Adliye koridorlarında onlar var, işçiler uğradıkları hak gasplarını protesto ettiğinde yine oradalar, polisin müdahalesine maruz kalıyorlar, 'havuza dönüştü artık' dedikleri medyada yasaklılar listesinin başındalar ama yılmıyorlar kendi kanallarından yayın yapıyorlar... CHP'nin İstanbul milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Ali Şeker'den bahsediyoruz. Tanrıkulu ve Şeker, son olarak Suruç katliamının 4. yılında İstanbul Kadıköy'de düzenlenmek isteyen anmadaydılar. Polisin müdahalesinde ikisi de yaralandı, hatta Tanrıkulu hastaneye kaldırıldı.
CHP'nin kendilerini 'aktivist' olarak nitelendiren milletvekillerini eylemlerden, basın açıklamalarından, duruşmalardan tanımayanlar da, Sezgn Tanrıkulu'nun geçen hafta Ali Şeker için Twitter'da yaptığı, "Yeter ki arkanda dost olsun; sağlam dursun, iyi ki varsın" paylaşımıyla tanıdı. Biz de bu duygusal paylaşımın üzerine Tanrıkulu ile Şeker'i yan yana oturttuk ve Suruç anmasına yapılan polis müdahalesinden yargı sürecinin hangi aşamada olduğuna, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'na açılan davadan MST TV ve Şeker TV serüvenlerinin nasıl başladığına, milletvekili olmaya nasıl karar verdiklerinden birbirleriyle ilk ne zaman tanıştıklarına uzanan geniş bir yelpazede uzun uzun söyleştik.
Ali Şeker, konuşmanın bir bölümünde Sezgin Tanrıkulu'nun bugünlerde yeni parti çalışmalarıyla gündemde olan, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'na yaptığı tekliften de bahsetti. Şeker'in, "Davutoğlu'na teklif götürdünüz ama gelmedi daha" yorumunu havada bırakmayan Tanrıkulu da eski Başbakan'a yönelik 'ekran teklifini' yeniledi ve tek şartını da ekledi: Her soruya muhattap olmak kaydıyla...
CHP İstanbul milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Ali Şeker'le yaptığımız söyleşinin hepsi ve daha fazlası aşağıda...
Geçen hafta cumartesi günü, Kadıköy’de gerçekleşen Suruç anmasından başlamak istiyorum. İlk olarak geçmiş olsun ikinize de (İki vekil de, Suruç katliamının yıl dönümünde Kadıköy’de düzenlenen anmada polis müdahalesine maruz kaldı; Tanrıkulu hastaneye kaldırıldı). Fotoğraflarda milletvekilleri ve vatandaşların vücutlarında yaralar oluştuğu görülse de, Kadıköy Kaymakamlığı müdahaleden sonra bir açıklama yaptı ve ısrarla ‘plastik mermi kullanmadıklarını’ vurguladı. Siz oradaydınız, o gün neler yaşandı?
Ali Şeker: Plastik mermi benim ayağıma ve baldırıma sıkıldı. Plastik mermi nedir? İçinde bilye olan, etrafı plastikle kaplı bir mermi. Burada, misket büyüklüğündeki plastik gaz kapsüllerini mermi olarak hedef gözeterek doğrudan bizlerin üzerine sıktılar; yarım metre, bir metrelik mesafelerden. Normalde bunları yere atmaları, kapsülün de yere değince parçalanması ve gazın dağılması gerekir. Bunun için de açıklık bir bölgeye birkaç tane atarsınız ama siz tararcasına insanları hedef alarak sıkarsanız mesele şu olur: Gaz atmak için tasarlanan bilyeleri plastik mermi olarak kullanırsınız. Berkin Elvan’da gaz fişeklerini silah olarak kullanmışlardı, bunun aynısını bu sefer de plastik gaz kapsülleriyle yaptılar.
Peki polis 33 kişinin hayatını kaybettiği bir saldırının anmasına müdahale ederken aradan geçen süreçte konuya dair davada hangi aşamaya gelindi?
Sezgin Tanrıkulu: Suruç’ta devam eden dava 7 Ağustos’a ertelendi, bir tutuklu var ve tahliye olan bir başka sanık daha var yardım ve yataklıktan. Zaten intihar bombacısıydı eylemi gerçekleştiren ve yaşamını yitirdi olduğu yerde. Kardeşi de 10 Ekim’de Gar Katliamı’na katılmış, orada yaşamını yitirmişti.
