Hasan Cemal: Dilim inkar edilse, yakınlarım öldürülse ben de dağa çıkardım, ama...

Hasan Cemal: Dilim inkar edilse, yakınlarım öldürülse ben de dağa çıkardım, ama...

Çınar Oskay / Hürriyet

Gelin, genç bir kızın günlüğünde gezinelim biraz...

Yaşam çok güzel. Yaşamı daha çok seviyorum. Aklımla ve yüreğimle seviyorum. Delikanlıca seviyorum bu yaşamı. Hep içimi coşturan, aklımı geliştiren yaşamı çok çoook seviyorum. Hem de kahkahalarla...

...Şu an Candan Erçetin’i dinliyorum. Benimle dans eden var mı? Korkmadan... Hadi canlı müzik! Ritmim, şu an kıpır kıpır benim... Dansa devam delice, sarmaş dolaş...

...Saçlarımı çok güzel yaptırdım, çünkü çok seviyorum.

Bu neşeli notların yanı sıra günlükte Abdullah Öcalan, Che Guevara resimleri de var... Şöyle bir alıntı da:  “Düşünceler şiddetle, topla, tüfekle asla öldürülemez” Atatürk.

Ve sonuna yürüyüşü, “Yaşam çok sert, yaşamdan daha sert olmalısın” diyerek...

Bu günlüğün yazarı Delila Meyaser (önceki adıyla Şenay Güçer) 24 yaşında dağda öldürülen bir PKK’lı. Aynı zamanda şarkıcı... Öldükten sonra şarkıları bölgenin bütün dağlarına, şehirlerine yayılmış, ona ‘Kürtlerin Sezen Aksu’su diyorlar...

Hasan Cemal’in son kitabı onun günlüğü üzerine kurulu. Bu kitap dünyayı siyah ve beyaz diye ayıranlar için değil. 40 bine yakın insanımızın gerçekte neden öldüğünü anlamak ve ‘hissetmek’ için... T24 yazarı Hasan Cemal’le Delila’yı, 70 yaşında herkesi atlatıp görüştüğü PKK liderlerini ve dağda gerillalara nasıl ‘zulüm’ ettiğini konuştuk...

Neden yazdınız Delila’nın kitabını?

Geçen mayısta, dağda PKK’nın ilk çekilme sürecini izliyordum, ‘Metina savaş alanları’ dedikleri bölgede. İlk yazımı geçeceğim. 3G için en uygun yeri ararken, bir gerilla kaset koydu teybe ve bir ses patladı. Çok etkilendim. Sonraki yazılarımı hep Delila’nın şarkılarını dinleyerek yazdım. Derken ailesini bulduk ve dağda tuttuğu günlükler ortaya çıktı.

Bir gerilla kızının öyküsünü yazarken tepkiden korktunuz mu?

Korksam Kürt meselesiyle ya da 1915’le ilgilenmezdim. Alçak olduk, vatan haini olduk. Bizzat Başbakan tarafından bunlardan rant yemekle bile suçlandım. Türkiye oraları artık geçti. Kitabın amacı barışa katkıda bulunmak. Bu, genç insanların acılarını yüreğimizde hissetmekten geçer. Genç bir kız, çok çalışkan, liseyi bitirip dağa çıkıyor. 24 yaşında bir pusuda ölüyor. “Neden çıktı bu kız dağa?” diye sorman lazım.

Neden çıktı?

Kürt’üm, kimliğim inkâr ediliyor, anamla babamla konuştuğum dil okulda yasak... Abisini ülkücüler bıçaklıyor. Amcalar, dayılar...  Kaybolan akrabalar, işkence, faili meçhuller...

Onun yerinde olsaydınız çıkar mıydınız dağa?

Kürt olsaydım, dilim, kültürüm inkâr edilseydi, yakınlarım faili meçhule kurban gitseydi, işkence görseydi, hapse atılsaydı, ben de çıkardım dağa. Ama şimdi dağa çıkma değil, dağdan inme zamanı.

Günlüklerinde Tweety çizgi filminden, Bugs Bunny’den bahseden, Şebnem Ferah dinleyen, Mayakovski’den alıntılar yapan renkli, hayat dolu bir kız...

Başka türlü olmaz. Ancak duyarlılığı olan biri bu kadar içinden gelerek şarkı söyleyebilir. Genç kız hayalleriyle birlikte... Kadınlığını da unutmuyor, aşkı tartışıyor.

Ama bir yandan ‘Gönül gitmek ister savaşa’ diye şarkı yapıyor, tüfeğinden ‘güzel silahım’ diye bahsediyor. Avrupa’ya göndermek istedikleri zaman “Hayır” diyor. İstediği Türkiye’ye geçip savaşmak... Birini öldürmüş olabilir mi?

Çatışmaya girme vakti olmuyor. Öldürse günlüklerden bilirdik. Türkiye’ye geçer geçmez pusuya düşüyor ve öldürülüyor. Öcalan yakalandığı zaman çıkıyorlar dağa.

