Yazar Sema Kaygusuz, kapatılan Özgür Gündem gazetesi soruşturması çerçevesinde bölücü terör örgütü üyesi olmak”, “halkı kışkırtmak”, “kaçma tehlikesi”, “delilleri karatma” gibi suçlamalarla tutuklanan Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay için “Devlet, onların savaş kışkırtıcısı olmadığını biliyor” dedi. Kaygusuz, tutuklu yazarlar için "Necmiye Alpay’ı ben barışın konuşulduğu her yerde gördüm. Aslı’ya gelince, Aslı’yı da hepimiz tanıyoruz. Genel olarak Aslı, dünyayı fevkaladeliklerinden, ışıma anlarından anlatmaz. Aslı, ağrıyan bir bedendir. Ağrı kafasındadır onun. Bütün metinlerinde dünyanın ağrıyan yeri olarak yazar" dedi.
Evrensel’den Serpil İlgün’ün sorularını cevaplayan Kaygusuz’un açıklamaları şöyle:
Barış için mücadele eden akademisyenler, aydınlar ve gazetecilerin tutuklanmalarını sorgularken yönelttiğimiz ‘neden’ sorusunu bu kez Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay için soruyoruz. Barış yanlısı olduklarını dünyanın bildiği Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın ‘teröre destek’ten tutuklanmalarının mesajı ne?
Bir insanı barışçı olduğu için tutuklayamazsınız, insan hakları savunucusu olduğu için, savaş karşıtı olduğu için, cinsiyet ayırımcılığına karşı çıktığı için, bu iyi erdemlerinden ötürü tutuklayamazsınız. Hukuk, “iktidarın altını oyan bu erdeme nasıl bir ad veririz de onu suçlu pozisyonuna koyarız” sanatıdır. Hukuk böyle olağanüstü durumlarda sanıldığı gibi adaletle ilgili değildir. Şu an içinde bulunduğumuz ortamda hukuk bizim, yani barışçıların, anti militerlerin, özgürlükçülerin, eşitçiliklerin hizmetinde değil. Hukuk muktedire ait bir araç, her zaman olduğu gibi.
Bugün ne için araçsallaştırılıyor peki?
Şu anda barışçı bir hareket var ve bu güçlü bir dinamik. Saygın, sevilen, okurlarını ve çevresindeki insanları etkileyen kişiliklerin barış dinamiği içinde rol almaları bir tehdit olarak görülüyor ve bu tehdidi savuşturmak için ona çabuk karşılık bulan bir ad vermek gerekiyor. O da “terörist”, “bölücü” gibi adlar. İktidar şahsiyetlere bir ad atıyor aslında. Böylece insanları suçun içine yerleştiriyor. Aslı Erdoğan’ın ya da Necmiye Alpay’ın savaş kışkırtıcısı olmadığını devlet biliyor zaten. Devlet onların barışçı olduklarını da biliyor.
Madem devlet de biliyor, neden bu kadar rahat, olmadık bir suç icat ediyor?
Çünkü bir etki yaratıyorlar. İkincisi de, özellikle Kürt siyasi hareketine destek veren, onların taleplerini dillendiren, bunu yüreğinde hisseden kentli insanları hedef alarak bizimle, diğer kentlilerle konuşuyor devlet, diğer batılılarla konuşuyor.
Bir diğer ortak özellikle de, seçilen isimlerin Kürt kökenli olmaması…
Evet, Kürt olmadıklarını varsaydıkları. Çünkü kimin Kürt olacağına kimse karar veremez. Zihinsel olarak bir gün bütün yarasıyla, beresiyle bir Çingene olarak uyanırsın. Çok etnikçi bir anlayış olduğu için o cümleyi kurmaktan çekiniyorum ama evet, Kürt olmadığını varsaydığı bireyleri, Kürt özgürlük ve siyasi hareketini ve barışı savunan insanları tutuklayarak devlet, aslında bizimle konuşuyor. Onlarla değil.
Ne diyor?