Ben ve Ali Şeker patlamadan 3-4 saat sonra Suruç’taydık. Oradaki tanıklıklardan, güvenlik görevlilerinden, esnaflardan, sağ kalanlardan edindiğimiz bilgiler olayın ‘engellenmediğini’ gösteriyordu.
Ali Şeker: Polis alandan çekilmiş, Ankara’da olduğu gibi.
S.T: Sordum mesela kaymakama, neden polisi çektiniz? Dedi ki, göstericiler istememiş. Göstericilerin isteğine göre mi polisi orada tutuyorsunuz? Sorun şurada. Temmuz 2015’te Suruç olmadan önce Diyarbakır, Mersin ve Adana’da da patlamalar oldu. Geliyorum diyen bir eylem türü vardı.
Ama dünyanın 80 ülkesinden gelen cihatçıların lojistik üs olarak kullandığı Türkiye’de IŞİD uzun süre terör örgütü sayılmadı. Güvenlik güçleri bunların Türkiye’de kamp yapmalarını suç saymadı. 10 Ekim saldırısından sonra Davutoğlu, “Eylem yapmadan yakalayamıyoruz” demişti; oysa IŞİD bir terör örgütü olarak kabul edilmiş olsaydı, değil eylem yapmak, propaganda yapmak da, üyesi olmak da, yardım etmek de suç olurdu. Ama terör örgütü olarak kabul edilmediği için, onlara yardım edenler, propagandasını yapanlar gözaltına alınamıyorlardı. İstanbul Üniversitesi’nde IŞİD bayraklarıyla eylem yapanlar vardı, Ömerli’de gıyabi cenaze namazları kılındı, Suriye’ye gidip gelenler vardı; bunlar gözaltına alınmadılar, hatta güvenlik güçleri “Seyahat özgürlüğü var Türkiye’de” demişti.
Gazeteci Kadri Gürsel, hakkındaki hapis cezasının infazı için kendisi savcıya teslim olduğunda kelepçelenerek cezaevine gönderilmişti. IŞİD zanlılarının gözaltına alınması ya da mahkemeye sevki gibi durumlarda ise kelepçe uygulanmaması daha önce tepki görmüştü. Siz bir hukukçu olarak IŞİD zanlılarına yönelik yargılamaların ideal işlediğini düşünüyor musunuz?
S.T.: Tabii ki düşünmüyorum. IŞİD’i Türkiye bir terör örgütü olarak görmüyordu, listeye almamıştı. Darbe Komisyonu’na dönemin emniyet genel müdürü geldiğinde ona da sordum, “Hayır öyle bir tanımlama yapmadık” dedi.
Yargıtay uygulamasına göre bir insanın terör örgütü üyeliğinden ceza alması için o örgütün EGM tarafından tanımlanması, listeye alınması lazım; ancak o şekilde ceza alabilirsin. Eğer herhangi bir yurttaş terör örgütü üyeliğinden gözaltına alınmışsa, savcılıktaki fezlekesinde ilk önce üyesi olduğu iddia edilen örgüte ilişkin bilgiler yer alır, sonra o kişinin örgütle bağlantısı açıklanır, sonra da yaptığı eylem yazılır.
2015 yılında Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesi, telefon kayıtlarında Suriye’de birçok eyleme katıldığı anlaşılan ve bu faliyetlerini de Gaziantep’te örgüt üyesi olarak sürdüren bir kişiye ‘terör örgütü üyeliği’nden ceza vermişti. Dosya Yargıtay’a gitti, o da dedi ki, “Sen ilk önce böyle bir örgüt var mı yok mu diye sor, eğer varsa o kişinin örgütle olan bağlantısına göre bir ceza kur.” Bundan da anlaşılıyor ki, 2015 Temmuz’a kadar IŞİD terör örgütleri listesine alınmamış. Ağustos ayında, bu patlamalar ve Niğde saldırısından sonra Yargıtay kendiliğinden, Bayburt’tan giden bir dosya üzerine terör örgütü tanımını yapıyor. O zamana kadar, 2011’den 2015’e kadar geçen 4 yılda Türkiye IŞİD’i diye bir örgüt tanımlamasını Emniyet Genel Müdürlüğü yapmamıştı.
Ben o dönemde de sık sık dile getirmiştim, Suriye’ye geçen Türkiye vatandaşları oraya domates ekmeye, çiftçilik yapmaya gitmiyordu, savaşmaya gidiyorlardı. Doğrudan doğruya cihat için savaşmaya gidiyorlardı. “Türkiye’ye geldiklerinde de bakkallık yapmayacaklar, salatalık ekmeyecekler, o cihatı buraya taşıyacaklar” demiştik. Nitekim de birçok vatandaşımızın ölümüne sebep olan saldırıları gerçekleştirdiler.
