Türk sinemasının en önemli oyuncularından Şener Şen, son dönemde bir sinema filminde rol almaması hakkında, “Abartmıyorum, son dört yılda 45-50 senaryo okudum. Asistanım aracılığıyla bana gönderilen hiçbir metni geri göndermeden okudum. Hatta senaryoların çoğu 10. sayfada kendini belli eder, nasıl bir şey olacağını anlayabilirsin. Ama ben beğenmesem de kendimi paralayarak, sıkılarak son sayfasına kadar okudum. Ama maalesef çok farklı, çok iyi senaryolara rastlayamadım” dedi.
“Hiçbirimiz Kemal Sunal’ın ününe yaklaşamadık” diyen Şen, “Kemal o dönem o kadar ünlüydü ki hiç birimizin ünü onunla kıyaslanmazdı. Sokakta, ilgiden yürüyemeyecek haldeydi. O yüzden de adeta yüzünde asık bir maskeyle dolaşırdı. Yanına yaklaşmak zordu” ifadelerini kullandı.
“Korku bir salgın hastalık gibi yayıldı. Bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Bunda tabii ki 12 yıldır süren günümüz iktidarının da payı elbette var” diyerek Türkiye’deki siyasi ortamı özetleyen Şener Şen, Gezi Parkı direnişi hakkında, “Gezi, apolitize olduklarını sandığımız gençlerin kendilerini hatırlatmasıydı. Meselelerden uzak olmadıklarını, kendi kabuklarına ait bir dünyada günlerini geçirmediklerini gösterdiler bizlere. Siyasetle uğraşsın uğraşmasın herkes için örnek bir hareketti” diye konuştu.
Hürriyet gazetesinden Uğur Vardan’ın sorularını yanıtlayan Şener Şen, figüranlıktan nasıl başrol oyunculuğuna geldiğini, Türkiye’deki sinema çalışmalarını ve unutulmaz rollerini anlattı. Vardan’ın “Maalesef iyi senaryoya rastlayamadım” başlığıyla yayımlanan (30 Kasım 2014) söyleşisi şöyle:
Türk sinemasının efsane isimlerinden Şener Şen, Hürriyet’e konuştu: “Gezi, apolitize olduklarını sandığımız gençlerin kendilerini hatırlatmasıydı. Herkes için örnek bir hareketti. Bilmediğimiz bambaşka bir gençliğin ifadesiydi onlar.”
‘Hababam’ın Badi Ekrem’i, ‘Banker Bilo’nun Maho Ağa’sı, ‘Namuslu’nun ‘Ali Rıza’sı, Haraptar Köyü’nün ‘Züğürt Ağa’sı, ‘Eşkıya’nın Baran’ı, ‘Gönül Yarası’nın Nâzım öğretmeni... Sinemamızın en unutulmaz karakterlerine hayat veren Şener Şen... Efsane oyuncu Şener Şen’le konuştuk.
Geçmişi de bilen bir emekçi olarak sinemamızın dününü ve bugününü karşılaştırabilir misiniz?
Valla sinema benim hayatta karşılaştığım en zor problemlerden biri açıkçası. Yıllardır bu işin içindeyim ama hâlâ net bir matematik formülü gibi bir tarife ulaştığımızı düşünmüyorum. Hem kaliteli hem de seyirciyi yakalayan film nasıl olur, bu keşfedilmiş değil, zaten bunu dünya sineması da bulmuş değil. Sanatın diğer dalları edebiyatta, müzikte ya da resimde meseleyi açıklamak nispeten daha kolay ama sinemada bu, karmaşık bir şey...
Zamanımızın avantajları nelerdir peki?
