'Sesindeki acıya omuz silken adamın hikâyesi'

'Sesindeki acıya omuz silken adamın hikâyesi'

T24 - Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın, "Sesindeki acıya omuz silken adamın hikâyesi" başlığıyla yayımlanan (3 Aralık 2011) yazısı şöyle: Kaderin mesaisi hiç bitmiyor; “Nostalji Dükkânı” adlı bir eskicide geçmişi özleyenlere metruk eşyalar satan bir adamın romanını yazan genç Amerikalı, Paris’te şimdiki zamanı sevmeyi öğrenirken, bunu düşünüyordum. Hayatın hesaba gelmeyen muzip eli, Woody Allen’ın son filmini kendime rağmen epey bir gecikmeyle, tam da o akşam izletti bana.

Midnight in Paris (Paris’te Geceyarısı), bütün iyimserliği ve mizahıyla insanı mutlu eden bir film. Ama gizli bir hüznü de var; zamanla aralarındaki ilişki, yaptıklarının ve yapamadıklarının bilgisiyle sancılanan huzursuz kullar o hüznü iyi bilir. Gil Pender –tıpkı Allen gibi mütereddit cümlelerle konuşan bir Owen Wilson– adlı genç yazarın, önce Fitzgeraldlarla, Hemingway’le, Getrude Stein’la, Picasso’yla buluşacağı 1920’lerin Paris’ine, sonra biraz daha öncesine, Montmartre’de cancan yapan kızları Toulouse-Lautrec’le birlikte seyredeceği Belle Epoque günlerine uzanan yolculuklarını hem gülüp hem hüzünlenerek izlerken, bir yandan da, “zamandan kopmuş” bir başka gezginin izini sürüyordum ben. Kucağımda Kurt Vonnegut vardı.

“Bu kitap ancak bir fiyasko olabilirdi”

Kur’an-ı Kerim, “kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaştıkları için” Allah tarafından cezalandırılan Lût kavminin helâkını anlatırken, “Onların üzerine azap sağanağı yağdırdık” der. Lût’u ve çocuklarını bu sağanaktan esirgeyen Allah, Lût’un karısını merhametinden müstesna tutmuştur: “Onu helâk olanlardan takdir ettik.” Sodom ve Gomora’nın sonunu anlatan hikâyeyi Tevrat ’la İncil ’in başlangıç bölümü olan Tekvin’den okumak ise, Lût’un karısıyla ilgili hükmün Kur’an’dakinin aksine “peşin” değil “anlık” olduğunu düşündürür insana.

Rabbin iki kenti yok etme kararının haberini getiren melekler Lût’a, karısını ve çocuklarını yanına alarak “geriye hiç bakmadan” kaçmasını söylerler. Rab, Sodom ve Gomora’nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırıp, yaşayan her şeyi yok ederken, Soar’a kaçan Lût ve ailesi kurtulacak, meleklerin sözünü dinlemeyip, son bir kez geriye dönüp bakan karısı ise tuzdan bir direğe dönüşecektir.

Bu hikâyeyi bilen herkes, Vonnegut’ın (1922-2007) kendisini bir “kült yazara” dönüştürecek olan başyapıtı için koyduğu erken teşhis üzerinde düşünmüştür sanırım. “Yanlış” bir teşhistir bu ama teşhisin gerekçesi, insan olmanın laneti üzerine çok şey söyler. Slaughterhouse- Five’ın (Mezbaha No. 5) giriş bölümünde şöyle yazar Vonnegut: “Bu kitabım bir fiyasko ve tuzdan bir direk tarafından yazıldığına göre, başka türlü olması da beklenemezdi zaten.”

Yaşamak ve özel olarak da yazmak, sürekli bir geriye dönüp bakma eylemidir aslında. Zaman, sadece hayal kurmayanlara düz bir çizgi gibi görünür. Ve hayalleri yapanın hafıza olduğuna inananlar, “tuzdan bir direk” gibi kaskatı kesilmek pahasına, zamanın içinde gezinip duracaklardır elbet.

