Ünlü sanatçı Sezen Aksu, Cumhuriyet için kaleme aldığı yazısında,Türkiye’nin delilik halinde olduğunu söylerken, “ Ülkenin bir bölümü acılar içinde, diğer bölümü bambaşka hayatlar yaşıyor. Elbet yüreğimizde bir sızı taşıyoruz ama elimizden hiçbir şey gelmeyeceğini düşünmek gibi bir konfor alanına sığınıp, devam ediyoruz. Oysa, insanlığın layığı ile yaşandığı hiçbir ülkede sivillerin kayıtsız kalması affedilemez” dedi. Aksu, evrensel hukuk ve insan haklarının vazgeçilmez hale getirilemediği bir ülkede sivillerin yaptırım gücünün devreye girmesi gerektiğini söyledi.
Cumhuriyet’ten Selin Ongun’un röportaj isteğine bir yazı kaleme alarak cevap verdi. Aksu’nun kaleme aldığı yazı şöyle:
İzmir’deyim. Gözümü annemin üzerinden ayırmadan oturuyorum. Dayımın tabiri ile “bağ arası” gözlerini araladığında içim taşarak... Biraz evin havasından, biraz da saksıyı durduramadığımdan pek konuşmak gelmiyor içimden. Bir haber kanalı sürekli açık. Kaygılıyım, acı çekiyorum. Annem için... Memleketim için... İkisi tuhaf bir şekilde birbirine karışıyor.
Telefon çalıyor. Ülkenin bu çok zor ve sert gündeminden payını orantısız alan Cumhuriyet gazetesinden Selin Ongun, “Röportaj yapabilir miyiz?” diyor. Durumumu anlatıyorum. Ama mevcut koşullarda kafamı toparlayabilirsem, bir yazı yazabileceğimi söylüyorum. Her zamanki kibarlığı ve anlayışıyla, “Elbette” diye cevap veriyor. Aşağı yukarı neler sormak istediğini soruyorum. Kırık dökük bir ses tonuyla “özetle biz nereye gidiyoruz böyle”yi içeren ve içimi titreten ifadelerle anlatıyor derdini...
Telefonu kapatır kapatmaz, olayın gerçekleştiği günden beri yakamı bırakmayan o kısa not, beni ele geçiriyor yine. Hatırlayanlar, bilenler vardır. Doğu’da ve Güneydoğu’da araştırmalar yapan sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun kendini Boğaziçi Köprüsü’nden atarak intihar ettiğinde bıraktığı not: “Annem, babam, kardeşim. Beni affedin, çok acı var. Dayanamıyorum.”
Ne oldu, ne gördü, neye dayanamadı da gencecik bir kadın kendini Boğaziçi Köprüsü’nden atacak hale geldi? Ardından yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla enerjik, coşku dolu bir insanken...
Moda tabiriyle sözde değil özde, büyük bir gönül bağıyla ve tutkuyla bağlı olduğum ülkem ve ülkemin insanlarıyla ilgili kişisel duygularımı, endişelerimi paylaşabilirim belki diye düşündüm. Dilerim vatandaş Sezen, Sezen Aksu’ya sunulan bu imkânı kullanarak derdini, dileğini, niyetini ortaya koymayı başarabilir. Çünkü hepimize başka bir yol daha olduğunu yeniden hatırlatmak, aslında galiba kendim de hatırlamak istiyorum.
“İnsanın zamanın bu diliminde bile bu kadar ilkel bir noktaya savrulması neden, su ileriye doğru akmaz mı?”, “Neden ‘parçalanarak’ bölünüyoruz, doğa hep onarmaz mı?”, “Bir şeyler doğala ters ise bundan nasıl kurtulunabilir?” soruları herkes gibi benim de yakamı bırakmıyor.
Dansöz Dünya” şu cümleyle başlar: İlk kim bozdu sonsuz uyumu? Neden bir türlü tam yol alamadık? Kendi doğrusu ile bir başkasını kıyıcı bir dille yargılarken, temelde savunduğu demokrasiye en aykırı tutumu sergilediğini nasıl bu kadar gözden kaçırabilir insan? Neden başkalarını yerden yere vururken, aslında kendini üstün ve ayrıcalıklı kılmak için çırpınıyor olduğu gerçeğini ıskalar? Mesela özünde mahallenin bütün kedilerini beslemeyi iş edinecek kadar iyi kalpli biri, nasıl öfkesine o denli yenilip de başka bir cana kıyabilir? İnsan nasıl bir şey, biz nasıl varlıklarız? Bizi hayvandan ayrıcalıklı kılan düşünme yetisi, bazen bir tür lanet midir?
