CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke, “Depremler doğaldır, ancak afetleri felakete çeviren düzendir. Ekonomik ve sosyal buhrana yol açan da işte o düzenin ta kendisidir. Bugün yaşadıklarımız, bu düzeni kuran iktidarın siyasi ve ekonomik tercihlerinin bir sonucudur, bir kader değildir. İşte biz, bu tercihleri değiştireceğiz. Yeni ilkelerle, yeni bir anlayışla yeni bir düzen kuracağız. Tam 59 gün sonra, 14 Mayıs’ta, Cumhurbaşkanı’mız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde bunun ilk adımlarını hep birlikte, omuz omuza, el ele atacağız. Şafak sökmek üzere; Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılında, çalarak değil çalışkanlıkla geçmişin yaralarını sardığımız, bugüne dair endişe duymadığımız, geleceğe umutla baktığımız yeni bir dönem başlıyor. Halkın dönemi başlıyor. Biz başlıyoruz” dedi.
Selin Sayek Böke, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin “Yeniliğe Davet” sloganıyla düzenlediği İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'nde bugün yaptığı konuşmada, deprem yaralarını hep birlikte saracaklarını belirterek, Türkiye’nin 14 Mayıs’tan sonra yeni bir anlayışıyla yönetileceğini söyledi. Böke, şöyle konuştu:
“6 Şubat depreminin yarattığı yıkımın, bu büyük felaketin acısı hepimiz için hâlâ çok taze. Öyle ki bugün aynı acıyı yaşayanlar, bu kez de sel felaketiyle baş başa bırakıldı. Her şeyden önce, kaybettiğimiz tüm canlarımıza Allah’tan rahmet, tüm sevenlerine, hepimize sabır ve başsağlığı diliyorum. Ülkemize geçmiş olsun. Siyasetin, bilimin ve toplumun tüm kesimlerinin bir araya gelmesine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. İşte bu zor günlerde böylesine bir katılımcılığı merkezine alan, tüm toplum kesimlerini buluşturan, kürsüleri herkese açan, tüm sesleri var eden, böylesi bir kongreyi düzenlemiş olan, herkesin başında çok sevgili İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’mız Tunç Soyer’e ve emek emek katılımları ve katkılarıyla bunu aylar içinde örmüş olan herkese gönülden sevgi ve teşekkürlerimi iletiyorum.
Yaralarımızı hep birlikte, dayanışmayla saracağız. Hep birlikte iyileşeceğiz, başka yolu yok. Hep birlikte ülkemizi yeniden ayağa kaldıracağız ve mutlaka bu yıkımın, bu ağır acının altından hep birlikte kalkacağız, hep birlikte kalkınacağız. Söz veriyoruz; biz, bunu hep birlikte yapacağız. 100 yıl önce İzmir İktisat Kongresi toplandığında ülkemiz, yıllarca süren bir savaşın ardından yaralarını sarmaya çalışıyordu. Adeta bir varlık-yokluk mücadelesinin içindeydik. Cephede kazanmakta olduğumuz siyasi bağımsızlığımızı ekonomik bağımsızlıkla tamamlamak için büyük bir gayret içindeydik ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle ‘Ülkemiz uçurumun kenarında yıkıktı.’ Bugün ne yazık ki 100 yıl sonra yine büyük bir yıkımla karşı karşıyayız. Depremin yarattığı fiziki ve can kaybına yol açmış olan yıkım, ekonomik ve sosyal buhran, derinleşen ve devlette yaşanan büyük bir yıkım, hepsi birbirinin içine geçmiş büyük bir enkaz. 100 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada kıyasıya eleştirdiği saltanat ve hanedanlık düzeni gibi, bugün de bir saray düzeni son çırpınışlarıyla ülkemizi yıkıma mahkum ederek kendisini ayakta tutmak için elinden geleni yapıyor. Ancak hiç kuşku yok ki nasıl ki 100 yıl önce güçlü bir halk iradesiyle, bilimin ışığı ve yol göstericiliğiyle, ileriyi gören vizyoner bir liderlikle uçurumun kenarında yıkık bir ülkeden genç bir Cumhuriyet doğduysa, 100 yıl sonra bugün de katılımcılıkla, güçlü bir parlamenter demokrasiyle, bilimle, liyakatle, vizyoner liderlikle ‘tek adam’ rejiminin yıkımından Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılını, yarının Türkiye’sini hep birlikte el birliğiyle var edeceğiz.