Günümüzde eskiye nazaran gerçekten yetenekli birinin çok büyük şansı olduğuna inanıyorum; bilgisi, görgüsü, kapasitesi olan birinin keşfedilmemesi mümkün değil. Bir yönetmen 10 dakikalık bir kısa film yapsın, internette göstersin, gerçekten değerliyse fark edilmemesi mümkün değil. Yeteneğiniz bir anlamda kartvizitiniz oluyor, kapılar açılıyor. Yeteneğin keşfedilmesi eskiden daha zordu ama bir yandan şimdinin zorluğu da maliyetlerin yükselmesi. Yarış da daha güçlü, rakipleriniz çok. Ama bunlar sadece buranın değil, dünya sinemasının da sorunları. Ama asıl mesele her zaman olduğu gibi senaryo ki bazı yönetmenler bunu hafife alıyor. “Ben ‘genius’ım, işi sette çözerim” diyorlar. Evet, sinema tarihinde böyle yönetmenler vardı ama onlar kendilerine bir şey vehmetmeyen gerçekten özel adamlardı. Neyse, sonuçta bu işin formülünde ilk sırada senaryo var, sonra yönetmen geliyor. Yönetenin senaryoyu yazması tercih edilir. Çünkü o dünyayı yazan, tasarlayan daha iyi aktarır. Oyuncu ise bu dizilişte üçüncü sırada geliyor. Oyuncu bulunur; zaten çoklar, zaten herkes bu işe hevesli. Üstelik sinema tiyatro gibi oyuncunun mihenktaşı olduğu bir er meydanı değil. İyi bir yönetmen kötü bir oyuncudan bile iyi bir oyuncu yaratabilir, kurgu ve kısa plan becerisiyle parlatabilir. Gerisi zaten finans... Ayrıca günümüzde teknolojik meseleler de çözüldü ama dediğim gibi çözümleyen şey iyi bir senaryo...
Birçok unutulmaz karaktere hayat verdiniz. Bu konuda nasıl bir hissiyat içindesiniz?
Ben oyunculuğu ciddiye alıyorum. Benim derdim bu dünyada iyi filmlerde oynamak, oyunculuğumun keşfedilmemiş yanlarını hâlâ ortaya çıkarmak. Tabii ki sistem başka şeyleri empoze ediyor. Bu ortamda beni heyecanlandırmayan bir projeye evet demiyorum.
Sinemamız geçmişte hafiften hor görülür bir durumdaydı. Siz o dönemlerde bile akılda kalan karakterlere imza attınız.
Bende farkında olmadığım gözlem yeteneği vardı. Bazı insanların nasıl kulağı iyidir, gözü iyidir benim de gözlem yeteneğim iyiymiş. Adana’da doğdum ama 1950’de İstanbul’a taşındık. Orta halli bir aileden ve sınıfsal kökenden geliyorum. Zeytinburnu’nda gecekondularda büyüdüm. Orası her sınıftan insanın buluştuğu kozmopolit bir yerdi. Belki de farkında olmadan orada birtakım şeyleri biriktirmişim ve bunlar daha sonra açığa çıktı.
Ya baba etkisi, rahmetli pederiniz Ali Şen de oyuncuydu malum...
Asıl mesleği marangozluktu. Halkevleri dönemi bilenler bilir, birçok kurslar açılırdı. O da tiyatro bölümü için dekor yaparken tiyatroyla ilgileniyor. Demek ki özel bir yeteneği varmış, Adana’da parlak bir oyuncu olarak hatırlanıyor. İstanbul’a taşınınca da hem marangozluk hem de tiyatro devam ediyor. Aslında babam çok değişik bir insandı, bütün bunlara devam ederken bir ara bir iplik fabrikasında usta olarak bile çalışmıştı. Onu Adana’dan tanıyan Muammer Karaca yardımcı oluyor derken burada da tiyatrolarda oynamaya başladı, sonra da sinemaya geçti.
Sizin öykünüze dönersek...
Valla ben her türlü işe girip çıkıyordum. Buna şoförlük de dahil. Sonra Kepirtepe Öğretmen Okulu’nu dışarıdan bitirdim ve öğretmenlik yapmaya karar verdim.
‘Hababam’ serisindeki ‘Badi Ekrem’ ve ‘Gönül Yarası’ndaki Nâzım karakterleriyle öğretmenliğe bir anlamda geri döndünüz. Ne kadar yapmıştınız ve niye bırakmıştınız?
İki buçuk-üç yıl kadar yaptım. Belki de şundan: Benim tercihim sınıfsal bir refleksti. Burjuvaysanız işiniz kolay; eğitiminiz var, yol göstereniniz var, seçeneğiniz var... Yeteneğiniz varsa zaten küçük yaşta keşfediliyorsunuz. Biz ise sadece hayat derdindeydik.
Ama büyük oyuncular da o sınıftan çıkmıyor genellikle...
