaltına alınır. Nurettin, tutuklanarak 24 yıl hapis cezası alır, Selahattin ise Emniyet’te bir hafta sorgulandıktan sonra serbest bırakılır. Zaten okuduğu bölümü hiç sevememiştir ve ailesi de artık bu koşullarda evden uzak kalmasını istemez. Diyarbakır’a geri döner.
İzmir dönüşü, üniversite sınavlarına yeniden girmek için dersaneye yazılır ve zaman zaman evlere tamirata giderek babasına yardımcı olur. Bir gün, dükkanın olduğu sokak polis tarafından ablukaya alınır. Mahalle sakinleri, baskının kimi yakalamak için düzenlendiğini merak etmektedir. Oğlunun işten döndüğünü gören baba, ‘’Selahattin, geldin mi?’’ diye seslenince, ismi duyan polisler onu hemen yakalar. Selahattin, yakalandığında musluk tamirinden dönmektedir ve elinde İngiliz anahtarı vardır. Baba günlerce kendini suçlayıp, kahrolur. İzmir’de, öğrencilik yıllarında açılmış bir dosyayla ilgili bu gözaltı, 15 gün sürer. Bütün mahalle gözaltına alındığına tanıklık etmesine rağmen, yetkililer bir süre bunu kabul etmez. Faili meçhuller dönemidir ve Demirtaşlar, 15 gün boyunca, DGM’nin önünde sabahtan akşama kadar kaldırımda otururlar. Selahattin, iki hafta sonra bırakılır.
Devran’ın girişindeki 17 yıl vurgusu sadece bir sayı değil, aynı zamanda bir ömür. Anne ve baba Demirtaşlar, çocuklarının başı sıkıştığında, hep onların yolunda beklemiş. “Mahkeme yakındır, Nurettin çıkar, bir tavuk alalım, gelsin de hele pişirelim, diye tavuğu buzluğa kaldırırdık… Buca, Bursa, Maraş, Adana, İzmir, gittik geldik… Ne tavuklar bekledi o buzlukta. Ancak 12 sene sonra geldi.’’ diye hayıflanıyor anne Demirtaş.
Baba da duygusallaşıyor; ‘’Selahattin sazıyla ‘çift camlardan ses gelmiyor’ türküsünü söylerdi, ben de ağlardım.’’ Duygusal ortam, Sadiye Demirtaş’ın sözleriyle, biraz olsun kırılıyor; ‘’ilkokuldaydı, plastik bir oyuncağı vardı, sabah kalkar, pat pat saz çalardı, çalmasını da bilmezdi, kafamı şişirirdi. Sonra öğrendi de... Bazen ona kızardım, o da ‘annem sanki polistir!’ derdi.’’
Haksız da sayılmaz… Birçok dönemde en büyük yasakçı, anne Sadiye Demirtaş oluyor. Çocuklarına karşı hep korumacı davranıyor ve ‘’eylemlere karışmayın!’’ tavsiyesini her fırsatta yineliyor. Zazaca aile büyükleri arasında kullanılırken, çocuklarla sadece Türkçe konuşuluyor. 80’li yıllarda, ilk dört çocuğun doğduğu Suriçi’nde, dedeyle ve amcalarla birlikte oturulan avlulu evde, akşam karanlık basınca, dedenin sakladığı taş plaklar ortaya çıkıyor; Şivan Perwer, Ayşe Şan ve dengbejler gizli gizli dinleniyor.
Sadiye Demirtaş’ın tedbirli tavrı 90’lı yıllarda da devam ediyor; ‘’Temizlik yapıyordum, Selahattin ile abisini İzmir’de gözaltına almışlar haberi gelince, ne olduklarını bilmeden kütüphanedeki bütün kitapları sobaya doldurup yaktım. Polis aramaya geldiğinde, soba gümbür gümbür yanıyordu. Selahattin, ‘anne sen nasıl bunları yakarsın!’ diye isyan etmişti.’’
Selahattin, yeniden üniversite sınavına girmeye ve bu kez hukuk okumaya karar verir. O dönem muhalif avukatların baskı altında ya da tutuklu olması ve geriye kalanların da yurtdışına çıkmış olması nedeniyle, Nurettin’in davasını hiçbir avukat üstlenmek istemez. Bu sahipsizlik duygusu ve annenin oğlunu hapisten kurtarmak için kaptırdığı altın bilezik derken, Selahattin, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Sadiye Demirtaş’ın, doğduğunda Selahattin’e ismini veren, askeriye imamı olan babası da avukat olmasını destekler.,
‘’Nerede sorun varsa, onu çözmeye çabalardı’’ diyor Demirtaşlar’ın dört kızından en büyüğü Aynur Demirtaş ve eksikliğinin neden bu kadar hissedildiğine değiniyor; ‘’Muhafazakar bir aileyiz ama abilerimiz hep açık fikirliydi. Selahattin’in, özellikle 28 Şubat döneminde, başörtüsü ile yaşadığım sıkıntılarda bana çok yardımı olmuştur. İstediğim gibi giyinip istediğim gibi yaşamam konusunda beni hep desteklemiştir. Büyüdük, evlendik hâlâ da sorunlarımız olduğunda danışmanımız odur.’’