Diyor ki, “Bu işe burnunuzu sokmayın. Benim uluslararası ortaklarımla beraber yürüttüğüm savaş politikalarım var. Ben böyle yükselen, sivilleşen bir Kürt hareketi istemiyorum, özgürlükten ve barıştan söz edilmesini istemiyorum. Ben onlarla savaşmayı biliyorum, benim oturttuğum dinamik bu. Bütün pazarlığımı ve dilimi de bu savaş politikası üzerine kurdum. Sen barış dediğinde benim oyunumu bozuyorsun, ben Cerablus’a gireceğim, orada Kürt kordonu, kantonlar oluşturuyorlar, Batı dünyasının bile tahammül edemeyeceği radikal demokratik bir ortam yaratıyorlar tam burnumun dibinde. Bu benim kapitalist planlarıma, projelerime aykırı.” Dolayısıyla bunlar, saçmalık değil. Yani bir saçmalığın, bir aptallığın içinde değiliz, biz bir aklın içindeyiz. Ve bu akıl kapitalist bir akıl. Aklı olumlu olarak algılıyoruz ama hayır, şeytani kurnazlıklarla, çıkarcılıklarla dolu, sınıfsalcı kapitalist bir proje ve Kürt siyasi hareketinin -sadece Türkiye’deki HDP’nin söylemi değil, aynı zamanda sınırın öte tarafındaki Kürt siyasi hareketi de- taşıdıkları zihniyet, kurdukları düş, bu projeye aykırı. Yoksa neden bu kadar kolay ortak bulur ki Türkiye? Eğer bu projeyi başkaları da seviyor olsaydı, bu savaşı bu kadar yürütemezdi. Şeklimiz şemalimiz, etnik kimliklerimizden bir ideolojik dil, söylem dünyası kurarlar bize. Böylece inandırıcı hale gelirler.
Mesela, “Tamamen mezhepçi bir anlayışla kendi Ortadoğu politikamı yürütmek istiyorum” dersen kimse peşine takılmaz. Hem popüler hem de manevi tesir yaratmak için “Onlar Zerdüşt, onlar bölücü, onlar terörist” demen lazım ki toplumu ikna edebilesin. Bu bir kötücül söylence yaratma biçimidir. Bu bir tür belagat. Hırçın bir söylem. Ve nasıl kötü edebiyat iyi edebiyatı kovuyorsa, kötü belagat, kötü retorik, iyi retorik ve iyi belagatı kovuyor. Aslında erdemi tasfiye ederek kendi dili için boşluk yaratıyor.
Ve kurulan dil, en çok da korkulara sesleniyor...
Evet. Korku çok güçlü bir duygudur. Yalnız kalma korkusu, aç kalma korkusu, işgal edilme korkusu, aşağılanma korkusu, işsizlik korkusu… Korkuyu yönetmek daha kolay. Korkusuzluğu yönetemezsin çünkü.
Murathan Mungan, Aslı Erdoğan için 22 Ağustos’ta cezaevi önünde yaptığınız özgürlük nöbeti eyleminde ülkenin yaşadığı kaosu şöyle tariflemişti; “Bir edebiyat atmosferinin içinde de yaşıyoruz. Türkiye bir yanıyla bir Kafka romanı, bir yanıyla bir Aziz Nesin hikayesi içinde yaşıyor.” Yaşadığımız tablo, sizi hangisine yakınlaştırıyor? Ve tüm bunlar üretiminizi nasıl etkiliyor?