Zaten onlar da oyuncu olmak istemiyor, holdingin başına geçiyor. Bizimse imkânlarımız olmadığı için şoförlük, pazarlamacılık, işportacılık yaptık. Ama bunlar da sizi bir şeye hazırlıyormuş: Kendinizi keşfetme dönemine. Öğretmenliğe gelince ben bu işi ciddi biçimde seçtim. Bu seçimde de aslında sınıfsal bir refleks var. Çünkü bizim kesimdeki insanların tek güvencesi devlete kapılanmaktır; çünkü orada iyi kötü bir para alırsın, yükselmesen de aç kalmazsın. Bu arada şunu da söylemeliyim: İçimde hep tiyatroya ilişkin bir kıpırtı var, amatör olarak sürdürüyorum.
Burada rol model olarak baba etkisi olabilir mi?
Kim bilir, olabilir belki de. Fakat şöyle bir etki de var: Sinemadan hiç hoşlanmıyorum, hatta nefret ediyorum çünkü babamın sefil halini görüyorum, düzenli para alamıyor, yevmiyeyle çalışıyor. Diyorum ki, tiyatro olabilir ama sinema olmayacak. Üstelik tiyatroda yine tıpkı memurluk gibi düzenli bir maaş var. Kendime hedef olarak ‘Şehir Tiyatroları’na girmeyi koydum. Kafamda öğretmenliği bitirdim ama bundan kimsenin haberi yok, “Ben oyuncu olsam iyi olur” diye kendi kendime düşünüyorum. Sonra istifa ettim, döndüm İstanbul’a.
Herhalde yeni zorlu bir dönem.
Evet, bir sürü zorluklar oldu. Oyuncu olarak almadılar önce, 1967’de figüran olarak girdim. Nedeni de basit: Konservatuvar eğitimim yok. Kalabalık rollerde yevmiyeli stajyerdim.
İlk oyunu ve rolünüzü hatırlıyor musunuz?
‘Romeo ve Juliet’teki düşman ailelere mensup kişilerden biriydim ve tek repliğim, “Hey bakın burada” gibi bir şeydi. Başrollerde Cüneyt Türel’le Tijen Par vardı ve “İşte onlar oyuncu” diye imrenerek bakardım... Orada gelişme hızlı oldu, kısa zamanda iyi roller oynadım Şehir Tiyatroları’nda: ‘Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası’, ‘Zengin Mutfağı’, ‘Aslan Asker Şvayk’ vs....
Başrol mü oynuyordunuz?
Evet.
‘Zengin Mutfağı’nı daha sonra sinemada da oynamıştınız. İlginç olmuş.
Evet, malum oyun bir Vasıf Öngören klasiği. Tiyatrodaki oyunu Başar Sabuncu yönetmişti, sinemada da yine o yönetti. Gerçekten ilginç olmuştu.
Sinemada sizi kim keşfetti?
Valla Arzu Film diyebiliriz. ‘Badi Ekrem’le başladı her şey. Ondan evvel de bazı filmlerde oynadım. Hulki Saner’in ‘Bak Yeşil Yeşil’i vardır mesela. Ahmet Özhan, Hale Soygazi başrollerdeydi. Orada Ahmet’in menajerini canlandırıyorum, yok böyle kötü oyunculuk... Ben olsam oradaki performansımı okullarda “İnsan nasıl bu kadar kötü oyuncu olur?” diye gösteririm. O kadar kötü yani. Ama dediğim gibi kitlelerin beni tanıması ‘Hababam serisi’ ve ‘Badi Ekrem’le oldu.
Peki ‘Badi Ekrem’i nasıl bir hissiyatla canlandırmıştınız?
Valla gene gözlem gücüne dayanan bir şeydi. Mesela biz Yavuz’la (Turgul) karakter derinliği üzerine çok tartışırız, çok uğraşırız film öncesi. O zamanlar karakterden çok tiplemeler önemliydi; ben de işte böyle hıyar bir hoca, zart zurt yapan, hava basan, afra tafra yapan bir tipi yarattım. Öyle çok gözlemlerim olduğu için oynarken öneriler getirdim. Bu da Ertem abinin çok hoşuna gitti, o karakter de öyle devam etti.
Ertem abi sanki orada sizdeki ışıltıyı görmüş gibi...