Tarihsel mirasımız da siyasi sorumluluğumuz da yurttaşlık görevimiz de bunu gerektirdiği için, işte bu anlayışla yine İzmir’de, İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nde bir araya geldik. 100 yıl önce olduğu gibi bugün de bizi İzmir’de bir araya getiren bir ortak hedefimiz var: Ülkemizi içinde bulunduğu bu ağır yıkım koşullarından çıkarmak, yani el birliğiyle ayağa kaldırmak. Çünkü biliyoruz ki yaralarımızı sarmak, deprem bölgelerini yeniden ayağa kaldırmak ve bir daha böyle acıları yaşamamak ve böyle aydınlık bir geleceği kurmak için hepimizin ortak sorumluluğu var. Bu sorumluluk, resmi açıklamalara göre yaşamını yitirmiş olan 50 bin insanımızın ailelerine, sevdiklerine karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, bugün hâlâ çadırda yaşamaya mahkum edilmiş olan 1,5 milyon yurttaşımıza karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, plansızlık nedeniyle depremden kaçmış, ama deprem karşısında konteynerlere mahkum edildiği yerde sele kapılarak hayatını kaybetmiş olan yurttaşlarımıza karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, şehirlerini terk etmek zorunda bırakılmış olan 3,5 milyon insanımıza karşı sorumluluk. Bu sorumluluk, kişisel tarihlerimize, sokaklarında koşarak büyüdüğümüz kentlerimize, kentlerimizi var eden kültürel ve tarihi mirasımıza ve 100 yıllardır süregelen o kentlerde var olmuş olan bir arada yaşama kültürümüze dair bir derin sorumluluk.
100 yıl önce olduğu gibi bugün de bir ortak hedefle buluşuyoruz. Bu hedef, yeni bir anlayışla yeni bir düzen kurma hedefi. Yani ülkemizi sadece ayağa kaldırmak değil, kalkındırma hedefi. Çünkü biliyoruz ki ekonomik ve sosyal buhranın ağır etkilerini kalıcı bir şekilde ortadan kaldırmak; hak temelli, kapsayıcı, herkesin içinde olduğu, sürdürülebilir kalkınma hepimizin sorumluluğu. Bu sorumluluk, bugün işsizliğe mahkum edilmiş 3,5 milyon yurttaşımıza karşı sorumluluğumuz. Umudunu yitirdiği için iş dahi aramayan 3 milyon insanımıza karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, iş bulsa dahi açlık sınırının altında asgari ücretlere mahkum edilen milyonlarca çalışanımıza karşı sorumluluk. Bu sorumluluk, her gün kadın cinayetleriyle, ölümle baş başa bırakılan kadınlara, eşit işe eşit ücret almayan, ekonomik özgürlükleri ellerinden çalınan milyonlarca kadına karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, torpil ve liyakatsizlik düzeninde kayırmacılık karşısında umudunu yitirmiş milyonlarca gence karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluk, gübre ve mazot fiyatları nedeniyle tarlasını süremeyen çiftçimize, enerji fiyatları ve döviz kuru nedeniyle üretim bantlarını çalıştıramayan KOBİ ve sanayicimize ve her türlü krizde kendi başına yalnızlığına terk edilen esnafa karşı sorumluluğumuz. Ve bu sorumluluk, rant uğruna katledilen doğaya ve canlılara karşı sorumluluğumuz. Bu sorumluluklarımızı yerine getirecek siyasi irade bizde mevcut. Kararlılık da halkımızda var.
Şüphesiz hep birlikte başaracağız ve unutmayalım ki yaşadığımız bu büyük felaket, ülkemizin içine sürüklenmiş olduğu fiziki, siyasi, ekonomik ve sosyal yıkım, iktidardakilerin söylediğinin aksine bir kader değil. Yıkımın, acıların, yoksulluğun, geleceksizliğin bu ülkenin kader planı olduğunu iddia eden anlayışı asla kabul etmiyoruz. Depremler doğaldır, ancak afetleri felakete çeviren düzendir. Ekonomik ve sosyal buhrana yol açan da işte o düzenin ta kendisidir. Bugün yaşadıklarımız, bu düzeni kuran iktidarın siyasi ve ekonomik tercihlerinin bir sonucudur, bir kader değildir. İşte biz, bu tercihleri değiştireceğiz. Yeni ilkelerle, yeni bir anlayışla yeni bir düzen kuracağız.