Şöyle, bu iş biraz duyguları yönetmekle ilgili. Duygularını yönetme kabiliyeti kazanıyorsun bir noktadan sonra. Senle konuşurken duygularım, zihnim daha ayakta. Ve daha heyecanlıyım, gerginlik hissediyorum, daha ajite oluyorum. Çünkü sıcak olaylar ve gerçek kişiler üzerinden konuşuyoruz. İşte Aziz Nesin’in nabzı atıyor şu an. Kaba, tiksindirici gerçeklik. Bu da bir edebiyattır. Aciliyet içerdiği için sanatsal olarak eksikli, öte yandan işlevseldir. Murathan Mungan’ın söz ettiği Kafka ise, yazarın kendi duygusuyla da mesafe alarak, kendisinin o metnin içinde bir anlatıcı değil, o manzara içinde kaybolmuş biri haline gelmesi. Olağanüstü saçmalık, tanımlanmaz gerçeklik içinde kayboluş. Yazarın, bir anlatıcı olmanın ötesindeki suskunluğa geçerek oradan bakması. Bunun içinde yavaşlık, zanaatkarlık, zaman kaybetmeyi göze almak var. Kafkaesk bir zihinsellikte zamanı kaybedersiniz, zamanı çatır çatır harcarsınız, zamanı çatır çatır harcadığınız için bunun süzülmüş, şarabileşmiş edebiyatı birkaç yıl sonraya çıkar.
Keşke bunlar olmasa biz de kendi sarih yazılarımızı yazsak, kendi varoluşsal sancılarımız içerisinde dünyayı koklasak. Ama şu an her yer Türkiye kokuyor. Kafam Türkiye kadar. Ben edebiyatı düşündüğümde Türkiye olmam ki, Türkçe de olmam. Bir sürü dilin imgesiyle düşünmeye başlarım. Ama şu anda sadece Türkiye çerçevesi içerisinde sıkışmış durumdayız.
Ne zamandan beri bu sıkışmışlığı daha yoğun hissediyorsunuz?
Bilemiyorum. Aslında bana göre 90’lar. 90’lar bir de yarı bilip, yarı bilmediğimiz bir dönemdi. 90’larda ne olduğunu aslında 2000’li yıllarda tam olarak bildik. Ve bunu bize Kürt siyasi hareketi anlattı. Yani batının liberalleri gidip bulup, ortaya çıkarmış değil. Kürt siyasi hareketi ve Kürt medyası anlattı. 90’ların bıraktığı bir suçluluk var bir kere. Benim kuşağımdaki bütün bireylerde vardır. Aynı suçluluk duygusunu bu çağın gençleri Sur ve Cizre için yaşıyorlar.
Yaşadığımız günler 90’larla kıyaslansa da, 90’ları pek çok bakımdan aşan bir şiddetle karşı karşıyayız ve bu kez ne olduğundan neredeyse saat saat haberdar oluyoruz, yani biliyoruz. Ne dersiniz?
Evet, şiddetin gösterilmesi, bundan zevk alınması, ölü bedenlerin sürüklenmesi, o nefret duygusu, söylem, bunun videosunun çekilerek bir övünç kaynağı olarak yaygınlaştırılması, gösterme ve hepimizi tanık etmeleri buna... Seyrettirilmesi. Otomatik Portakal filminin aynısı yaşadığımız şey.
“Ne zamandan beri bu sıkışmışlık” sorusuna geri dönersem; 7 Haziran seçimleri döneminde mitingler yapılırken Diyarbakır’da bomba patladı. Ben onu alıyorum. O andan itibaren Türkiye’de bir düğmeye basıldı ve korkunç bir terör başladı. Tabi ondan öncesinde yakılan HDP binaları, dövülenler, linç edilmeye çalışılanlar, sonrasında Suruç, Ankara vs. şahikası oldu. Ondan beri herhalde.
Aslı Erdoğan da, Necmiye Alpay da yazdıkları mektuplarda dayanışmanın verdiği güç ve moralin altını çiziyor. Aslı Erdoğan da, içerden şöyle sesleniyor; “…Bu zorbalığa aslında teşekkür borçluyum. Hayatıma ve yazdıklarıma elimden hızla kayan ‘anlamı’ geri verdiler.” Benzer hissiyat, cezaevine giren diğer akademisyen ve aydınlarda da oluşmuştu. Bu, ‘inanç tazelenmesi’ boyutunu nasıl yorumlarsınız?