A. Ş.: O gün biz Suruç’a gittiğimizde, maalesef barut, kan, ölüm kokusu hala devam ediyordu. Sonrasında katliamlar dönemi başladı. 7 Haziran-1 Kasım arası, tabiri caizse kaos eylem planını uygulamaya koydular. O dönemde, Ankara’da, İstanbul’da diğer illerde saldırılar oldu; ‘bir ihtiyaca binaen bizi katlettiler’, Suruç da bunun ilk büyük parçasıydı.
Biz Suruç’tan sonra Adıyaman’a geçtik, bir şehit cenazesi vardı, ona katılmak için. Orada çocuğu IŞİD’e katılan ailelerle de konuştuk, tarif şu oldu: “Kimse bize yardımcı olmuyor; ‘çocuğumuzu şu camide eğitiyorlar, devlet adına imamlık yaptığını söyleyen birileri burada eğitim veriyor’ dediğimizde sanki bunlar dokunulmazlığı olan bir hücreymiş gibi davranıyorlar.”
Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcısı’na sordum ben de bunu ziyaretimizde. “Yan binada Suriye’den gelen, IŞİD’e katılmış bir genç var, neden ifadesini almıyorsunuz” dediğimde, “Türkiye’de seyahat özgürlüğü var, kimin nereye gittiğini soramayız” diye cevap verdi.
Mahkeme kayıtlarına bakıldığında aslında Emniyet ve MIT’in Suruç’ta katliam yapan Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün konuşmalarını dinlediğini gördüm. Dinliyor ve izliyorlar ama sadece uzaktan seyrediyorlar. Biz bunun benzerini Hrant Dink cinayetinde de gördük. Devletin kurumları cinayeti izledi, hatta cinayetin işlenip işlenmediğine dair 2–3 ayrı ekip birbirini denetledi. Yapılıp yapılmadığına bakılıp bakılmadığına bak da gel gibi bir anlayışla, bu kadar programlı bir şekilde cinayet işlendi.
Hem davaları hem de eylemler, basın açıklamaları, anmalar düşünüldüğünde Suruç sizi gördüğümüz tek gündem değil. Birlikte birçok hak arayışını, yargı sürecini de takip ediyorsunuz; birlikte kaç eyleme, duruşmaya gitmişsinizdir, aklınızda bir sayı var mı?
A.Ş.: Zamanımız olduğu müddetçe hepsinde olmaya çalıştık.
S.T.: Bir sayı yok ama özel takip ettiğimiz etkinlikler var. Cumartesi Anneleri, iş cinayetlerinde yakınlarını kaybeden aileler…
A.Ş.: İşçilerin sorunları…
S.T.: Akademisyenlerin yargılanmaları…
A.Ş.: Hak ihlaline uğrayan bütün grupların -zamanımız yettiğince- yanında olmak istiyoruz.
S.T.: Gazetecilerin, siyasilerin yargılanmalarını da takip etmeye çalışıyoruz. Yetişmeye çalışıyoruz aslında daha doğrusu, haberimiz olan, dayanışma göstermemiz gereken her yere gitmeye çalışıyoruz.