Tam 59 gün sonra, 14 Mayıs’ta, Cumhurbaşkanı’mız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde bunun ilk adımlarını hep birlikte, omuz omuza, el ele atacağız. İşte o günden başlayarak, depremin yaralarını sarmak, kentlerimizi ayağa kaldırmak, ülkemizi içinde bulunduğu bu ağır ekonomik ve sosyal buhrandan çıkarmak için, 4 temelden oluşan yeni bir anlayışla yönetmeye başlayacağız. Birincisi, 15 Mayıs’tan itibaren liyakate dayalı kurumları ve yönetim anlayışını inşa edeceğiz. İkincisi, 15 Mayıs’tan itibaren yeni bir kamucu anlayışla kamu, yani toplum yararını merkezine alan bir yönetimle işe koyulacağız. Üçüncüsü, 15 Mayıs’tan itibaren hak temelli güçlü bir sosyal devleti kuracağız. Dördüncüsü, 15 Mayıs’tan itibaren bilime ve planlamaya dayalı, hep birlikte zenginleşeceğimiz, hep birlikte kalkınacağımız bir üretim düzenini el birliğiyle kuracağız. İşte o zaman kentlerimiz de ekonomimiz de dirençli olacak, kapsayıcı olacak, sürdürülebilir olacak, en önemlisi yaşanabilir olacak. İşte o zaman yaralarımızı saracağız, ülkemizi ayağa kaldıracağız ve işte o zaman hep birlikte kalkınacağız.
Bu yeni anlayışa dayalı yeni düzen, yaralarımızı sarmak ve ülkemizi ayağa kaldırmak için ne anlama geliyor derseniz; liyakate dayalı bir yönetim anlayışını ve kurumları var ettiğiniz anda halk, koordinasyonsuzluk nedeniyle afetlerde enkaz altında kalmayacak. Aileler, enkaz başında sevdiklerine ulaşmak için ellerini yırtarcasına betonları kazmak zorunda kalmayacak. Hilti bir yerde, iş makinesi başka yerde, vinç operatörü bambaşka bir yerde, yalnızlığına terk edilmiş olmayacak. Aileler, sevdiklerine kavuşacak. Toplum yararını merkezine alan yeni kamucu anlayışla yönettiğimizde Kızılay, çadır satan bir holding olmayacak. Yandaşlığın arkalığı olmaktan çıkacak. Kızılay, afetler esnasında halkı koruyacak, çadır sağlayacak, kan verecek, halkın afet anındaki temel ihtiyaçlarını karşılayacak. Hak temelli güçlü bir sosyal devleti kurduğumuzda, depremde sadece konutları değil yuvaları yıkılmış olan yurttaşlarımıza borç karşılığında konut pazarlamayacak. Bugünün aksine, barınmayı temel bir hak olarak tanımlayacak ve güçlü bir sosyal devletin gereği olarak bölgedeki, kentteki ve kırsaldaki depremzedeler için inşa edeceğimiz tüm konutları tamamen bedelsiz bir şekilde kendilerine teslim ediyor olacağız. Yani tek adam rejimi evleri yuvaları yıkılan ve ağır hasar alanları borçlandıracak bir ekonomik yükü dayatırken Cumhurbaşkanı’mız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün Hatay’da açıkladığı gibi, kuracağımız güçlü sosyal devlet, 5 kuruş dahi almadan herkesin anahtarını doğrudan kendilerine teslim edecek. Bilime dayalı bir üretim düzenini kurduğumuzda, fay hatları üzerinde okullar inşa edilmeyecek. Uzmanların kamusal denetim görevleri yok sayılmayacak. Depremzedelere devletin bedelsiz teslim edeceği evler, bilimsel gerçeklere dayalı ve tüm afetlere dayanıklı bir teknolojiyle inşa edilecek.