Vonnegut, mâlum, 1945 şubatında savaş esiri olarak çalıştırıldığı mezbahanın mahzeninde saklanarak sağ kurtulduğu Dresden bombardımanını, ancak çeyrek asır sonra ve “hâtırat” değil “kurmaca” şeklinde, fantastik unsurlarla yüklü bir nevi bilim-kurgu romanı olarak yazabilmişti. İşin tuhafı, Müttefik Kuvvetlerin kentin üzerine iki gün içinde 3900 ton bomba yağdırarak, Vonnegut’a göre 135 bin, sonradan kesinleşen rakamlara göre ise 25 bin insanı öldüren vahşeti, biraz da yazarın kurduğu bu fantazma sayesinde büsbütün çıplak ve büsbütün gerçek görünür kitapta.

Başkarakter Billy Pilgrim, Trafalmador gezegeninden gelen bir uçandairenin onu kaçırması sayesinde zamanın lineer akışından kurtulur, “1955 yılında bir kapıdan girip, 1941’de bir başkasından çıkar,” ne zaman nerede olacağını hiç bilmeden dolaşır durur. Vonnegut ise, kitapta istediği kadar “geriye dönüp bakmayın” diye öğüt versin, en başta itiraf ettiği üzere sürekli geriye bakmaktadır aslında; 1969’da daktilosuna eğilerek bir kapıdan girmiş, 1945’te bir başka kapıdan, yine aynı mezbahanın içine çıkmıştır; çeyrek asır sonra Dresden’de, kul yapımı bir azap sağanağının altındadır hâlâ.Fikirle lekelenmemiş bir nefretBeni, Vonnegut’ın Dresden’ine geri döndüren Woody Allen değil, Charles J. Shields oldu. Daha önce Mockingbird (Bülbül) adlı bir Harper Lee biyografisi de yazdığını öğrendiğim Shields’ı ilk kez okuyorum. 1951 doğumlu Amerikalı yazar, ölümünden bir yıl önce Vonnegut’la anlaşarak başladığı kitabı, ancak beş yıl sonra, geçtiğimiz hafta yayımladı: And So It Goes: Kurt Vonnegut: A Life (Bu İş Böyledir: Kurt Vonnegut: Bir Hayat).

Okuduğum en can acıtıcı biyografilerden biri bu; Vonnegut’ı sevenler ve kitaplarını nasıl bir hayatın içinden doğurduğunu merak edenler için okunması hem zorunlu hem zor bir kitap. Vonnegut’la ve biyografiye katkı sağlamayı reddeden ikinci karısı dışında Vonnegut’ın en yakınındakilerle yaptığı söyleşilerden yola çıkan Shields, mutsuz bir hayat hikâyesi anlatıyor.

1922’de Indianapolis’te, hali vakti gayet yerinde ama Büyük Buhran’ın da etkisiyle sonradan yoksullaşacak olan Alman kökenli bir burjuva ailesinin çocuğu olarak dünyaya geliyor Kurt Vonnegut, Jr. ve “mutsuzluğu,” dışarıdan bakanlara sebepsizmiş gibi görünen müphem bir ruhsal illet gibi değil, gayet somut nedenleri olan fizikî bir marazmışçasına içinde taşıyarak büyüyor. Babası iyi ve sakin bir adam, annesi ise başarısız bir yazar, aklı sürekli oyunlar oynayan, ne zaman ne yapacağı hiç belli olmayan, dengesiz bir kadın.

Shields 2006’da ilk söyleşileri için buluştuklarında, o zaman seksen dört yaşında olan Vonnegut’ın söze, ergenlik çağında bir çocuk misali, anne babasından şikâyet ederek girmesine şaşırmış. Oysa Vonnegut’a kulak verince, şaşıracak pek bir şey kalmıyor ortada: “Annemin, gece geç saatlerde büsbütün zıvanadan çıktığı anlarda, dünyadaki en munis, en masum erkeklerden biri olan babama yağdırdığı nefret ve hakaret sınırsız ve saftı; fikirle ya da bilgiyle lekelenmemiş bir nefretti bu.”