Buna çeliğe su vermek diyoruz! Aslı ve Necmiye Alpay’ı ele alalım. Necmiye Alpay 12 Eylül döneminde 3 yıl cezaevinde kalmış, kim bilir neler neler gördü. Necmiye Alpay’ı ben barışın konuşulduğu her yerde gördüm. Aslı’ya gelince, Aslı’yı da hepimiz tanıyoruz. Genel olarak Aslı, dünyayı fevkaladeliklerinden, ışıma anlarından anlatmaz. Aslı, ağrıyan bir bedendir. Ağrı kafasındadır onun. Bütün metinlerinde dünyanın ağrıyan yeri olarak yazar. Edebiyat bir hezeyan metnidir aynı zamanda ve hezeyanı bedensel acılar açısından yazar. Bu bedensel acılar aynı zamanda toplumsal yaralardır. Nerede bir can acısı, bir yangı varsa Aslı oraya doğru çekilir. Dolayısıyla onun Özgür Gündem’e yazması veya Özgür Gündem’in danışma kurulu üyesi olması tesadüf değil. Bu bir tavır. Üstelik de edebiyatıyla çok tutarlı bir tavır.
Son mektubunda “ne kadar çok umut, ne kadar çok erdem” gerektiğini yazdı. Karamsar ama aynı zamanda ne gerektiğini söyleyecek denli mağrur bir cümle kurdu. Esra Mungan da, “beni depresyondan çıkardı bu mesele” demişti. Böyle zamanlarda da mağduriyettense mağrur bir duruş sergilemek anlatıyı güçlendiriyor.
Yazarlarının, akademisyenlerinin, barış savunucularının cezaevlerinde olduğu, cezaevi önlerinde nöbetler tutulan bir ülke, dışardan nasıl görünüyor? Edebiyatçılar olarak nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Yurt dışından gazeteciler arıyor mesela, verdiğim demeçlere, yaptığım yorumlara o kadar hayret ediyorlar ki, bizi çok cesur buluyorlar! Ve ben bunu çok alçaltıcı buluyorum. Bu bir cesaret meselesi değil ki, haysiyet meselesi. Cesaret ne ki. Ayrıca bize mi kaldı cesaret? İnsanlar neler yaşıyor. Ben onlara şunu söylüyorum, cesaret dediğiniz zaman içinde bulunduğumuz durumu küçültüyorsunuz. Cesaret göstermiyoruz, biz buna artık mecburuz. Bu artık hayatta kalma meselesi. Hayatta kalanın hayatını nasıl yaşayacağı meselesi.
Necmiye Alpay cezaevinden yazdığı mektuplardan birinde, ‘Ateşi söndürmek için ateşe yaklaşmak gerekiyor’ demişti. Savaşa, ayrımcılığa, hukuksuzluğa, ifade özgürlüğüne özetle tüm antidemokratik uygulamalara karşı mücadele edenler, ‘ateşe yaklaşan’lar cephesinin yarattığı etki, müdahale kapasiteleri gibi hususlara ilişkin nasıl bir gözleminiz var?
Silahların, bombaların patladığı bir yerde insanlar ister istemez evlatlarını düşünüyorlar. Sokakta bu kadar şiddet varken insanlar kocasını içeri çeker; karısını, sevgilisini, çocuğunu eve çağırır. Burada artık devreye öncelikler giriyor. Bir kültürel varlık olarak değerlerimiz, barışımız değil de, başka öncelikler, “ben ve zürriyetim”, “çocuğum ve geleceği”, “kocamın hayatı” vs yani güvenlik giriyor. Kimseden cesur olmasını, çok dirençli olmasını bekleyemezsin. İnsanlar korkabilir, dirençsiz, kırılgan olabilir…
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay için dayanışma, nöbetler sürüyor ancak nasıl daha etkili, güçlü ve yaygın kılınabilir?
Birçok etkinlik yapılıyor, nöbet tutuluyor, toplantılar yapılıyor, kartpostal gönderiliyor. Örneğin Danimarka PEN Aslı’yı onur üyesi seçti, kitaplarını Danimarka diline çevirme kararı aldı. Evet, çoğu insan az önce söylediğim nedenlerden yani yaşamları ve gelecekleriyle ilgili kaygılarından dolayı biraz geri dursa da azımsanmayacak kadar çok kişi türlü kampanyalar düzenliyor. İnisiyatif alan okur grupları etkinlik düzenliyor. Tam da bu nedenle, yani bölünemeyecek kadar azken her çaba çok önemli, çok kıymetli.