Planlamaya dayalı bir üretim sistemi kurduğumuzda, bugünkü gibi depremin ülkemize, ekonomimize etkilerini hesaplamayan, hesaplamadığı için bunları raporlamaya dahi tenezzül etmeyen bir plansızlığa da el birliğiyle son vereceğiz. Çünkü depremin yarattığı ekonomik ve sosyal sonuçları ortaya koymak, uzmanlar aracılığıyla tespit etmek, devletin asli görevidir. 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden daha bir ay geçmemişken o zaman Devlet Planlama Teşkilatı raporu, Marmara depreminin ekonomik ve sosyal sonuçlarını sektör sektör ele almıştı. Bugün ise ortada böyle bir raporun izi bile yok. Liyakatli kadroların çalışacağı Strateji ve Planlama Teşkilatı’nı kuracağız ve hızla gerekli çalışmaları yaptıracağız. Böylece çiftçi de KOBİ de büyük sanayici de belirsizliğin, plansızlığın çaresizliği içinde beklemeyecek. Onun yerine üretecek. İşçi, işinin başına dönecek. Planlamaya dayalı bir üretim düzenini kurduğumuzda, bu planlama raporlarıyla üretim teşviklerinin, vergi indirimlerinin, hibelerin, kamu ihalelerinin yandaşlık ve rantçılık için değil, yaralarımızı sarmak için kullanılmasını sağlayacağız. Bu teşvik ve desteklerle deprem bölgelerinde kentleri ve bu kentlerde üretimi aynı anda ayağa kaldıracağız. İnsanların başını sokacakları bir yuvaları, emeklerinin karşılığını alacağı işleri olacak. Çünkü kaybettikleri sadece evleri değil, tüm yaşamlarıydı. Depreme dayanıklı konutların yapımı için gereken malzemenin, çimentodan kabloya, pencere pervazından kapı koluna, su deposundan güneş enerjisi paneline, yeni teknolojiyle deprem bölgesinde üretilmesi için, yani bölgenin ekonomisini ayağa kaldırmak için teşvikleri kullanacağız. Gerekiyorsa burada kamu olarak da üretim için yatırım yapacağız. İşte bu şekilde hep birlikte zenginleşeceğimiz bir üretim düzenini de yaralarımızı da sararken el birliğiyle bugünden kurmaya başlayacağız.
Sadece inşaat yapan değil, inşaatla birlikte sanayinin, hizmet sektörünün birçok alt sektörünü de yerelde harekete geçirecek bu yatırımlar sayesinde, deprem bölgesinde yerinde, yurdunda, güvenceli ve nitelikli istihdam sağlanacak. İş gücünün bu üretim için ihtiyaç duyulan yetkinliklere kavuşması için bölgede hızla, bugünden hazırlamış olduğumuz ‘mesleki beceri eğitim seferberliği’ başlatacağız. Yani bölgede yetenek havuzunu kaybetmek bir yana, el birliğiyle inşa edeceğiz ve yeni iş imkanları oluşturacağız. Mühendisler, mimarlar, ustabaşı, formen, emekçi, tesisatçı, muhasebeci; aklınıza gelen her tür iş için kendi emeğiyle var olabilecek milyonlar yerinde, yurdunda, kendi şehrinde yaşıyor olacak. Göç hayatı yaşamaya mahkum edilmeyecekler. Böylece kentlerimizi yeniden kurarken hayatı da yeniden el birliğiyle, dayanışmayla var edeceğiz. Yerinde, güvenceli ve nitelikli istihdam yaratarak, depremin acısını yaşayan insanların bir de işsizlik ve yoksulluk acısını yaşamasına asla müsaade etmeyeceğiz ve deprem bölgesinde hayata geçireceğimiz bu bütüncül istihdam hamlesiyle de kentlerimizin var olan demografik yapısını da el birliğiyle korumuş olacağız.