Okuduklarımızdan, öğrendiklerimizden, hatta bazen kendi deneyimlerimizden biliyoruz ki insan - ruhsal olduğu kadar zihinsel yetisiyle de- sembolizasyonu, imajinasyonu, kurgu dünyası sınırsız bir varlık... Bilim, her türlü keşif, icat; edebiyat, sinema, müzik, resim alanındaki üstün üretimler bu yetiden, insanın bu aydınlık yanından vücut buluyor. Karanlık yanı, adı üzerinde, karanlık...
Doğumla birlikte dünya iklimine geçtikten sonra günbegün -korunmak gibi masum bir kılıfla da olsa- egoyu silah gibi nasıl kuşanabiliyoruz? O silahla öldürüyoruz, ölüyoruz. O kadar ki egonun karanlık yanına, en üstün değerleri üretenler bile yenik düşebiliyor.
İnsanın kendi ile ilgili tasavvuru o kadar büyük ki Vamık D. Volkan’ın kitabının adı gibi “Kimlik İçin Öldürmek” o tasavvurun içinde normalleşip, rasyonelleşebiliyor.
Tüm bunları neden düşünüyorum? Hiçbir olayı ve durumu, insan faktöründen bağımsız değerlendiremeyeceğimiz için... Çok sevdiğimiz her şeyi yok edebilecek bir potansiyeliz özetle. İnsanın, özü ıskalayıp, polemik bataklıklarında boğulması da bu yüzden zaten
Biz boğuladuralım, ülkenin doğusu yangın yeri; insanlar ölüyor. Şehirler, köyler, sokaklar, okullar, hastaneler; dahası evler, ocaklar yerle yeksan... Orada çok acayip şeyler oluyor. Öğrendiğimizde taşıyamayıp bir köprüden atlayacağımız kadar korkunç şeyler mi yaşanıyor? Ve biz gerçek bilgilere ne kadar ulaşabiliyoruz?
Sur, Dargeçit, Nusaybin, Silopi, Cizre’de doktor izinleri kaldırılıyor, hastanelere özel hazırlık önlemleri almaları söyleniyor, polis, asker sevkıyatının artırıldığı haberleri geliyor bölgeden, öğretmenler il ve ilçelerden uzaklaştırılıyor. Neden? Ne oluyor? Neler olacak? Neye hazırlanmamız gerekiyor?
Hiçbir ülkede yapılan hiçbir uygulama, o ülke bireylerinin, hatta onların gelecekteki torunlarının onuruna, gururuna ve vicdanına ters düşmemelidir. Bu değerli alanlar lekesiz kalmalıdır. Demokrasi leke tutmaz, yosun bağlayamaz. Karar vericiler, uygulayıcılar ve demokrasi temsilcileri bir ülkenin o ülkede yaşayanlara ait olduğunu hep hatırlamak zorundalar. Yöneticilerin, temsil ettikleri bireylerle aralarındaki demokrasi adına yaptığı sosyal kontratın temeli ve kaynağı budur; meşruiyeti buna dayanır.
İnsanlığın temel hak ve özgürlüklerinin karşısında verilmiş her “yok et” ya da “yok say” emri, birliğe ve kardeşliğe ağır bir darbe indirmek, geleceğe utanç ve nefret tohumu ekmektir. Çözümün yolu egosuz, objektif ama tarafların hassasiyetlerini incelikle gözeten diyalogdan geçer. Yani demokrasiden...
Kişisel duygu ve güdülerin devlet yönetiminde yeri olamaz. Demokrasi bütüne hizmet eder. Bireyleri, onların refahlarına hizmet etmesi için kurulan demokratik sistemler yönetir. Dolayısı ile sistemlerin egosu olmaz; kapsayıcı ve bütünleştirici olmak için kurulmuşlardır.
Bu çatışma ortamı her tarafta birçok yaralı ruh bıraktı. Sadece yaşadığımız zamana sığmayıp, nesiller boyu taşınacak bir tür genetik acı gibi... Bu intikam mirası ile ruhların nasıl onarılacağını da düşünmelidir sistem; yöneticileriyle, uygulayıcılarıyla, vatandaşlarıyla…
Üstelik bu yaraları sadece bedenlerimizde taşıyıp, ruhumuza nakşetmiyoruz. Endişesiz ve korkusuz olsa, başka türlü zenginlikler üretmeye muktedir zihinlerimiz de hapsediliyor. Aralarında sevgili arkadaşım Can Dündar da olmak üzere, 30’un üzerinde gazeteci hapishanede şu anda. Gazeteciliğin evrensel görev ve sorumlulukları içinde hareket etmenin sınırlarını, yine evrensel hukuk çizmelidir. Adalet kişiye özel kurgulanamaz. Haber alma özgürlüğü de dahil olmak üzere, “özgürlük nerede başlar, nerede biter”in sınırlarını yeniden çizmeye gerek yok. Bunlar medeniyet tohumlarının atılmasıyla beraber insanlık tarihinde öncelikli olarak çizilmiş, yerini almış zaten.