En son da İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun duruşmasında karşılaşmıştık. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
S.T.: Canan Kaftancıoğlu, 13 Ocak 2018’de İstanbul İl Başkanı seçildi. O zamana kadar hakkında soruşturma defterine kaydedilmiş bir soruşturma yok, hakkındaki davadaki tweetler ise 2011-2013 yıllarına ait daha çok. Canan Hanım, il başkanı seçilmeden önce de başkan yardımcılığı yapmış, siyasetin dışında kalmamış bir insan; o zamana kadar bir soruşturma açılmamış ama ne hikmetse cumartesi günü il başkanı seçiliyor, pazartesi günü soruşturma yazılı hale getiriyor, deftere kaydını yapıyor. Aynı gün, yine ne hikmetse Cumhurbaşkanı’nın avukatı da bir şikayet dilekçesi veriyor; bu iki soruşturma evrakı da aynı gün birleştiriliyor, bir gün sonra da Cumhurbaşkanı AKP Grup toplantısında 45 dakika konuşuyor, 12 dakikası Candan Kaftancıoğlu’yla ilgili. Bu bir siyasi mühendislik, aynı zamanda yargı mühendisliği. Nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Bu soruşturma dosyasında 2018’in mayıs ayına kadar herhangi bir işlem yapılmıyor, 24 Haziran seçimleri varken 22 Mayıs’ta çıkıyor, Cumhurbaşkanı’na hakaretten ve devletin manevi şahsiyetini tahkirden izin çıkıyor; bu da medyada CHP aleyhine kullanılıyor seçim tarihine kadar. Ondan sonra yine bu soruşturma evrakında herhangi bir işlem yapılmıyor, iddianame yazılmıyor, dava açılmıyor, Kaftancıoğlu ifadeye çağırılmıyor. Ne zamana kadar, 31 Mart 2019 seçimlerinde, İstanbul’da bir başarı elde edilene kadar. Bu başarıdan sonra anlıyoruz ki savcılık harekete geçiyor, 22 Mayıs 2019’da, İstanbul için seçim tarihi belirlenmişken iddianame yazılıyor, mahkemeye veriliyor, tesadüf bu mahkeme de 31. ACM oluyor ve sadece 3 ya da 4 günde iddianame kabul ediliyor 27 Mayıs’ta. Duruşma da 23 Haziran seçimlerinden sadece 5 gün sonrasına bırakıldı. Ben buna, yargıyla siyasetin birleştiği bir mühendislik operasyonu diyorum tarihlere bakarak.
Tamamen ifade özgürlüğüne ilişkin paylaşımlar, eleştirel paylaşımlar.. Bazıları ağır eleştiri de olabilir ama sonuç itibariyle suç olması mümkün değil. Bir de gerçekten şöyle bir durum var. Son duruşmada savcı 5 ayrı suçtan ceza istedi, bir tanesi ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik' suçu. Şimdi bu suç, Ceza Hukuk Teorisi’ne göre neticesi hareketinde bitişik suçtur. Yani, bir şey söylersiniz halk tahrik olur; cezalandıran da tahriktir. Hal tahrik olur, harekete geçer. Yav 6 yıl önce söylemiş, tahrik olduysa o zaman tahrik olmuştur.
A.Ş.: Kim zarar görmüş?
S.T.: Tahrik olmuş da ne olmuş yani sonuç itibariyle? Halk ayaklandı mı Kaftancıoğlu’nun tweetlerinden sonra? Böyle saçma sapan, ceza hukuk teorisiyle de açıklanmayacak bir iddianame yazıldı. Bu, siyasetle yargının iç içe geçtiğini gösteren bir iddianame. Birçok davada bu örnek var ama bu kadar açık biçimde, gözümüze soka soka yaptıkları çok azdır. Bir tanesi de Kaftancıoğlu davasıdır.
A.Ş.: Hani butonlar vardır ya, “Lüzum halinde camı kırınız” yazar. Adliyelere de öyle butonlar yerleştirmişler, “Lüzumu halinde adaleti kırınız ve oradan bir dava üretiniz” diye. Bunların hepsi kumpas davaları. Bunların bu kadar üzerinden geçtikten sonra ben bir suç istinat edebilir miyim diye çabalamalarını biz Cumhuriyet davasında gördük, birçok siyasi davada gördük, bu davada da benzerini yaşıyoruz.
Gazeteciler arasında bir süredir “Arkadaşlarımızın duruşmalarını takip etmekten haber yapmaya vaktimiz kalmıyor” şakaları yapılıyor. Ama sizler Meclis’teki çalışmaların, birçok davayı, eylemi takip etmenizin yanı sıra bir de bunları sosyal medya üzerinden doğrudan yayınlıyorsunuz Şeker TV ve MST TV’yle. İkinizin de çokça takip edilen, internet üzerinen yayın yapan kanalları var. Bunu yapmaya nasıl karar verdiniz, ilk hanginiz başladınız?
A.Ş.: İlk ben başladım Periscope üzerinden, Anayasa değişikliğinin neler getireceğini halktan gizlemek istedikleri için. Bu çabanın karşısında halkı haberdar etmek adına bir Meclis’e profesyonel bir kamerayla birlikte 3G cihazı sokarak televizyonlara yayın aktardım. Hatta gizli görüşmelerde bütün basını da çıkarıyorlardı, halbuki halkı ilgilendiren, halk adına karar alınan bir yerde ancak çok özel, uluslararası bir durum olduğunda gizli görüşmeler yapılabilir. Halktan biz ne saklıyoruz ki? İnsanlar Anayasa Komisyonu’ndan itibaren yayınları izlemeye başlayınca hesaplar tutmadı. Nasıl tutmadı? Biliyorsunuz, Anayasa görüşmeleri yapıldı; komisyonda görüşüldü, Meclis’te görüşüldü ama sonra baktılar ki sonuç alamıyorlar, insanlara bu sıkıntının nelere yol açabileceğini unutturup ondan sonra imzaladı Cumhurbaşkanı. O arada bir 40 gün kadar bekletti.