Selahattin’in Kürt kimliğinin olgunlaşmasında ve siyasetin aklına düşmesinde, 1991 yılının Temmuz ayı başlarında, 18 yaşındayken meydana gelen bir olay çok etkili olur; Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesi. Faili meçhullerin önemli bir sembol ismi olan Aydın’ın cenazesinin bulunmasına kadar geçen birkaç gün boyunca Diyarbakır’daki protestolar ve cenaze, Aygül Demirtaş’ın net olarak hafızasında; ‘’Küçüktüm ama o günü iyi hatırlıyorum. Annem çok tedirgindi. Selahattin abim cenazeye gidebilmişti. Hatta biz de sokağa çıkmak istemiştik de, annem bizi engellemek için kapıyı kilitlemişti. Dışarısı korkunç bir haldeydi.Yüzbinlerce kişinin katıldığı cenaze, Mardinkapı önünde kalabalığın üzerine ateş açılması ve birçok kişinin yaşamını yitirmesi, bence abim için bir dönüm noktası oldu.’’
O dönüm noktasını baba Tahir Demirtaş da unutmamış; ‘’Bir gün bana, ‘baba, ben siyasete gireceğim’ dedi, ‘tamam oğlum’ dedim.’’
Anne Demirtaş, oğlunun duruşma günlerinde bol bol Kur’an okuyor. Özellikle Hz. Musa’nın Firavun’a karşı savunma yapacağı zaman okuduğu, “Rabbim, göğsümü aç, genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimde bulunan düğümü çöz de, anlasınlar beni..." anlamındaki ayeti ihmal etmiyor. ‘’Tertemiz oğlumun, neden bu kadar kapılar kilitlemişler üzerine? Ne yapmış ki bu çocuk?’’ diye cevabı olmayan bir soruyu öne sürerken aslında kendisinin de bu süreçte değişip dönüştüğünü ve politikleştiğini görmezden geliyor.
Kızlarından Aynur itiraz ediyor; “Anne olur mu! Hiç eskisi gibi değil, kadınlar bir araya geldiğinizde artık sadece politik ve siyasi konular konuşuyorsunuz.’’ Aygül ekliyor; “Biz çocukken veli toplantılarına bile gelmezken, cezaevi ziyaretleri nedeniyle tek başına seyahat etmeyi öğrendin.’’
‘’Doğrudur’’ diyor Sadiye Demirtaş, ‘’İzmir’e, Bursa’ya, DGM’lere giderdim… Selahattin barışı severdi, hâlâ da sever. Onu barış istiyor diye içeri koydular. Hatırlıyorum; vekil öğretmenlik yaptığı bir köyde, maaşını alır almaz öğrencilere kitap defter, kalem silgi alırdı. Bütün köy seçimlerde ona oy vermişti. Siyaset için içeridedir, seninle gurur duyuyorum diyorum ama gel de ana yüreğine anlat!’’
Tahir Demirtaş, hüzünlü ama kararlı; ‘’Çocuklarımın çoğu yanımda değil ama buna rağmen onlara geri adım atmayın, derim.’’
Diyarbakır’da yeni bir sabah… İstanbul uçağı bir saat sonra kalkacak. Aygül Demirtaş ile bu kez havalimanında karşılaşıyoruz. O da Edirne'ye, abisi ve müvekkili Selahattin Demirtaş ile görüşmeye gidiyor. Bavullarımız güvenlik kontrolünden geçerken, büyük bavulunun ağırlığını fark ettiğimi görünce, mahçup bir şekilde açıklıyor:
‘’Hepsi Selahattin abimin dava dosyaları. Edirne’ye duruşmalara götürüp, getiriyorum. Eskiden ceza dosyalarına bakardım ama masum insanların yargılanıp cezaevine konulmasına artık katlanamıyorum, bir süredir bu alanı bırakmıştım. Abim cezaevine girince bu durum değişti tabii.’’
Diyarbakır’a gökyüzünden bakarken, anne Demirtaş’ın gözlerindeki hasret ve anlattığı 20 yıl öncesine ait o olay aklıma geliyor; “Maraş’tan Diyarbakır’a, cezaevi görüşünden dönüyorduk. Yolda bir konvoyla karşılaştık, araçların arkasında, “O şimdi cezaevinde’’ diye yazıyordu, bir de camda bir adamın fotoğrafı vardı. Yanımdakilere sordum, adamı neden cezaevine koymuşlar diye. ‘Şiir okuduğu için’, dediler. Meğerse Erdoğan’mış. O gün yol boyunca, bu adam için ağlayıp, dua etmiştim… Elbet devran döner, hep böyle kalmaz… Bazen zor olur ama döner.’’
Fotoğraflar: Sinan KESGİN