T24 - Bir pazar sabahı, evinin önündeki aracına yerleştirilen bombanın patlamasıyla katledilen 'Araştırmacı Gazeteci Yazar Uğur Mumcu' bugün mezarı başında anılacak.
Uğur Mumcu ile ilgili bir hatırasını kaleme alan usta sanatçı, yazar Zülfü Livaneli'nin bugün (24 Ocak 2011) vatan gazetesinde yayımlanan '18 yılın ardından sevgili Uğur’a mektup' adlı yazısı şöyle 18 yılın ardından sevgili Uğur’a mektup Hani bir gün İzmir’den İstanbul’a giden bir gemideydik. Akşam karanlığında güverteye çıktık. gemi Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. Güncel siyasetten konuşuyorduk. O sırada birden senin gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Mendilini çıkarıp gözlerini ve arkasından gözlüğünü sildin. Ne olduğunu sorduğumda kıyıyı gösterip ‘Şu topraklarda yatan şehitler aklıma geldi’ dedin. Benim de aklıma durup durup bu an geliyor. Senin ne kadar içten bir yurtsever yüreği taşıdığını gösteren en önemli anlardan biri buydu bence.
Bugünden geriye bakınca o şehitler niye verildi diye soruyor insan? Elbette İstanbul’u korumak için. Ama şehit düşen yüz binlerce Anadolu evladına rağmen İstanbul korunamadı. Birkaç yıl sonra işgal altına girdi. Hem de çatışma ve direniş olmadan. Çünkü bir ülkeyi zaptetmenin savaş dışında yolları da var. İşte sen gittin gideli biz böyle bir süreci yaşıyoruz Uğur. H H H Seni kaybettiğimiz o uğursuz 24 Ocak gününden bu yana çok şey değişti.
Sen o aydınlık gözlerini, sağ ve sol kutuplaşmanın egemen olduğu bir dönemde kapatmıştın. O tarihten sonra Türkiye’de hızla yelpazenin her noktasındaki sol tasfiye edildi.
Dolayısıyla ülke siyaseti, bilinçli olarak sağ-sol ekseninden çıkarıldı. Yerine dini ve etnik siyasetler inşa edildi. Çünkü sağ-sol ayrımı bir ülkeyi bölemezdi ama din ve etnisite gibi temele, kökene inen kavramlar bölerdi. O dönemden beri iş başına gelen hükümetler içeriden, bazı güçlerse dışarıdan Türkiye’yi yeni rolüne hazırladılar. Senden sonra siyasal İslam’la laiklik arasındaki mücadele keskinleşmeye başladı. Ordu 28 Şubat 1997’de bir muhtıra verdi. Bu müdahale sonucunda mevcut hükümet yıkıldı ve yerine ‘laik’ koalisyonlar kuruldu. Ama her askeri müdahale gibi bu da felaketle sonuçlandı. Bu koalisyonlar ülkeyi ve ekonomiyi o kadar kötü yönettiler, ‘laiklik’ maskesi altında öyle soygunlar yaptılar, enflasyonu o kadar azdırdılar ve başbakan düzeyinde o kadar âciz bir görünüm verdiler ki halk ‘başka ve kuvvetli bir yönetim’ aramaya başladı. Onların başlattığı ekonomik krizde gecelik faizler yüzde 9000’lere vurdu, iş adamları intihar etti, en büyük kuruluşlar yok oldu ve halk ‘Bu ülke batıyor!’ endişesine sürüklendi. Artık yeni, taze ve güçlü bir iktidar için şartlar olgunlaşmıştı. Refah Partisi’nden kopan ve eski partileriyle en temel farkları ‘Batı’ya yakınlık’ olan pro-İslami, pro-Batı AKP böyle bir ortamda filizlendi ve 2002’de iktidara geldi.