Oluşan toplumsal hassasiyet, insanların durumun ciddiyetinden haberdar olması, gece yarısı da olsa insanların seyretmesi ve bizim de basının görevini yapamadığımız durumda basının görevini üstlenmemiz gerekmesi sebebiyle bu yayınlara başlamış olduk. Sonrasında Sezgin Bey de özellikle Adalet Komisyonu’ndaki, Meclis’teki çalışmalarında bu kanalı açmak durumunda kaldı çünkü Türkiye’de basın tamamen baskı altında. Siz bunları bizzat yaşayanlarsınız. Halkın haberdar olma hakkı engellenince halk bu sıkıntıları yaşıyor. Biz mesela Anayasa görüşmelerinde hangi uyarılarda bulunduysak, neleri anlattıysak onlar bugün yaşandı ve onun sonucunda artık insanlar, “Ya bize anlattıkları bu değildi” deyip bizlerin aktardığının doğru olduğunu yaşayarak görüyor.
S.T.: Ben ilk olarak MST TV adıyla değil ama Periscope üzerinden yayını çok önce yaptım. Darbe Komisyonu’ndaydım ben. Biz ısrarla muhalefet partileri olarak Ak Parti’den bu komisyonun çalışmalarının, gelen tanıkların ifadelerinin tümünün yayınlanmasını istedik Meclis TV aracılığıyla ama komisyon başkanı ve AK Parti çoğunluğu bunun şeffaf biçimde yayınlanmasından yana olmadılar. Oysa biz şunu ifade etmiştik; bir daha darbe olmaması açısından bütün toplumun neler yaşandığını bilmelerinde büyük fayda var demiştik. Yapmadılar. Ben sonra komisyonun üyesi olarak iPad’imden gelen tanıkların beyanlarını yayınlamaya başladım. Çok da etkili oldu gerçekten. Mesela MİT Müsteşarı Emre Taner, ismi var ama kimse kim olduğunu bilmez. 40 yıl boyunca devlette, MİT’te çalışmış, birçok bilgiye sahip bir şahsiyet. Tam 4 saat konuştu, ben de 4 saat yayınladım; milyon kişi izledi. Bütün TV kanalları yayını benden aldılar. Orada iptidai bir biçimde yayın yapmaya başladık; hatta daha sonra televizyon görevlileri, kameramanlar falan bana “Açı şöyle olsun, biraz daha yaklaştırın, ses iyi olsun” diye direktif verdiler.
A.Ş.: Teknik yardımda bulundular.
S.T.: Tabii teknik yardım da aldık onlardan.
Sonra şöyle bir şey oldu; ben partide Parti Meclisi üyeliği, genel başkan yardımcılığı da yaptığım için gerçekten televizyon kanalları beni eskiden çok çağırırdı; CNN, NTV, merkez medya dediğimiz şimdi havuza dönüşmüş medya. Fakat 2015’te, 7 Haziran seçimlerinden önce hiç çağırmamaya başladılar, hiçbir biçimde görüş almadılar. Sordum, niye artık bizi çağırmıyorsunuz, görüş almıyorsunuz diye; dediler ki, talimat gelmiş ‘CHP’den kimler çıkmayacak’ diye, başta da sen varsın, o yüzden de bizimle ilgili değil dediler.
A.Ş.: Ben hiç çıkamamıştım, siz bir çıktınız, sonradan çıkmamaya başladınız.
S.T.: 7 Haziran seçimlerinden önce, en son CNN’e çıktığım tarih 4 Haziran’dı sanırım, Şirin Payzın’ın programına çıktım. Şirin Payzın hatta dedi ki, Ak Partili bir politikacıyla çıkacaksın. Biz normalde çıkmayız; genel başkan yardımcısı varsa o çıkar ya da grup başkanvekiliyse onun eşiti çıkar; denk olsun isteriz. Ben madem beni çıkartmıyorsunuz, gelecem dedim. Kim olursa olsun gelecem dedim; nitekim ben çıktım ama o Ak Partili siyasetçi gelmedi. Aradan 4 yıldan fazla zaman geçmiş, en son çıktığım program o zamandır. Kötü ev sahibi kiracıyı mülk sahibi yapar ya, biz de televizyonların düştüğü bu durum karşısında başladık yayıncılığa. Biraz daha ti’ye almak amacıyla MST TV dedim ben. Hem adımın baş harfleri, hem de Mağdurların Sesi Televizyonu, Milyonların Sesi Televizyonu. Ben bunları tescillettim de, patentini aldım. O zamandan bu zamana, her hafta pazartesi günü saat 11:00’de haftayı değerlendiriyorum, gittiğim etkinliklerde de eğer gerçekten o anda paylaşılması gereken bir şey varsa paylaşıyorum. Bence çok iyi de oldu; benden sonra da, Ali’den sonra da bu yayına başlayan birçok bireysel girişimci de oldu.
