“Senin kameran benim silahımdan daha tehlikeli”

“Senin kameran benim silahımdan daha tehlikeli”

*Ayşe Yıldırım 

Özel tim çekim yapan gazeteciyi durdurdu. “Gel bakalım böyle” deyip bir duvarın dibine çekti. “Tedirgin görünüyorsun” dedi gazeteciye. “Nasıl tedirgin olmayayım” diye yanıt verdi gazeteci: “Üstün cephanelik gibi. Her tarafında el bombası, elinde de kocaman bir silah var.”

Polis sert sert baktı, gözlerini kameraya dikti ve “Senin kameran benim silahımdan daha tehlikeli” diye konuştu.

Diyarbakır’da yaşanan bu olay tek başına bölgedeki durumu tüm çıplaklığıyla sergiliyor. Türkiye gerçeği görmesin, duymasın, bilmesin...

Yazanlar, gösterenler yok mu? Elbette var. İşte onların da başı beladan kurtulmuyor. Gözaltılar ve tehditler Diyarbakır’daki gazeteciler için olağan hale gelmiş. Ama anlattıkları öyle resmi gözaltılar değil. Yüzleri maskeli, sivil kıyafetli, anlatan gazetecilerin deyişiyle “sadece ellerindeki silahın resmi olduğu” kişiler tarafından yapılan “korsan gözaltı”lar. Boş bir binanın içinde atılan dayaklar ve ölüm tehditleri.

Yine de çok fazla anlatmak istemiyorlar. “İnsanlar öldürülürken bizim yaşadıklarımız önemsiz” duygusu hâkim.

Bölge halkı gibi gazeteciler de umutsuz ve kırgın. Onları en çok yaralayan şeyi bir cümlede özetliyorlar: Burada olan burada kalıyor.

Yandaş medyaya da bir mesajları var: Attığınız nefret başlığının faturasını burada biz ödüyoruz.

Haber Nöbeti’nin ikinci gününde meslektaşlarımızın sahada neler yaşadığını da gözlerimizle gördük. Azadi televizyonuyla önceki gün yasağın kalktığı 9 mahalleyi görmek için Sur’a girdik. Sur’un ortasından geçen Gazi Caddesi’ne sıkı bir üst araması yapılmadan girmek imkânsız tabii polislerin ahretlik sorularını da yanıtlayacaksınız. Cadde boyunca dizili zırhlı araçlar, meşhur siyah Rangerlar, adım başı ellerinde otomatik silahlarıyla tam teçhizatlı özel harekât polisleri, mahalle başlarındaki demir bariyerlerinin yanında üzerine Türk bayrağı konulmuş siperler tam bir savaş görüntüsü sergiliyor.

Yasak sözde kalkmış ama mahallelere giremiyorsunuz. Açık olduğu iddia edilen cadde boyunca dükkânların birçoğu kapalı. Etrafta dolaşan birkaç kişi var. Onlar da ya dükkanına bakmaya gelmiş ya da bir fırsatını bulur da evime gidebilir miyim diye bakınmaya. Tahir Elçi’nin vurulduğu Yenikapı Sokağı’nın köşesine vardığımızda açılan ateşle olduğumuz yerde duruyoruz. Bu bir uyarı atışıymış. Polisler “Gelmeyin, dönün” diye bağırıyor. Yasağın kalktığı söylenen caddede ilerleyemiyoruz. Ardından “Gelin bakayım siz buraya” diyen polislerle bir süre yaşadığımız tartışmayı uzun uzun anlatmayacağım bile. Dedim ya buralarda bu tür olaylar olağanlaşmış.

Olağan olmayan ise “temizliğin” bitmek üzere olduğunu söyleyen hükümet yetkililerinin aksine yaşanan çatışmaların şiddeti. Savaş manzarasını peş peşe patlayan bomba sesleri, yükselen dumanlar ve caddeden geçen ambulanslar tamamlıyor.

Esnaf ise kendi haline mi üzüleceğini yoksa Sur’da yaşayan halka mı üzüleceğini şaşırmış halde. Borç batağına saplandığını, cebindeki 11 lirayla iki çocuğuna nasıl bakacağını düşündüğünü söyleyen genç bir adam, “Ama en çok Sur’daki halka üzülüyorum. Tek suçumuz Kürt olmak. Artık uyuyamıyoruz bile. Her gece ağlıyorum.”

Tüm bu manzara ortasında hayvanseverlerin çatışmalarda yaralanan kedileri topladığına şahit olmak ise bambaşka bir duygu. Köpeklerin kaçtığını ama kedilerin kaçamadığını anlatıyorlar. Yüzü parçalanmış bir kediyi gösteriyorlar: “Buna muhtemelen şarapnel parçası gelmiş. Kurşun yarası olanları kurtaramıyoruz. Kurtardıklarımızı ise sahiplendirmeye çalışıyoruz.”

Onları izleyen yaşlı bir adam mırıldanıyor: Keşke kedi olsaydım. Onlarla ilgilenen var hiç değilse.

*Bu yazı Cumhuriyet'te yayımlanmıştır