Planlamaya dayalı bir üretim düzenini kurduğumuzda, tarımsal üretim üssü olan deprem bölgesinde çiftçiyi ekonomik yalnızlığa terk etmemiş olacağız. Bölgedeki hayvanlar için bir planlamanın yol göstericiliğiyle ücretsiz veterinerlik hizmeti vereceğiz. Üreticiye ivedilikle gübre, tohum, mazot, sulama, ilaç, yem desteği vereceğiz. Üreticilerin elektrik borçlarını sileceğiz. Kısacası liyakate dayalı bir yönetim ve onun kurumlarıyla, kamu yararı gözeten yeni bir kamucu anlayışla, hak temelli güçlü bir sosyal devletle hep birlikte zenginleşeceğimiz bir üretim düzenini inşa ederek bugünün ağır deprem yaralarını hızla hep birlikte saracağız. Hep birlikte iyileşeceğiz ve hep birlikte yeniden omuz omuza ayağa kalkacağız. Aynı ilkeler, sadece ayağa kaldırmayacak bizleri, kalkınmamızı kalıcı şekilde bir daha düşmememizi sağlayacak. Bir bütünün parçası olarak birkaç örnek vermek istiyorum. Mesela liyakate dayalı bir yönetim anlayışı dedik. Torpille değil, yetenek ve yetkinliklerimizle, kimi tanıdığımız veya hangi adreste doğduğumuzla değil, ne öğrenebildiğimiz, ne öğrenmek için sağlanan fırsatların eşit olup olmadığı üzerinden tutunacağız hayata. Böyle olduğunda kimse ‘Okusam da ne olur’ demeyecek. Okumak isteyecek, okuduğuyla var olacak, emeğiyle büyüyecek. Toplum yararını merkezine alan yeni kamucu anlayışıyla yönettiğimizde, halkın vergileri ‘kamu-özel iş birliği’ adı altında yandaşa yolsuzluk içeren ihalelerle dağıtılmayacak, izin vermeyeceğiz. Halkın ödediği vergiler, güvenceli ve yerine istihdam yaratmak için kullanılacak. Ekonomiyi dijital olarak dönüştürmek için kullanılacak, ekonomiyi yeşil yapmak için kullanılacak. İhalelerde şeffaflık ve rekabet sağlanacak. Temiz ihale dönemi başlayacak. Yani kamunun parası, halkın parası halk için kullanılacak.
Bu kaynak, Türkiye’yi, hepimizi, hep birlikte kalkındıracak yatırımların güvencesi olacak. İşsizlik bitecek, hep birlikte üretip hep birlikte zenginleşeceğiz. Elimizde çok detaylı bir reçeteyle hazırız. O reçete, İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nde birlikte şekillendi, büyüdü, bir siyasi iradenin parçası oldu. İşte bu tarif ettiklerimizle Türkiye’yi bu yeni anlayışla, bu yeni düzenle aynı anda hem ayağa kaldıracağız hem de kalıcı bir şekilde bu yıkıma son vererek hep birlikte kalkınacağız. Bunların hepsini yapacak güç hepimizde var. Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl önce İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşma, halkımızın huzura ve refaha erişmesi için yeni bir siyasal ve ekonomik düzenin yeni bir yüz yılını temsil ediyordu. Bugün, 100 yıl sonra İzmir’de yine aynı dönüm noktasındayız. İzin verirseniz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kongrenin açılış konuşmasında yer verdiği bir bölümü hatırlatmak istiyorum: ‘Bu vatan, evlat ve torunlarımız için cennet yapılmaya layık, çok yakışır bir vatandır. İşte bu memleketi böyle bayındır haline, cennet haline getirecek olan, ekonomik nedenler ve ekonomik faaliyetlerdir. Bundan dolayı öyle bir iktisat devri lazımdır ki artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin. İnsanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrensin ve o vasıtalara yönelsin. Hepimizin isteği şudur ki bu memleketin fertleri, ellerinde örnekleriyle ziraatın, ticaretin, sanatın, emeğin, hayatın bir temsilcisi olsun ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet böyle değersiz değil. Belki memleketimize zenginler memleketi, bu yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar memleketi deriz. İşte millet, böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devri yükseltecektir ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük makam, en büyük hak, çalışkanlara ait olacaktır.’ Zor günlerden geçiyoruz ama biliyoruz ki gecenin en karanlık anı, şafağa en yakın andır. Şafak sökmek üzere; Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılında, çalarak değil çalışkanlıkla geçmişin yaralarını sardığımız, bugüne dair endişe duymadığımız, geleceğe umutla baktığımız yeni bir dönem başlıyor. Halkın dönemi başlıyor. Biz başlıyoruz.” (ANKA)