A.Ş.: Vatandaş artık kendi yayınını yapar hale geldi, bu da AKP’yi sıkıştıran bir şey.
S.T.: Şeker TV ile MST TV aslında Türkiye’de medya özgürlüğünün, basının içinde bulunduğu durumun aynı zamanda bir yansımasıdır. Siyasetçi olarak bizim işimiz medya değil, görüşlerimizin halk tarafından bilinmesini isteriz ama bağımsız medya tarafından duyurulmasını isteriz. Biz de o mecralar bize kapatıldığı için bu yola başvurduk. İnsanlar şöyle yapıyorlar mesela, kanala çıkmak için ricacı oluyorlar. Özellikle de mağdurlar.
A.Ş.: Davutoğlu’na teklifte bulundunuz ama gelmedi daha…
S.T.: Bizzat gelmek istiyorlar, yayından bir iki gün önce ulaşıp “Şu mağduriyetimiz var dile getirir misiniz” diyen çok oluyor. Ben yayın yaparken mesela Bülent Arınç’a çağrıda bulunmuştum, Manisa’da bir mağdurla ilgili olarak. 80 yaşında, tutuklanmıştı. “Sayın Bülent Arınç, bu adamın tutuklu olması doğru mudur, sen bu adamı tanıyor musun” demiştim. O da yazılı açıklama yapmıştı, 1.5 sayfa: “Ben bu adama kefilim, iyi bir insandır, yardımsever bir insandır, hapiste bulunmaması lazım” diye. Bir polemik olmuştu aramızda, ben de kanalımdan açıklama yapmıştım; haber kanalları şöyle girmişti: “Sezgin Tanrıkulu’nun bir haber kanalında ifade ettiği gibi…”
Şimdi hazır Davutoğlu’na yaptığınız teklif de gündeme gelmişken sormak istiyorum. Sayın Davutoğlu bir dönem, aslında sizin de ekran yasağı yaşamaya başladığınız zamanlarda hala iktidarda söz sahibi konumundaydı ama şimdi ana akıma çıkarılmayan kendisi oldu, hatta onunla görüşen gazetecilerin işlerine son verildi. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
S.T.: Biraz önce ifade ettiğim yasak Davutoğlu döneminde başlamıştı. Başbakanken öksürse haber oluyordu kendisi.
A.Ş.: Davutoğlu uyandı… Davutoğlu yattı…
S.T.: Öyle bir konumdaydı kendisi ama şu an ise uzatılacak mikrofon arıyor. Gazetecilerle ile ilgili yaptığı son paylaşımdan önce kendisi keşke ciddi bir özeleştiri yapsaydı, o zaman çok daha inandırıcı olurdu. Fakat ben dedim, kendisi her zaman MST TV’ye gelebilir. Her soruya muhattap olmak kaydıyla tabii.
A.Ş.: Biz o zaman yayın yaparken HDP’nin de, AKP’nin de, MHP’nin de konuşmalarını yayınlıyorduk. Tabii bazıları pek konuşmuyordu, bir an önce oylayalım diye bakıyorlardı olaya çoğunlukla. Anayasa görüşmelerinde dokunulmazlıkların kaldırılması olayı vardı, orada bir kavga oldu. (Mehmet) Metiner, Garo’yu (Paylan) çekip bir kavgayı başlatmıştı. O, dünya televizyonlarında milyonlarca insana ulaştı. Associated Press, BBC, Reuters, hepsi telif karşılığı almak istediler, ben de “Gerçekler insanlara ulaşsın, ücret bizim kaygımız değil, yeter ki doğru bilgilensin halk” dedim.
