Selim İleri
Cep telefonunun çalar saatiyle uyanıyorum. Yedi otuz! Dün gece yedi otuza ayarlamıştım. Gerçi kurup yattıktan sonra uyuyamadım, geceyarısını az buçuk geçe yine kalktım.
Yeni bir kanal buldum: Sinefon. Eski Türk filmleri, o, artık bütünüyle gönül sıtmalı siyah-beyaz filmler tekrar gösterimde. Belgin Doruk’la Göksel Arsoy’un herhalde 1960’lardan kalma bir salon komedileri. Jeneriği kaçırdığım için yönetmeni, filmin adını, senaristi, salon komedisine emek vermiş öteki kişileri öğrenemedim. Oyuncular arasında Gürel Ünlüsoy, Gönül Bayhan. Hayatı mahvolup gitti Gönül Bayhan’ın. Gürel Ünlüsoy’la yıllar önce, Kuruçeşme’de bir lokantada karşılaşmıştık...
Adını bilmediğim bu salon komedisine Belgin Doruk ne kadar yaraşmış! Dahası, kendisi yadsırdı ama, Belgin Doruk ne kadar iyi bir aktrismiş, ölçülü, abartısız, bir yandan da sıcak, sevimli.
Belgin Doruk’u son döneminde tanımıştım. Çok kilo almıştı, insanlardan kaçıyordu. Önce telefonda bir röportaj; aylar sonra tanışacaktık. Yazdım bunları.
Fakat bambaşka bir şey oldu; filmi izlerken Belgin Hanım’ın bir sorusunu hatırladım: Şiir mi daha zor yazılır, yoksa roman mı?
Kitaplara sığınmıştı. Bol bol roman okuyor, o günlerin gözde yazarlarını asla kaçırmıyordu, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, daha eskilerden Refik Halid, Orhan Kemal. Oktay Rifat’ın inceliklerle örülü eseri Şiirler de baş ucundaydı.
Zor bir soruydu, ayrıca kafamı yormamıştım; yanıtlayamadım.
Şimdiyse, buna benzer bir soruyu ben yenilerde okudum diyordum. Nerede? Kim sormuş? Salon komedisi akıp gidiyordu...
Nihayet sevgili Can Bahadır Yüce belirir gibi oldu. Birden Kitap Zamanı’nın Ekim sayısı, Can Bahadır’ın Şavkar Altınel’le önemli söyleşisi; Can Bahadır, Altınel’in yeni eseri Hotel Glasgow’u söyleşi aracılığıyla bize tanıtıyor.
“’Edebî hiyerarşi’de düzyazıyı şiirin üstüne koymak bana hep ilginç göründü” diyor Can Bahadır. Gerçi, tam tersini düşünürmüş. Şavkar Altınel de, şiirle düzyazı arasında büsbütün ayrılıklar, farklılıklar bulunmadığını belirtiyor. Güzel söyleşi sürüp gidiyor.
Edebî hiyerarşide şiir, benim yetiştiğim yıllarda da, düzyazının üstünde görülürdü. Memet Fuat’ın Yeni Dergi’si her ay şiirlerle açılırdı. Tuhaf bir kıskançlık duyar, hatta, aşağılık duygusuna kapılırdım. Çok sevdiği şairlerin, Necatigil’in, Oktay Rifat’ın, Edip Cansever’in şiirleri üstelik! Ama öyküler ikinci sırada...
Memet Ağbi romanı üçüncü sıraya koyardı. Şiir, öykü, en arkada roman. Sebebini kim bilir kaç kez konuştuk... Hocam Vedat Günyol daha acımasızdı: Romanı bir ‘hantallık’ örneği sayardı. Şiir bütünüyle arı, bütünüyle billûrlaşmış.
Uzun yıllar böylesi bir sıralamayı kurcalamak, hele bozmak aklımın ucundan geçmedi, itirazsız kabullendim. Derken bir gün, 1970’lerin sonundaydı, belki 1980’ler, koskoca Attilâ İlhan, “Ben hep roman yazmak isterdim” dedi. Müthiş şaşırmıştım. Şiirleri okurları yıllar yılı etkilemiş, şiirleri ezbere okunan bir şair söylüyordu bunu!
Nitekim Attilâ İlhan pek çok okuru etkileyen, önemli romanlar yazdı, eleştiriler, siyasî yazılar, polemikler. Başka şairler de romanlar yazdı; Batı’yı bir yana bırakıyorum, edebiyatımızda hemen aklıma gelenler Necati Cumalı, Melih Cevdet, elbette Tanpınar. Epey geçmişe dönersek, inceliklerle örülü Araba Sevdası, bir ‘şair’in romanı nasıl unutulabilir?
Oktay Rifat’ın Bay Lear’i belki bir kılavuz. Bay Lear bence, baştan sona, dilde, anlatımda, dile getirişte şiirle beslenmiş bir romandır, eser boyunca bir şiir dili sürüp gider. Öyleyken, belki, şiirle beslenmiş bir düzyazıdan söz açılabilir. Bence, Cemal Süreya’nın denemeleri, yazıları hep şiirle beslenmiştir. Behçet Necatigil’in radyo oyunları çok sesli, çok kişili şiirlerdir.
Dönüp dolaşıp ‘şiir’le ölçüp biçtiğime göre, tek ‘ölçüt’ yoksa şiir mi?