Devletin sorumlu görevlerinde bulunanlar, yargı mensupları, uygulayıcıları, evrensel hukuk ve bağımsız yargıyı eksiksiz uygulandığından emin olarak hayata geçirmeli; kamu vicdanında güven kaybının önüne geçmelidir
Geçenlerde TV’de bir tartışma programı seyrederken, gazeteci-yazar Nedim Şener’in Erdem Gül ve Can Dündar konusundaki sakinliğini ve soğukkanlılığını kaybettiğini ilk defa gördüm. Konuşmanın sonunda, Can ve Erdem’e Silivri’de üşümemeleri için su bidonlarına sıcak su doldurup yataklarına koymalarını önerdiğinde, Silivri bir kelime olmaktan çıktı. Benim evim oldu. O kadar ki fiziken ürperdim.
Bu basbayağı bir delilik hali. Ülkenin bir bölümü acılar içinde, diğer bölümü bambaşka hayatlar yaşıyor. Elbet yüreğimizde bir sızı taşıyoruz ama elimizden hiçbir şey gelmeyeceğini düşünmek gibi bir konfor alanına sığınıp, devam ediyoruz. Oysa, insanlığın layığı ile yaşandığı hiçbir ülkede sivillerin kayıtsız kalması affedilemez. Evrensel insan hakları ve hukuk kurallarını bu toprakların vazgeçilmezi haline getirmek, sadece temsiliyet görevi olanların değil, herkesin sorumluluğudur. Getirilemiyorsa da sivillerin her şeyin üzerindeki yaptırım gücü devreye girmeli... Ama tavrını, fikrini ve hatta tarafını belli ediyor olmanın bedelleri ağırlaştıkça, kozalarımıza itiliyoruz. His kaybı yaşanıyor. Bizden istenen ya da yapabileceğimizin en iyisi bu mu? Düşmanlık, öldürmenin rasyonelleştiği o pusuda palazlanıyor...
Tek çare demokrasi ve demokrasi için mücadele etmek.
Hrant Dink öldürüldüğünde, duyarlı insanların “Hepimiz Hrant’ız” diye sokaklara dökülmesi ümidimizi yeşertmişti yeniden. Evet hayat durmuyor, akıyor, devam etmek zorunda... Ama adalet yerini bulmazsa, hayat ne kadar anlamlı devam edebilir? Yaşamak gittikçe ağırlaşmaz mı? Ezcümle, adalet ve demokrasi olmazsa olmazıdır insanlığın.
Hrank Dink’in ardından, eşinin ve çocuklarının vakur duruşu karşısında ezilmiştim. Tıpkı Tahir Elçi cinayetinde olduğu gibi... Hangi birini sayayım. Say say bitmiyor. Her defasında aynı cümleye maruz kalıyoruz: “Merak etmeyin. Bu menfur saldırının failleri bulunacak ve adalete teslim edilecek.” Sivil ya da üniformalı her can kaybında, her şehit haberinde, batıda ya da doğuda evlere düşen her ateşte, hep aynı cümle: “Merak etmeyin. Bu menfur saldırının...” Yıllarca, defalarca... İstirham ediyorum, bulun o zaman.
Bu, sadece bugünün felaketi ve acısı olarak kalabilecek bir şey değil. İnsanların ait hissettikleri kimliklerin müdafaası yolunda yüklendikleri ya da verilen görevler, onları da kendi vicdanlarında ömür boyu taşınacak bir yüke mahkûm eder illa ki. Bu yük ağırdır çok; kim bilir kaç kuşak sonra hafifler.
Vicdan ve akıl ile hareket edip, demokrasi için, çözüm için diyalog kurmaktan başka çaremiz yok. Dünyada daha iyi bir formül bulunamadı henüz. “Kimlik için öldürmek” bir değermiş gibi sunulmaktan vazgeçildiğinde, hepimizin mahcubiyeti azalacak, eminim. Şiddet dili ile değil diyalogla, bireysel inanç ve fikirlerden sıyrılıp herkesin hayrına, ortak hareket etmekten geçiyor insan olmanın yolu...
Bir yol var: Yaşamak ve yaşatmak...