Vonnegut, 1942’de yirmi yaşındayken, kendisini İkinci Dünya Savaşı’nın en korkunç saldırılarından birinin göbeğine taşıyacak olan ordu görevine başladığında, aile evindeki manzara bu... 1944’te Anneler Günü’nde izinli olarak eve geldiğinde ise, bir şişe uyku ilacı alıp ölüme yatmış bir kadın karşılayacaktır onu. O ânın izleri, otuz yıl sonra yayımlayacağı Breakfast of Champions’da (Şampiyonların Kahvaltısı) daha fazla dayanamayıp, metne “kendisi” olarak müdahale ettiği bölümlerden birinde “tek özneli bir diyalog” halinde temayüz eder: “‘Bu yazdığın çok kötü bir kitap’, dedim kendime. ‘Biliyorum,’ dedim. ‘Sen de kendini annen gibi öldürmekten korkuyorsun’ dedim. ‘Biliyorum,’ dedim.”

Annesinin intiharından bir yıl sonraysa mezbahanın mahzeninden dışarı, ölüm kokan bir şehrin ışığına çıkar ve dört bir yana dağılmış cesetleri toplayıp, Nazilerin onları gömmek yerine, yakmasını seyretmek düşer ona. Sonra savaş biter, Vonnegut “yaraları artık asla iyileşmeyecek bir adam” olarak eve döner, lisedeki sevgilisiyle evlenir, üç çocuğu olur, bir süre Chicago’daki gazetelerde çalışır, “bildiğin her şeyi mümkün olan en hızlı biçimde yazmak” diye tarif ettiği yalın ve dolaysız üslûbunu burada olgunlaştırır. Edebiyat âlemi onun bu üslûbunu uzun süre hakir görecek, yazdığı ilk bilim-kurgu romanları, tıpkı kitap kitap gezdirdiği demirbaş kahramanlarından biri olan Kilgore Trout’unkiler gibi “saygın” çevrelerde önemsenmeyecektir. Sonradan en başarılı romanları arasında sayılacak olan Cat’s Cradle’ı (Kedi Beşiği) ise, Chicago Üniversitesi’ne antropoloji master tezi olarak sunar ama akademik heyet tarafından oybirliğiyle reddedilir.

“Biz oymuş gibi yaptığımız şeyiz”

And So It Goes, Vonnegut’ın kaybettiklerini anlatırken, onun kaybetmekle nasıl başa çıktığını da, yazarı kimi hayranlarını hayalkırıklığına uğratmak pahasına çıplak bırakarak tasvir ediyor. Mezhaba No. 5 ile Vietnam Savaşı’na karşı muhalefetin giderek yükseldiği bir Amerika’da gençliğin nabzına çok uygun bir kitap çıkaran, ilk kez bir romancı olarak saygı gören ve bir anda solun sevgilisi haline gelen Vonnegut, o sırada elli yaşına merdiven dayamış, mutsuz bir evliliği olan, saçını kısacık traş ettiren, hırkayla dolaşan, göbekli bir adamdır. Haliyle değişmeye karar verir. “Kitlenin beklentisini karşılaması çok önemliydi” diye yazıyor Shields, “hele de üniversite kampuslarında konuşma yapması için giderek daha sık davet aldığı bir sırada. Kilo verdi, kısacık saçını lüle lüle uzatıp karıştırdı, uçları aşağıya doğru uzayıp incelen büyük bir bıyık bıraktı. Artık avant-garde bir sanatçı ve bir toplum eleştirmeni gibi görünüyordu…”

Shields, buna benzer gözlemlerle, Vonnegut’ın General Electric’in halkla ilişkiler uzmanı olarak çalıştığı dönemde edindiği tecrübenin, Player Piano (Otomatik Piyano) gibi kitaplarına yansıdığı üzere, kapitalist şirket kültürüne yönelik sağlam bir eleştiri geliştirmesine yaradığı gibi, yazarı bir imaj mühendisine dönüştürdüğünü de anlatıyor. Ne de olsa, Vonnegut’ın Mother Night’ta (Gece Ana) cümlemize hatırlattığı üzere, “Biz oymuş gibi yaptığımız şeyiz, yani neymiş gibi yaptığımıza dikkat etmeliyiz.” Shields’ın dili ise hep sevecen, “Vonnegut, ikiyüzlü değildi, Amerika onu mutsuz ediyordu sadece” diyor; Vonnegut’ın bir yandan savaş karşıtlarının hayranlığına uygun bir imajı cilaladığı günlerde, bir yandan da Wall Street’te napalm ürettiği bilinen bir kimya şirketine yatırım yaptığını yazarken bile, “Bilinçli ya da bilinçsiz bazı tercihler yaptı ve bu tercihlerin sonucunda, kendine çoğul ve hatta çelişkili kimlikler yarattı” diye veriyor hükmünü.