Valla Ertem abi enteresan bir adamdı. Beni seçerken de ne “Al şu teksti oku”, ne “Nasıl okuyorsun, bir görelim” dedi. Cast yaparken bir parça okunur, denemeler yapılır, bunların hiçbiri olmadı. O dönem ben TRT’de Güneş Tecelli’nin hazırladığı bir programa çıkıyorum, orada küçük skeçlerde oynuyorum. Onları görmüş Ertem abi, “Berbat şeyler” dedi. Skeçleri de ben oynadığım gibi yazıyorum da. Ben de ne diyeyim, “İyi” dedim. Sonra “Bu rolü sen oynuyorsun” diye devam etti. Bu kadardı bütün konuşmamız. Öyle girdim ben Arzu Film’e. Getirdiğim önerilerde ona iyi gelen oyunculuk yanımı gördü. Onun kafasında düşündüğü oyuncu tipleri vardı. Zaten sonraki filmlerde de ‘Şabanoğlu Şaban’da, ‘Süt Kardeşler’de, ‘Çöpçüler Kralı’ında ‘Badi Ekrem’in türevi karakterleri oynadım.
Artık tiyatro yerine sinemayı düşünme vaktiniz de gelmiş sanırım...
Oyuncu olarak kendimi gösterme fırsatı bulunca sinema ağır basmaya başladı. Ama asıl etken Arzu Film’di, sanki benim yapıma uygun geldi orası. Ben iş konusunda ciddi adamımdır, ne yapacaksam iyi yapmam lazım diye düşünürüm. Oradaki disiplin ve sistem beni iyi hissettirdi ve sinema artık cazip olmaya başladı.
Ya gelir olarak?
Yardımcı roller oynadıkça gelirde pek bir yükselme olmuyor. Ancak başrolde sınıf atlıyordun.
‘Badi Ekrem’den sonra sokağa çıktığınızda insanların size bakışının değiştiğini hissetmeye başladınız mı?
Tabii ama o süreç kademe kademe oluyor. Bir ismin halk tarafından öğrenilmesi çok zaman alıyor. Şimdi de öyledir ya, “Şu dizide oynayan çocuk, bak oradaki kız vs.” Halk enteresandır yani, en azılı, en acımasız eleştirmendir... İsminiz yavaş yavaş öğrenilir. Yavaş yavaş öğrenildikten sonra da unutmaz; bu oluyorsunuz, olmuşsunuz demektir.
Hep kötü adam karakterlerinde devam ederken babanız gibi genel bir tiplemenin üzerine yapışacağını düşündünüz mü?
Valla düşünmeye pek fırsatım olmadı, zaten ‘Namuslu’yla da kırılma noktası yaşadım. Onun hikâyesi de aslında bir hayli ilginç. Şimdilerde nasıl TV’ciler oyunculara iş yazıyorsa o zaman da işletmeciler böyle bir misyonu üstlenirlerdi. Bölge işletmecileri Ertem abiye baskı yapıyor, beni kastederek “Bu adam işte çok güzel kırsal kökenli tiplemeleri oynuyor, işte ‘Banker Bilo’daki Maho ağada çok iyiydi. Ona öyle bir başrol yap” diyorlar. Ertem abi beni yanına çağırıp durumu aktardı, aslında açıkça “Ben seni başrol falan düşünmüyorum ama işletmeciler istedi, ben de mecburum oynatayım dedim”e getiriyor konuyu. Benim oynadığım karakterler kötüdür ama sevimlidir. Her ailede, her çevrede öyle tatlı üçkâğıtçılar vardır. Ya amca öyledir, ya komşusu öyledir, ya bakkal öyledir vs. Hem kızarlar hem gülerler, “Ne sahtekâr adam” derler, “namussuz orayı burayı dolandırdı ama işini de yürütüyor...” Hep öyle bir hoşgörü payı vardır.
Anladığım kadarıyla önemli bir ‘Karar anı’ geliyor.
O zamanlar ekonomik güç olarak da parlak değilim, dediğim gibi sadece yardımcı rollerde oynuyorum. Üstelik Ertem abiye itiraz etmek kolay değildir. “Hayır” dediğiniz zaman kapının önünde bulursunuz kendinizi, “Git o zaman” der, “bir daha seninle işimiz olmaz.” En saf ve kararlı biçimde dedim ki “Ben işletmecilerin istediğini oynamam.” Çok şaşırmıştı, “Ee, ne oynayacaksın” dedi. “Eğer başrol oynayacaksam bunu ben kendim seçmek isterim” diye cevap verdim. “Ne mesela?” dedi. O sırada bizde Başar Sabuncu’nun bir projesi vardı, ‘Namuslu’ diye, pek gündeme gelmiyordu. “Mesela o olabilir” dedim, Ertem abi de “Senden istenen o değil ki” diye sürdürdü konuşmayı. “Valla” dedim, “yaparsam bunu yaparım, onların istediğini yapmam, gerekirse yardımcı rollere devam ederim” diyerek bir anlamda son noktayı koydum. İki saniye düşündü, “Yapıyoruz” dedi. Ve kendi çekti, o da bana jest olsun diye... Neyse ki o film ticari açıdan o yılın ilk 10’u arasına girdi de ben sonraki filmleri yapabildim. Yoksa o zamanın düzeninde bir daha dünyada kapınızı çalan olmazdı.