Darbe girişimi, ardından gelen OHAL ilanı, ülkenin KHK ile yönetilmesi, demokrasi nöbetleri, milli mutabakat fotoğrafları, Erdoğan ve AKP’nin darbe girişimini fırsata çevirdiği analizleri… 15 Temmuz’u ve o günden bu yana yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu darbe girişiminin sorumlusu en başta iktidardır. Sen, ülkende, bürokrasinde öyle bir kadrolaşmaya göz yummuşsun ki bir başkasından emir alacak kadar örgütlenmiş, güç kazanmış ve ordunun silahlarını kullanıp, uçaklarını kaldıracak kadar içeri yerleşmişler. Alay mı ediyorsunuz bizimle?
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı’nın ‘Aldatıldık, Rabbim ve milletim affetsin’ sözünü nasıl karşıladınız?
Biz günah esasıyla yaşayan bir toplumuz. ‘Allah affetsin’, günah esasıyla yaşamanın kilit cümlesi. Bir gün geliyor, illaki bir gün, günahlarımız affediliyor. Uzun vadede kazandıran bir hisse senedi gibi. Halbuki utanç esası ile yaşıyor olsaydık, “aldatıldım”, “kandırıldım” gibi argümanlar bu kadar kolay karşılık bulmazdı. Bildik mağduriyet dilinin tekrarına maruz kalıyoruz. Ne oluyorsa oluyor, en muktedir olan tünelin sonunda mutlaka bir kurban diliyle konuşmaya başlıyor. Erişkin zihinlerin fiili edilgen değildir. Seçimlerinin bedelini bilirler.
Bu nedenle mi, kandırılmanın ya da yanlış politikalar izlemenin ve bu politikaların örneğin bir darbe girişimine yol açmasının en küçük bir maliyeti, bedeli söz konusu olmuyor?
Evet, hiçbir bedel ödenmiyor. Sadece hunharca, gerçekliğine bakmadan o okullarda okuyan yoksul çocuklara bir tırpanlama harekatı yapılıyor. Birden bire işinden edilen doktorlar, öğrenciliği boşa düşen gençler, inanılmaz bir hukuksuzluk. Trajikomik olanı da, yerleşik bir demokrasi kültürümüz varmış gibi yapılmasıydı. 10. Yıl marşıyla Mehter marşının yan yana bitiştiği bir şölen, olsa olsa devlet aklının balosunda sahne alır. Ontolojik olarak sivil olamaz. Gerçekten yerleşik bir demokrasi kültürümüz olsaydı, Gezi bu şekilde tırpanlanmaz, Aslı Erdoğan’ı, Necmiye Alpay’ı, Özgür Gündem Yayın Yönetmeni Zana Kaya ve Yazı İşleri Müdürü İnan Kızılkaya’yı kolayca tutukluluğa karar veremez, onca gazeteci hapse atılmaz, öğretmenleri bölücülük suçuyla açığa alamazlardı. OHAL darbe girişiminden sonraki darbedir. Fırsat bu fırsat muhalifler de siyasi alandan süpürülüyor.
Bilemiyorum… Belki de biz Simavnalı Bedrettin’den beri yeniğiz. Bu yenilgi, altı yüz yıl önce darağacında asılan özgürlük, kardeşlik ve eşitlik fikriydi. O yenilgiden sonra bir daha hiçbir zaman Anadolu halkları kendi içlerinde toplumsal sözleşmesini yapamadı. Belki de bizim en büyük açmazımız barışı devletten bekliyor olmamız. Bu kadar büyük bir erdemi niçin devlet gibi soyut bir aygıta bırakalım ki?