O dönemde dağa çıkış artıyor mu?

1999’da dalgalar halinde başlıyor. “Burada sizin hayatınızı sürdüremeyiz, gelmeyin” demişler. O kadar çok talep olmuş.

PKK ve dağ deneyimi Kürt kadınını nasıl değiştirdi? Aliza Marcus ‘Kan ve İnanç’ kitabında bunun hem bir şoku hem de gururu aynı anda yarattığını yazmıştı.

PKK bir bakıma laik bir örgüt. Kadın-erkek eşitliği var. Bu Kürtlere ve bölgeye büyük bir mesaj. Kadını ikinci sınıf sayan zihniyetler karşısında bir artı puan. BDP’de eşbaşkanlık var.

Yüzde 40 kadın kotası da var...

Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan anlatmıştı: Kürt kadınlarının evde elleri güçlenmiş. “Bak Kürt kadınları da savaşıyor, erkekten hiç farkı yok” diyor, erkeğe de kafa tutmaya başlıyorlar. Dağdaki erkeklere kadın gerillaları sorduğunda “Aman aman” diye espri yapıyorlar. Dağda Savuşka adında kadın gerillayla konuşacağım. Fotoğrafçı Mehdi’ye “Gel, hanımlarla bir fotoğrafımı çek” dedim. Savuşka “Hangi hanımlar?” diye çıkıştı. “Şu kızlarla çekiver beni” diye düzelttim. Zank diye “Hangi kızlar?” dedi, “Biz kadın gerillayız. Bize kadın gerilla diye hitap edeceksiniz. Ne hanım ne de kız”. O coğrafyada kadının eskiden gelen ezikliği aşmasında dağa çıkan kadınların rolü büyüktür.

 

Gerilla gerilla olalı böyle zulüm görmedi

 

İlk çekilen grupla yürüyen tek Türk gazetecisiydiniz. Ama grubu epey yavaşlatmışsınız. E bir de akşamları sizin meşhur yazı yazma seansları var... Yandı gülüm keten helva!

Mart ayında Murat Karayılan’la görüşmem bitti. Kalkarken “Çekilme başlayacak, ben gelip izlemek istiyorum” dedim. “Ya zor iş” dediler: “Gündüz yatar gerilla, gece yürür. Çok tempoludur, günde 8-9, bazen 10 saat...” Gülmeye başladılar. Medya ilişkileriyle uğraşan Ahmet Deniz katır önerdi, Karayılan itiraz etti: “Oralara katır nasıl çıkacak?”. Sonra espriyi Ahmet Deniz patlattı.

Ne dedi?

“Heronlarla, uydularla bakacaklar; Hasan Cemal yüzünden gerilla ha bire mola veriyor. Ankara’ya rapor geçecekler. Başbakan da ‘Hasan Cemal çekilme sürecini sabote ediyor’ diye demeç verecek!”

Nasıl çözdünüz?

Artık saklamaya gerek yok, Sırrı Süreyya Önder  “Abi seni çağıracaklar” diye haber verdi. Ama haber yayılmış, arıyorlar, Ezgi Başaran telefon etti: “Ne yapacağım? Ben de seninle gelsem? Dağa çıkacağız, nasıl olacak?” filan. Ben de hiç anlamazlıktan geliyorum. Sonra gittim.

Nereye?

Erbil tarafından Metina bölgesine. Şahin olarak bilinen Suriyeli Kürt ama senin benim gibi Türkçe konuşan Fehman Hüseyin ya da kod adıyla Bahoz Erdal’ın bölgesi... Şuradaki gopal (Şırnak bastonu) onun hediyesi. “Bu sana üçüncü ayak olur. Yılana mılana karşı kullanırsın” diye verdi. Hakikaten canımı kurtardı bu. Beni vazgeçirmeye de çalıştı. Sonunda bir gece şakır şakır yağmur altında 5-6 saat yürüdük. Yere serilmek üzereydim. Gücüm kuvvetim yerindedir ama mümkün değildi. Arada bir durup not alıyorum. Biri şemsiye, biri fener tutuyor. İstanbul’da laf çıktı, “Gerilla gerilla olalı böyle zulüm görmedi” diye!

Bu türünü görmemiştir...

Dağ yamacına naylondan çadır yaptılar. Bir iki saat kestirdim. Bir ara herkes gitti. Baykuş sesini hiç unutmam. “Hu hu” diye insanın tüylerini ürpertiyor.

Korkutucu mu? Nasıl bir ortam?

Orada gazetecisin. Korku varsa yapamazsın. Ama ürpertiyor adamı. İstanbul’da otururken “Ulan şimdi akıllı adam işi mi! Yine gideceksin oralara” diye kendime sorduğum olurdu. Ama merak ediyorsun: “Acaba şu anda Kandil’dekiler ne düşünüyor?