Çok sayıda karaktere hayat verdiniz, en sevdiğiniz rol hangisi?
Valla herkesin evlatlarıdır oynadığı roller ama benim gerçek evlatlarım. ‘Namuslu’da da ‘Eşkıya’da da ‘Gönül Yarası’nda da ‘Av Mevsimi’nde de ben seçtim karakterlerimi. Mesela Yavuz (Turgul) bana göre rol yazıyor ama çok duyarlıdır, çok saygılıdır; hep sorar “Oynayacak mısın?” diye. Toparlarsak hep ben seçtiğim için ayrım yapamıyorum. Sahiden evlatlarım. Bazen para için oynarsın, sonra da “O rol benim evladım” dersin. Bizimki öyle değil. Para hiç konuşmuyoruz ki baştan. Genelde herkesin konuştuğu “Kaç para alacağım, kaç gün sürecek”tir. Benim için bunlar belirleyici değil ki...
Bu seçimler ‘Namuslu’dan beri değil mi?
Evet, o zamandan beri. Şimdi millet diyor ki “Eh, tabii tuzu kuru, seçiyor.” Tuz yokken de her taraf ıslakken de böyle davranıyordum. Bu, çok büyük bir serüven, risk... Buna herkes cesaret edemez. Çünkü sağlam bir yeri -ticarette de akıl işi değildir- elde ettiğin bir şeyi kaybetme anlamına gelir böylesi bir tavır. Hazır bir şeyi bırakıp ne olacağını bilmediğin bir yöne doğru gidiyorsunuz.
Reddettiğiniz için sonradan pişman olduğunuz bir rol var mı?
Hiç yok. Oynamadığım ve sonradan başarıya ulaşmış filmler vardır ama ben yine de o filmlerde olamazdım. O rolü alan arkadaşlar da benden daha iyi oynadı. Çünkü karar aşamasında o role kendimin dışında genel bir çerçevede de bakıyorum. O karakteri becerir miyim, beceremez miyim diye ölçüp biçiyorum. Eğer uygun bulmamışsam karşımdakine, “Bu proje olur mu olmaz mı bilemem ama bu rolde ben başarılı olamam” diyorum. Bazen de beni tavlamak için öyle roller yazılmıştır ki... Şöyle yapılır ve düşünülür genelde: Adamı parlatırlar, karakter her yere girer, oyuncu dayanamaz ve “Ben bunu oynayacağım” der ama filmin bütünü boştur. Sinemasal hiçbir değeri yoktur, ben senaryoyu, rolümü okuduğum zaman filmi görüyorum. Bunda da genelde yanılmam.
Badi Ekrem eşofmanı fikri nasıl çıktı?
Bu sonradan çok önemsendi. Oysa başlarda sıradan bir şeydi. Beden öğretmeni eşofmanlı olur, derse takım elbiseyle çıkmaz tabii ki. Hatta bizde o zamanlar öyle sanat yönetmeni, kostüm tasarımı vs. gibi birimler olmazdı. Sete rastgele bir şekilde o eşofman gelmişti. Giyince de üzerime oturdu ve kaldı. Yani ileride tarihe kalacak bir biçimde özenle seçilmiş bir şey değildi. Bu ülkede siyaset ve baskı ne denli yoğun olursa olsun mizah hep bir çıkış yoluydu. 12 Eylül öncesinin kanlı günlerinde bile Gırgır gibi bir dergi, sizin de rol aldığınız oynadığınız onca komedi filmi hızını kesmezdi. Ama artık siyasi mizah rafa kaldırılmış gibi.
Bu koşulları yaratan korku iklimi hakkında neler söylersiniz?