S.T.: Darbe komisyonunda ne oldu mesela. Ben bunları yayınladıkça, Ak Parti, komisyon rahatsız olmaya başladı. Çünkü kendilerinin sorumluluğu da tanıklar, bilgi sahipleri aracılığıyla bütün topluma ulaşıyordu. Tutanak başka bir şeydir, insanların alıp okuması falan ama bir de seyretmeleri çok farklı bir şeydir. Gerçekten de çok etkili oldu. Meclis’te şimdi gazetecilerin çalışmasına ilişkin bir yönetmelik var, komisyonlarda bulunabilirler mi, Genel Kurul’a nasıl girilir, çıkılır, nasıl haber yapılır gibi eski tarihli bir yönetmelik. O zaman tabii sosyal medya yok, Twitter’ı, Periscope’u, YouTube’u kapsamıyor ve gazetecilere yönelik, milletvekillerine yönelik değil.
A.Ş.: Onu hesap edememişler.
S.T.: Buna uyarak yayını yasaklamaya kalktılar. Dediler ki, yayın yapamazsın yönetmelik var. Ben de dedim ki, yav bu yönetmelik gazetecilere ilişkin, ben yayın yaparım, hadi gelin bunu kaldırın, nasıl kaldıracaksınız. Sonra, bir ay falan yayın yaptıktan sonra komisyon toplantısını kestiler, bitirdiler, dediler ki, “Sezgin Tanrıkulu eğer bir daha yayın yaparsan, seni yasaklayamıyoruz ama biz bu komisyonu bir daha toplamayacağız.” Ben de dedim, “Yayın yapacağım.” Sonra grup başkanvekilleriyle görüştük, önemli tanıklar da bitmişti zaten. Benim yüzümden, yayın yüzünden komisyon dağılacaktı yani. Onları bölmemek için ben de yayınları belli bir aşamadan sonra kesmek durumunda kaldım.
A.Ş.: Adli tatile girilmesine normalde avukatlar sevinir, ama milletvekilleri olarak biz de sevindik. Çünkü davadan davaya koşuyoruz. Bunu yapmaktan yorulduk inanın.
Siz daha önce de, “İnsanlar milletvekillerini yatıyor zannediyorlar ama davadan davaya koşuyoruz” dediniz ama Meclis’in 2019’da sadece 64 gün mesai yapması ve bunun büyük kısmının da seçimle geçmesi, sonrasında da hepimiz çalışmaya devam ederken sizin tatile çıkması eleştirildi. Siz bu eleştirileri haklı buluyor musunuz?
A.Ş.: Valla normal görevini yapanlara karşı bu eleştiri haksız, görevini yapmayanları ise eleştirme hakları saklı.
S.T.: Toplumun beklentisi olan yasalar vardı, o yasalar çıkmadan tatile girmesi tabii büyük eleştiri aldı. Özellikle Yargı Reform paketini bekleyen cezaevlerinde birçok kişi vardı.
A.Ş.: Çok sayıda umut bekleyen vardı.
S.T.: Yargı Reformu çalışması yapılmadan Meclis’in tatile girmesi tabii tepki çekti. Biz ısrarla bu Reform Pakedi’ni getirin, öyle tatile çıkalım dedik ama Ak Parti maalesef MHP’yle birlikte bu talebimizi kabul etmediler.
Konuştuğum Ankara’dan birkaç isim, Meclis’in çalışmalarının uzamamasıyla ilgili şöyle bir yorum yaptı, “AKP, yeni parti gündeminde milletvekillerini aynı anda Ankara’da istemiyor” diye. Siz buna katılıyor musunuz?
S.T.: Mümkündür tabii…
A.Ş.: Aslında milletvekillerinin insani olarak bir araya gelmelerini istemiyorlar. Öyle bir araya geldiğinizde birçok milletvekiliyle, AKP’li olsun, MHP’li olsun; haksızlıkları gördüklerini serzenişleriyle bize ifade ediyorlar. Ancak bunu sadece uygun şekilde bir arada olduğumuz ortamlarda konuşabiliyoruz. Ama maalesef milletvekilleri bir araya gelsin, konuşulsun, tartışılsın istenmiyor. Ne talimat verildiyse gelsin, o talimatın gereği elini kaldırsın çıksın isteniyor. Bunu kabul etmek mümkün değil. Genel başkan vekilleri değil, milletin vekilleri olduklarında milletin dertlerini orada dile getirirler ve bir araya gelip nasıl çözeceğimizi konuşurlar. Ama yapılan ne, talimat neyse ona göre davranmak. Kaldı ki, Anayasa görüşmelerinde olsun, kanun görüşmelerinde olsun, sürelerini bile kullanmadılar. 10 dakika konuşma süresi var mesela, bir dakikada kapatıyorlar gidiyorlar, bazılarını hiç kullanmıyorlar bile. Halbuki sizin davanızı savunmanız lazım, bir kanun çıkartıyorsunuz bu kanunun neden gerekli olduğuna toplumu ikna etmeniz lazım. Gerek bile duymuyorlar. Saygıları yok. İşlerine de saygıları yok, topluma da saygıları yok.