İktidarını pekiştirmesi için de CHP (muhalefet eder gibi yaparak) destek verdi. Kaygılar içindeki umutsuz halk kitleleri, ayağa kalkamayan, ofisine çıkması için asansör kurulan, yabancı ülke ziyaretlerinde ulusal onuru rencide eden görüntüler veren ama yine de başta kalmak için direnen bir başbakandan sonra, genç, enerjik ve son derece hırslı bir yönetici kadrosuyla karşılaştı. Bu görüntü ve çalışmalarındaki etkili enerji, halk kitlelerini peşine taktı. Batının da yardımıyla enflasyonu düşürdüler, ekonomiyi büyüttüler, Türkiye’yi dünyada daha çok konuşulur hale getirdiler, AB doğrultusunda reformlar yaptılar. Onlar bu işleri görürken CHP kabuğuna çekildi, iktidar iddasından ve sosyal demokrat ilkelerden vazgeçti, MHP ile aynı blokta anılmasına yol açan, milliyetçi statükonun bir organı olarak, AB’ye, yenileşmeye, reformlara karşı çıkar duruma geldi. Sevgili Uğur, bu sözlerime şaşıracağını biliyorum. Bir zamanlar birbirini vuran, öldüren MHP ile CHP nasıl aynı blokta yer alır diye sorduğunu duyar gibiyim ama inan bana bütün bunlar oldu. Benim gibi uyarlılar yapan ve CHP’yi bu çıkmaz yoldan çevirmeye kalkanlar ise dışlandı. AKP’nin Türkiye’nin dönüştürülmesinde ulusararası ve tarihi bir misyonu vardı. Neydi bu misyon? Soğuk Savaş‘ın sona ermesinden sonra ortaya çıkan Batı-Doğu, yani bir anlamda Hıristiyan - İslam çelişkisinde, bu ülkenin özel bir görev üstelenmesi isteniyordu. Çünkü Türkiye Arap olmayan bir İslam ülkesiydi, bir imparatorluk mirasçısıydı, iyi kötü bir demokrasiye sahipti, NATO üyesiydi ve Amerika’nın stratejik ortağıydı. Amerika bu gücü Orta Doğu’da kullanmak istiyordu. Amaç; Şam’la, Tahran’la, Bağdat’la, Riyad’la, Emirliklerle kısacası tüm Arap âlemiyle yakın ilişkiler kuran ve onlarla diyalog kanallarını açık tutan, Batı çıkarlarını gözeten ama Orta Doğulu bir ülke görünümüne giren farklı bir Türkiye yaratmaktı. Cumhuriyet’in geleneksel ‘Batılılaşma’ politikası onlar için gereksizdi. Çünkü Türkiye zaten politik olarak Batı yanlısıydı. İslam dünyasıyla köprüleri atmış bir Türkiye işe yaramazdı. İçeride halkın nasıl yaşadığı, yaşam biçimini koruyup koruyamadığı ise Batılıların ilgilendiği bir soru değildi. Bu plan gergef gibi işlenir ve Türkiye süratle Doğu’ya kaydırılırken kendisine laik, Atatürkçü, çağdaş diyen siyasetçiler ne yapıyordu dersen, cevabım kısa olacak: ‘Birbirlerini yiyorlardı.’ Üç dört partiye bölünüp birbirlerini çelmeliyorlardı. Belediye seçimlerinde en güçlü sol adayı desteklemek yerine, en büyük mücadeleyi ona karşı veriyor ve İslami partinin aradan sıyrılmasına yol açıyorlardı. Hiçbiri oynanan büyük oyunun farkında değildi ve ‘Küçük olsun, benim olsun!’ diyerek ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet’ çizgisinde kalmaya devam ediyorlardı. Sonuçta bugünlere geldik Uğur Türkiye senin dönemindeki sağ-sol yerine, dinciler, Kürtler ve laikler olarak üç kutba bölündü. Önümüzde bir seçim var. Yorumsuz olarak aktarıyorum: AKP yüzde 50’yi hedeflediğini söylüyor, CHP ise yüzde 37’yi.
Türkiye’yi Arap dünyası içinde bir Truva Atı gibi kullanmak isteyen Batı planı bütün gücüyle işliyor. Dışişleri Bakanı’nın açıkça ifade etiği gibi hükümet de bu rolü oynamaya istekli. İşte, sen gittin gideli özet olarak halimiz böyle sevgili kardeşim. Son olarak sana bir şey daha söylemek istiyorum: Vuruldun ama bu halk seni unutmadı.