Korku bir salgın hastalık gibi yayıldı. Bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Bunda tabii ki 12 yıldır süren günümüz iktidarının da payı elbette var. Sanatla ilgili çalışmalar, hür düşünce ürkütücü bir hale getirildi. Bu gibi durumlarda en büyük tehlike de ‘otosansür’dür. TV kanallarını düşünün, onlar da ayakta kalmak ve kendilerini kollamak adına esas görevlerinin dışına taştılar.
Peki siz bir sanatçı, hatta sorumlu bir aydın olarak nasıl bir gelecek tasavvur ediyorsunuz?
Valla dünyada geriye gidiş pek olmamıştır. “Umutlarımızın var olduğunu düşünerek umutlanmak istiyorum” diyeyim kısaca.
Buradan yakın zamandaki en kitlesel politik meseleye atlayalım: Gezi hakkında neler söylersiniz?
Gezi, apolitize olduklarını sandığımız gençlerin kendilerini hatırlatmasıydı. Meselelerden uzak olmadıklarını, kendi kabuklarına ait bir dünyada günlerini geçirmediklerini gösterdiler bizlere. Siyasetle uğraşsın uğraşmasın herkes için örnek bir hareketti. Belki sonradan kimilerinin iddia ettiği gibi safiyane halini bozmuş olabilir ama her halükârda önemli bir oluşumdu. Hatırlıyorum da ilk günlerde “Liderleri kim?” diye bir laf atılmıştı ortaya. Lider yok, belki herkes lider ya da hiçbiri lider değil, hepsi ümmet! Bilmediğimiz bambaşka bir gençliğin ifadesiydi onlar. ‘Gezi’yi böyle okumak gerek diye düşünüyorum.
Canlandırdığınız karakterlerden yola çıkarak sorayım: Gerçek Şener Şen kim?
Filmlerimde çok çeşitli karakterleri oynadığım için hangisi benim bilmiyorum. ‘Çiçek Abbas’taki bitirim, ‘Eşkıya’daki Baran, ‘Badi Ekrem’, hangisiyim ben? Bilmiyorum tabii ki ama hepsinden birer parça taşıdığım doğru. Kişilik olarak da kendimi iyi hissettiğim ortamlarda bir açılma oluyor. Ama eğer o kadar iyi hissetmiyorsam kapalı, içe dönük bir kişilik sergiliyorum. Benim için “O bir tanedir” diyenler de var, “Çok mesafelidir” diyenler de. Ama şunu da söylemeliyim: 77 milyonla tabii ki samimi olamam...
Son olarak yabancı oyunculardan en çok kimi beğenirsiniz?
Bütün iyi oyunculuklarla ilgim vardır. İsim vermek gerekirse mesela Tom Hanks’i çok beğenirim. Peter Sellers çok iyiydi, hatta bende kendi kuşağımın bütün iyi oyuncularından izler bulabilirsiniz. Belki de bu bakış açısıyla tür değiştirme ve yeni alanları keşfetme gayretine girdim.
Peki sinemamızın yeni filmlerini takip edebiliyor musunuz?
Elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama sinefil değilim. Bu arada seyirciyle buluşan filmleri de takip etmeye çalışıyorum. Hani o çok izlenen filmlere, çok okunan kitaplara hafif üstten bakılır ya, ben aksine onları izlemeye, okumaya çalışırım. Oralardan hepimizin alacağı dersler olduğunu düşünürüm. Bu tür filmleri de özellikle seyretmeye çalışırım. Bu tanımlamaya girmiyor belki ama son birkaç yılda en çok etkilendiğim filmlerden biri ‘Sonbahar’dı’. ‘Vavien’i de çok sevmiştim.
Ama halk o kadar sevmedi.
Doğru ama halk bizim ‘Gölge Oyunu’nu da çok sevmemişti. O da çok özel bir filmdi.
Kemal Sunal’ı özlüyor musunuz?
Tabii ki, biz Kemal’le iyi arkadaştık. Ailece de görüşürdük. Kemal o dönem o kadar ünlüydü ki hiç birimizin ünü onunla kıyaslanmazdı. Sokakta, ilgiden yürüyemeyecek haldeydi. O yüzden de adeta yüzünde asık bir maskeyle dolaşırdı. Yanına yaklaşmak zordu. Ama gerçekte arkadaşları arasında çok keyifliydi. Belki şu noktaya dikkat çekilebilir: ‘Şaban’ tiplemesi üzerine o kadar yapıştı ki, bundan pek kurtulamadı.