Şunu söyleyecek olanlara ne dersiniz? Bu sözleşmenin bir ayağında da yasal, anayasal zemini tayin edecek olan devlet var. Halklar arasında barış bu olmadan nasıl güvenceye alınacak? 2.5 yıl süren ‘çözüm süreci’ boyunca AKP’ye yönelik başta gelen eleştirilerden biri yasal düzenleme yapmaması değil miydi?
Bana göre barışmak hiç kimsenin bir daha savaştırılamayacağı ilkesel bir karar almaktır. Eskiden beri var olan savaşı bitirmekten söz etmiyorum. Bir daha hiç kimsenin savaştırılamayacağı toplumsal, erdemli bir yasa koymaktan söz ediyorum. Yazılı kanuna ihtiyaç duymayan bir yasa…
Nasıl?
Mesela Hükümet Sünni Suriyelileri Alevi köylerine yerleştiriyor. Aleviler diyor ki, “Bunu bize özellikle yapıyorlar.” Evet, özellikle yapıyorlar. O halde bir fırsattır bu. Gelenleri kabul et. Aç sofranı, kendini anlat, tanış. Asimilatif hamleyi boşa çıkar. Devletin sana biçtiği cümleyi kabul etme, sen kendi cümleni kur. “Buyurun, hoş geldiniz” de. İşte o zaman, devlet gibi düşünmeyi bıraktığımız zaman, devletin dışına çıkabiliriz. Haysiyet aleminde tabiiyetlerini unutabilmekten, daha erişkin bir dil kurmaktan söz ediyorum.
Hükümet, ‘Çözüm mözüm yok, savunmada değil taaruzdayız’ yaklaşımıyla savaşın sona ermesi beklentilerinin önünü kapatıyor. Belediyelere kayyım atanması, yaratacağı sonuçlar açısından endişe verici son uygulamalardan biri oldu. Ne olacak, şiddet nereye varacak, Hükümetin planı ne?
Çözümsüzlük, taaruz söylemi, 28 belediyeye kayyım atanması, göz göre göre halkın iradesini gasp etmektir. Apaçık iç savaş provokasyonu. Bundan ötesini artık tahayyül edemiyorum. Hele belediyelere atanan o kayyımların görev duygusunu, onların zihin dünyasını anlayabilmem mümkün değil. Zaten anlamayalım lütfen, her şeyi de dibine kadar bilmek, kavramak zorunda değiliz. Bu içinde bulunduğumuz kirli aklı çözümlemeye çalışırken kendi terbiyemizi de lekeliyoruz ister istemez.
Diğer yandan yoğunluğu, dozu artan şiddet ve ölümler giderek sıradanlaşıyor, çoklu ölüm haberleri bile dün yarattığı etkiyi yaratmıyor. Öykü ve romanlarında kıyıcılığa, yaralarımıza, travmalarımıza dokunan bir yazar olarak bu sıradanlaşma size ne hissettiriyor?
Öfke ve kirlilik duygusu. Öfke her şeyi kirletiyor. Özellikle bütün bu yaşananlara seyirci kalanlar, sessizce bakanlar, alçak bir sesle teessüf edenler, kendi kokmaz bulaşmaz ortayolcu demokratlıklarıyla sözü ağzında geveleyenler, en çok bu tür insanlara tahammül edemiyorum. Kendi değerler dünyanızı ayakta tutmak için fazladan bir direnç, fazladan bir sabır üretmeniz lazım. Nefsinizi hınca, kine, ilenmeye karşı korumanız lazım. Dünyadaki bütün insanlar insanlıktan çıksa da insan kendine söz vermeli. Her ne olursa olsun ben insan kalacağım, demeli.
Dolayısıyla, savaşın, şiddetin, ölümün olağanlaştırılmasına karşı durmak da bir mücadele...
Yaşamak, mücadele zaten. Sevmek, mücadele. Dostluk, eşitlik, canlılığın kutsallığı, bunların hepsi için mücadele etmemiz lazım. Bu kadar geriden başladığımıza göre geçmişte çok korkunç şeyler olmuş olmalı. Hatırlamak da bir mücadele.