Peki sizler milletvekili olmaya ne zaman karar verdiniz?
S.T.: Valla 2011’de ben ilk seçildim, o zamandan beri parlamentodayım. Deniz Baykal da partiye davet etmişti beni ama 2010’da Kemal Bey başkan olunca CHP’ye katıldım. Parti meclisi üyesi oldum, genel başkan yardımcısı oldum; bu süreçle beraber zaten milletvekilliği de doğal bir süreç olarak karşımıza geldi, biz de evet dedik.
A.Ş.: Ben daha önce başvurmuştum ama parti yönetimleriyle çok yakın olmadığım için...
S.T.: Pek barışık olmadığın için…
A.Ş.: Barışık olmadığım için, öyle bi siyaset anlayışım olmadığı için listeye konulmadım, hiçbir yerine. Halbuki anket sonuçlarında da gayet önde çıkmıştım. En son 7 Haziran seçimleri öncesinde ön seçim yapılınca, halkın büyük bir teveccühüyle, İlhan Cihaner birinci, ben ikinci olarak çıktık. Halkın isteğiyle milletvekili oldum. Daha sonra tekrar listeye konulmadık, halkın yine baskısıyla sınırda bir sıraya konulduk, bölgem istemediğim şekilde değiştirildi…
Ali Bey siz muhalefet içinde de muhalif gibi misiniz? İstenmeyen, listeye konmayan, konunca da istemediği yere konan milletvekili olarak…
A.Ş.: Ben milletvekilliğini kamu adına yapmak istiyorum, kimseye eyvallahım yok. Bugün Ahmet’in ya da Mehmet’in genel başkanlık makamında oturmasına bakarak değil, eğer millet adına görev yapacaksak milletin dediklerini dikkate alarak görevimizi yapmalıyız. Genel başkan vekili değiliz çünkü biz. Bir milletvekilinin de görevi gördüğü sorunları konuşup çözümüne katkı vermek, yoksa parmak kaldırıp indirmek için milletvekiline ihtiyaç yok.
Sezgin Bey size pazar akşamı bir tweet attınız, Ali Bey’le Suruç anmasındaki bir fotoğrafınızı paylaştınız. Duygusal bir mesajı da vardı. İkiniz ilk ne zaman tanıştınız?
S.T.: 2015’ten önceydi.
A.Ş.: Gezi’de falan burada tanışıyorduk zaten. Ben daha önce ilçe başkanıydım.
S.T.: 2010’dan sonra tanışmışızdır, ben genel başkan yardımcısıydım, o zamandan bu zamana tanışıyoruz.
Aklınızda kalan, ortak, ilginç bir anınız var mı?
S.T.: Hatırlamıyorum valla.
A.Ş.: Valla her yerde beraberiz. Ben mesela bir yere gittiğimde Sezgin Bey yoksa, niye gelmedi diye merak ediyorum. Bir de Mahmut Bey (Tanal) var. Hep birlikteyiz.
Birbirinizi arıyorsunuz herhalde…
S.T.: Zaten Ali’yi aramaya gerek yok, bir yere gittik mi boydan o hemen gözüküyor. (Gülüşmeler)
A.Ş.: Sezgin Bey’in paylaştığı o fotoğrafta da gençlere saldırıyorlardı, onlara ben bakıyordum. Biz bir yandan müzakere yürütüp insanların canının yanmasını engellemeye çalışıyoruz, bir taraftan da olayı gözlemliyoruz.
S.T.: Diğer tarafta da müdahale vardı çünkü.
A.Ş.: Hak ihlallerinde, gerek havalimanı işçileri olsun, gerek diğer işçiler olsun, gerek öğrenciler, akademisyenler olsun, kim haksızlığa uğradıysa onların yanında olmak bir milletvekilinin görevi. Sadece haftanın 3 günü parlamentoda mesai yapmak değil görevimiz. Biz biraz aktivist milletvekili tanımına giriyoruz, biraz da yurttaş gazetecilerin yanında parlamenter gazeteci gibi olduk. Boşluk olan, ihtiyaç olan her yerde halkın yanında dayanışma içerisinde olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz.