Savaş bölgelerinden kaçarak Türkiye’ye gelenlerle ilgili tartışmalar boyutlanarak devam ederken, dikkatlerin odağındaki sığınmacıların sağlık hakkına erişim konusundaki sorunları da sürüyor.
Afganistan’da yaşanan çatışmalardan dolayı bir yıl önce ülkesini terk etmek zorunda kalıp Türkiye’ye gelen ve Eskişehir’de yaşayan Muhammed Azami, birçok kardeşinin askeri personel olduğunu, Taliban ilerleyişi sonrası güvenlikleri için kaçmak zorunda kaldıklarını belirtti. Eşi ve üç çocuğuyla birlikte yaşayan Azami, Afganistan’da insanların çoğu zaman tedavi edilemediğinden dolayı hayatlarını kaybettiklerine dikkat çekti. Birçok doktorun Taliban işgali sonrası ülkeyi bırakıp kaçtığını ifade eden Azami, böyle bir durumda insanların çok kısıtlı koşullarda tedavi olabildiğini vurguladı. Azami, “Biz kaçarken de çocuklarımızla çok sıkıntılar yaşadık. Sınırları geçerken hiçbir can güvencemiz yoktu. Yolda bizimle gelen ve yaralı olan biri vardı. Çok kötüydü durumu, ama sınır dışı edilirim korkusuyla herhangi bir hastaneye gitmedi” dedi.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nın haber portalı, Gazetecilik Platformu'ndan Dindar Karataş'ın haberine göre, parası olmadığı ve dil bilmediği için tedavi olamadığını söyleyen Azami, “Burada dört kez hastaneye gitmek istedik ama ücret çok fazla alıyorlar. İlaç yazıyor doktorlar ama param olmadığı için alamıyorum. Yine bir kez hastaneye diş tedavisi için gittim, ama doktor bizi anlamadı ve tercüman da olmadığından dolayı bizi tedavi edemedi. Bizim en büyük acımız savaşların bitmemesi. Barış olsa ben niye ülkemi bırakıp geleyim. Dişim ağrısa, kolum kırılsa tedavi olurum ama ben çocuklarımla birlikte yaşadığım bu psikolojiyi hiçbir zaman tedavi edemem” diye konuştu.
Pakistan’dan Türkiye’ye üç yıl önce göç eden bir başka sığınmacı Taha Elgazi, ailesinin Pakistan’da kaldığını ve onlara para göndermek için çok kötü koşullarda çıktığını söyledi. Elgazi, bir fabrikada kayıtsız işçi olarak taşlama ve kaynak işi yaptığını belirtti. Kayıtsız çalıştığından dolayı Sosyal Güvenlik Sigortası’nın (SGK) olmadığını ifade eden Elgazi, “Bir evde 9 arkadaşımla birlikte yaşıyorum. Geçen kış mevsiminde bir arkadaşım çok rahatsızlandı ama sigortası olmadığı için hastaneye gitmedi. Biz de eczaneden ilaç almak zorunda kaldık. Ben de buraya geldiğimde hastalandığım zaman neler yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Çoğu zaman tanıdıklara soruyor veya sosyal medya üzerinden bakıp o şekilde ne yapmam gerektiğini öğreniyordum. Devlet hastanesinde tedavi olamıyorum. Özel hastanelerde de tedavi fiyatları çok pahalı. Mülteciler için tedaviye erişim çok zor durumda” şeklinde konuştu.
Barış bildirisine imza attığı gerekçesiyle ihraç edilen Prof. Dr. Mehmet Zencir de savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğuna dikkati çekti. Zencir bu soruna halk sağlığı sorunu denilmesinin “çok görülmesi, çok öldürmesi, çok sakat bırakması, yaşam kalitesini olumsuz etkilemesi” gibi kriterlerden kaynaklandığını belirtti. Zencir, bu açıdan bakıldığında savaş ve savaş sonrası koşulların sağlık için en büyük tehdit olduğunu ifade etti. Savaş ve yol açtığı sorunların sadece günümüzle ilgili olmadığının, gelecek kuşakları da etkileyeceğinin altını çizen Zencir, “Dahası ekolojik tahribat nedeniyle biyoçeşitliliğe en büyük tehdittir. Bizler için önemli olan bir başlık da savaşların önlenebilir olmasıdır, çünkü insan eliyle oluşturulur. Bu nedenle savaşların önlenmesi en kritik aşamadır. Mevcut eğilim savaşa ve savaş sonrası koşullardaki sağlık üzerinde odaklanmaktadır. Bu aşamayı bizler ikincil koruma diye tanımlıyoruz. Savaşa bağlı sağlık sorunlarını en aza indirmek için yapılması gerekenleri bu başlıkta ele alıyoruz. Bu önemlidir, ama halk sağlı açısından yeterli değildir. Aslolan savaşın olmasının engellenmesidir. Bu açıdan temel korunma ve birincil kavramının açılması önemlidir” dedi.
Devam eden savaşların durdurulması sonrası, yeniden bu savaşların ortaya çıkmaması için kök nedenlerin gündeme alınmasının zorunlu olduğunu vurgulayan Zencir, temel korunma olarak adlandırılan yöntem ile savaşa zemin hazırlayan koşullarla, insanlarla yüzleşmenin sağlandığını söyledi. Zencir, bu konuda birçok kök neden olduğunu ifade ederek, bunların ortadan kaldırılması gerektiğini kaydetti.
Sağlığın ve barışın geliştirilmesi konusundaki yöntemlerin birbiriyle benzer olduğuna dikkat çeken Zencir, “Sağlığın geliştirilmesinde, halkın etkin hale getirilmesi ve savunuculuk yoluyla halkın sağlığının geliştirilmesi kritik önemdedir. Barış için de sadece çatışmanın sona ermesi değil, davranışlar ve yapılar kadar en derin inançlar, varsayımlar ve değerlerin değişmesine katalizör olarak sistemik değişim yaratmak öne çıkıyor. Bu nedenle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) anayasasından başlayarak barış vurgusu öne çıkıyor. Günümüzde barıştan sağlığa modeli, barış için bir köprü olarak sağlık yaklaşımları, Nükleer Savaşı Önlemek İçin Hekimler, İnsan Hakları için Hekimler, Silahlanma Karşıtı Mücadelede Hekimler gibi barış mücadelesi sağlık alanında capcanlı devam ediyor. Ülkemizde de TTB öncülüğünde ‘Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur’ ve ‘TTB Toplumsal Barışı Tartışıyor’ çalışmaları barış mücadelesine ciddi katkı sağlıyor. Halk sağlıkçılarıysa kongrelerinde savaşı ve barışı gündem yapmaya özen gösteriyor” dedi.
Savaşlar nedeniyle göç etmek zorunda kalan ve kayıplar veren, yaşamları alt üst olan, tüm varlıklarını geride bırakan, göç yolculuğunda kötü muamelelere maruz kalan insanların sağlıklarının öncelikli olduğunu belirten Zencir, sığınmacıların gittikleri ülkede sağlığa erişimleri hakkında şunları söyledi: “Burada önemli bir sorun tıbbi hizmetlerden yararlanamamak. Oysa mülteciler, zorla yerinden edilenler için sağlıklı olma koşullarının yaratılması önemli. Mültecilerin biyolojik bütünlükleri için (fiziksel ve ruhsal sağlıkları için) savaşın bir an önce bitirilmesi, geldikleri toplulukların onları damgalamadan ve önyargısız görmeleri, yönlü çalışmalar kritik eşikler. Sağlıklı olmak için yaşam koşullarının (barınma, beslenme, ısınma, giyinme, ulaşım, eğitim, hijyen, dil öğrenme vb.) ve çalışma koşullarının (iş, çalışma saatleri, iş yoğunluğu, ücretler, sosyal güvence, erken yaşta çalışmaya başlama, yaşlı işçilik vb.) iyileştirilmesi kritik önemdedir. Tüm bunlarla birlikte sağlık hizmetleri anlam bulur. Bu aşamada da koruyucu sağlık hizmetlerin (aşı, çocuk beslenmesi, bebek ve çocuk izlemleri, doğum kontrolü, gebe ve lohusa izlemi, doğurgan çağ kadın izlemleri, çevre sağlığı, sosyal hizmet) eşitsiz ve ayrımsız sunulması önemlidir. Bu hizmetlerin anadilinde verilmesi ve kültürel özelliklerin dikkate alınması yararlanımı doğrudan etkileyecektir. Sağlık hizmetleri ile ilgili bilgilenme konusunda, erişim için para ve zaman yaratılmasının da ciddi engeller arasında olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık emekçilerinin mültecilere yönelik tutumu da belirleyici önemdedir. Bunlara ek olarak tedavi edici hizmetlere erişim ve niteliğinin de altı çizilmelidir. Bu hizmetlerin ücretsiz olması ve mültecileri hedefleyen özgün bir programın hazırlanması gerektiğini de not etmeliyiz.”