Okurken, Shields’ın bu çoğulluğa da saygı duyduğunu düşündüm. Nitekim, Vonnegut’ı bir yazar olarak kimselere benzemez kılan şey, hayatı kartezyen sınırlardan tamamen kurtaran esnek aklıydı biraz da. “Çoğul ve hatta çelişkili” mantık silsileleriyle düşünülüp, öyle yazıldığı içindir ki, 1945 Dresden’ini anlatan bir dehşet hikâyesi, bu kadar “zamandan âzâde” olabiliyor.

Twain’le değil, Updike’la hatırlayalımAnd So It Goes’un hâkim düşüncesi yazara saygı belki ama okura emanet ettiği duygunun “merhamet” olduğunu söylemeliyim. İçimi acıtan da bu sanırım, merhamet aynı zamanda bencil bir duygu zira; insan, kudreti önünde saygıyla eğildiği bir yazarın, zırhının içindeki gizli yaralarını görmekten, gördükçe ister istemez bencil ve tepeden bir acıma duygusuna kapılmaktan çok utanıyor.

Ama yaraları görmemek de imkânsız. Vonnegut’ın “Herkes bir tek kişi için yazar, ben onun için yazıyorum” dediği kızkardeşi, kocasının korkunç bir tren kazasında ölümünün ertesi günü kansere yeniliyor ve Vonnegut’la karısı, çiftin bir anda öksüz ve yetim kalan üç çocuğunu evlat edinerek, altı çocuklu bir aileye dönüşüyorlar. Bir baba olarak Vonnegut, çocukları için “gurur ve güven kaynağı” olan haliyle resmedilebilir pekâlâ ama Shields, onun zaman zaman kendi annesini hatırlatan öfke nöbetlerine kapıldığını, ilk karısından boşandıktan sonra, ikinci karısıyla tam bir cehennem hayatı yaşadığını ve oğullarından Mark’ın intiharın eşiğinden döndüğünü de katıyor bu aile portresine.

Yaşlandıkça, bütün başarısına ve uluslararası ününe rağmen Amerikan edebiyatının ağır topları arasında sayılmamanın verdiği bir kızgınlık yerleşiyor Vonnegut’ın içine; kendisine dudak bükenlere dudak bükemediği zamanlar oluyor; 1984’te içki ve ilaçla intiharı deniyor; giderek daha az yazdığı yıllar mutsuzluğunu giderek çoğaltıyor. On dört roman ve onlarca hikâyeden sonra, çok benzetildiği Mark Twain için şöyle diyor: “Sonunda kendisinin ve çevresindekilerin azâbına gülmekten vazgeçti. Bu gezegendeki hayatın sakat olduğunu ilan etti ve öldü.”

Ama Twain’e yazılmış çelik gibi sert ve soğuk bir ağıttan ziyade, ona hayranlığını hiç gizlememiş olan John Updike’ın sözleriyle hatırlamak istiyorum ben Vonnegut’ı: “Onun sesi, acısını bir omuz silkişiyle gizler.” Shields de, kitabına “omuz silken” bir ad koyarken bunu düşünüyordu sanırım: And So It Goes. Ben “Bu iş böyledir” diye tercüme ettim ama Vonnegut’ın, Mezbaha No. 5’te verdiği her ölüm haberinin ardından bir mantra gibi tekrarladığı bu sözü, Türkçede türlü şekillerde söylemek mümkün. Piyasadaki “Dost Kitabevi” baskısı, “Hadi geçmiş olsun” diyor mesela. Artık sadece sahaflarda bulabileceğiniz “e yayınları” baskısı ise çok daha basit ama çok daha güçlü bir ifadeyle vermiş hükmünü: “Hayat bu!” Ve biz de ölüme omuz silkip, yaşamaya devam ediyoruz.