‘Pek Yakında’daki ‘Eşkıya’ göndermesini ve filmin genelini nasıl buldunuz?
Cem son dönemin en parlak insanlarından biri... Bizim sahip olduğumuz en önemli zekâlardan biri. Sahnede, ‘stand-up’ta erişilmez olduğunu düşünüyorum. Sinemada Cem zekâsında bir adamın isterse sinemanın şifrelerini de çözeceğine inanıyorum ama kendisini o kadar coşkuyla ve heyecanla kaptırıyor ki bunun da aynı sahnedeki gibi seyirciye geçeceğini zannediyor. Halbuki senaryo daha bir matematik işi ama o sinemada belki de bunu kabul etmek istemiyor. Ama bu sadece Cem için değil neredeyse herkes için geçerli. Cem’i kastederek söylemiyorum ama kimi gençlerde “Aklıma bir fikir geldi, bunu çekelim” refleksi hâkim gibime geliyor. Oyunculuğuna gelince yeteneğini sinemada bize hatırlattığı en büyük gösterinin ‘Av Mevsimi’ olduğunu düşünüyorum. Başka birinin bu rolü böyle kıvırabileceğini sanmıyorum. O şizoid yapıdaki bir karakteri oynamak o kadar da kolay değil. Çekimler sırasında bazı sahnelerde durup onu tebrik ettiğimi hatırlıyorum. Film çekmek onun hayat biçimi. Çok seviyor sinemayı. İçinden geldiği gibi coşkuyla, sevdiği insanlarla yapıyor. Bu da güzel bir şey...
‘Eşkıya’ göndermesine gelince: Bu Cem’in başarısı ama ben bu bölümü, filmde Cem’in canlandırdığı karakterin bir fonu olarak gördüm. ‘Altıncı polis’in kendini gösterme hamlesi yani. Bu sahne için Yavuz’dan izin aldı ve son derece başarılı bir şekilde de çekmiş.
Peki sizi yalnız Yavuz Turgul filmlerinde mi izleyeceğiz?
Oysa bunu bozmak için çok uğraşıyorum!
Bu soruyu şunun için sordum: Belki yanılıyorumdur ama sanki genç yönetmenler size ulaşamıyor ve bundan dertliler.
Sanırım yanılıyorsun. Tersine bana ulaştırılan işlerini okuyorum. Abartmıyorum, son dört yılda 45-50 senaryo okudum. Asistanım aracılığıyla bana gönderilen hiçbir metni geri göndermeden okudum. Hatta senaryoların çoğu 10. sayfada kendini belli eder, nasıl bir şey olacağını anlayabilirsin. Ama ben beğenmesem de kendimi paralayarak, sıkılarak son sayfasına kadar okudum. Ama maalesef çok farklı, çok iyi senaryolara rastlayamadım.
Yeniyi tabii ki reddetmiyorum çünkü reddetme benim için eskiye gömülmekle eşanlamlı. Bunun dışında kalmayı düşünüyorsan eğer üç-beş arkadaşınla git bir lokalde takıl. “Hey gidi günler” diyerek günlerini geçir. Bu tuhaf biçimde yok olup gitmek anlamına geliyor. Ben öyle olmak istemiyorum. Üzerime düşeni, umutla yapmaya çalışıyorum.
Peki gelelim can alıcı soruya! Nuri Bilge sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla Nuri Bilge sineması benim çok yatkın olduğum bir sinema değil. Ama ilgiyle seyrediyorum. ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’dan da ‘Kış Uykusu’ndan da, hatta daha önceki çalışmalarından çok etkilendim açıkçası. Bana geçen izlenim üslup sahibi bir yönetmen olduğu. Bir filmini 15 dakika izlesem ve bana kimin çektiğini söylemeseler, hemen Nuri Bilge’ye ait olduğunu anlarım. Bu da az buz bir şey değildir. ‘Kış Uykusu’nda bize hem sanatsal hem popüler film yapacağının ipuçlarını verdi. Orada öyle sahneler var ki mesela kız kardeşiyle diyaloğa girdiği bölüm... Oradaki zamanlama, oyuncu yönetimi vs. Bunlar sinemada kolay kolay becerilecek şeyler değil. Seyirci o sahnelerde nefesini tutarak izliyor. Yani biz Nuri Bilge’yi daha çok seyredeceğiz ve her seferinde bizi şaşırtacak, yeni ve farklı yanlarını gösterecek.