Murat Karayılan ne düşünüyor?”

2009’da gittiğimde yazılar başladı: “Hasan Cemal kuryelik mi yapıyor? Ajan mı? Devlete mi çalışıyor?” Ben de şunu yazdım: “Kandil, İsviçre dağlarından daha güzel. Barış geldi, gayrimenkul patlayacak. Şimdiden bir iki yer kapatayım, emekliliğe dönük yatırım olsun diye...”

Dağ tekinsiz bir yer. Ama oradakiler için bir hayat tarzı. Bırakmaları mümkün mü?

Dağdan kopmak varlık nedenlerini kaybetmek gibi. Çekilmek istemiyorlar. “Özgürleştirmek istediğimiz topraklardan neden gidiyoruz? Ne aldık ki çıkıyoruz?” diye soruyorlar.

 

Biz dağa piknik yapmak için çıkmadık

 

Soru işaretlerine rağmen Öcalan’a koşulsuz bağlılık var.

PKK’da son sözü onun söylediği konusunda kuşku yok. Fakat Öcalan’ın da bir sınırı var. O sınırı sanıyorum biliyor. Devlet Öcalan’ı kullanarak PKK’yı bölmek, güçsüzleştirmek istedi, yapamadı. Öcalan liderliğini korudu. Fakat PKK ya da taraftarları gözünde olmadık bir adım atarsan, onların beklenti çıtasını çok düşürecek yönelişler sergilersen, liderlik konusunda karizmayı çizdirirsin. 2009’da Karayılan bana “Evet barış ama biz dağa piknik yapmak için çıkmadık” açıklamasını yapmıştı. Bu sözü bugün de geçerli.

Ne zaman inerler dağdan? Çözüm ne?

Karayılan ve Cemil Bayık ile konuşmalarımda gördüğüm şudur: Sorunu çözecek olan daha çok hukuk, demokrasi ve özgürlük. Erdoğan ipe un seriyor. Daha çok hukuk, demokrasi, özgürlük mesajını farklı bir dille ama net bir biçimde Öcalan İmralı’dan veriyor.

Abdullah Öcalan 17 Aralık olaylarını ‘darbe teşebbüsü’ diye niteledi. “Ateşe benzin taşımayacağız” dedi. “Gezi’de Erdoğan’ı biz kurtardık” iddiasını ortaya attı. Bunları söyleten Türkiye’de daha çok hukuk, demokrasi ve özgürlük isteği mi?

Burada birçok şey iç içe giriyor. Öcalan’ın, Cemil Bayık’ın ya da Murat Karayılan’ın söylediklerinin tamamı yansıyor mu, yansımıyor mu bir soru. Yansıtılırken bir cümle cımbızlanıyor mu, bir cümle mi ön plana çıkarılıyor ve bağlamından koparılarak mı yansıtılıyor?

 

Türkiye otoriterleşirken Kürtler özgürleşebilir mi?

 

Bakın, Cemil Bayık’ın size geçen mayısta yaptığı bir açıklama: “Türkiye madem yeniden yapılandırılacak. O zaman neden başkanlık sistemi de tartışılmasın ki? Bu ülkede parlamenter sistemde sanki demokrasi mi oldu? Şimdi başkanlık sistemi gelince mi demokrasi gidecek?” Bu, Gezi hareketinden kısa süre önce başkanlık elle tutulur bir olasılıkken yaptığı bir açıklama. Türkiye’deki genel demokratikleşme PKK’nın umurunda mı?

Erdoğan’la Öcalan arasında bir diyalog yapısı var. Bir şeyler yürüyor. Öcalan bunun zarar görmesini istemiyor, son derece dikkatli. “Tayyip Erdoğan’a karşı hareket bu yapıyı da yıkmak mı istiyor?” sorusu kafasında var. Cemaat’e hiç güvenmiyorlar. Fakat benim gibi adamlar, “Türkiye otoriterleşirken, demokrasi ve hukuk geriye giderken Kürtler özgürleşebilir mi?” sorusunu ortaya koyuyor. Bunun olamayacağını Öcalan da dağdaki lider kadrosu da biliyor. Ancak “Erdoğan’ın elinin zayıflamış olduğu böyle bir süreçte Ankara’dan daha çok şey alabilir miyiz” diye bakıyor Öcalan..

Nuray Mert T24’te “Kürtlerin iktidar karşısında yer almasını beklemek haksızlık olur” diye yazmış ama yazının sonunda, “Dağdakiler ‘bu mücadelenin sonu böyle mi olacaktı’ diye sorguluyor olabilir” mealinde bir yorum yapmış.

‘Reelpolitika’dan söz ediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa devletle bir görüşme, bir müzakere kapısı açmışsın, Ankara- İmralı-Kandil üçgeninde gelgitler var. Şimdi böyle bir yapı bozulsun mu? Üstelik şimdi dağdan ölüm haberleri gelmiyor. Ateşkes ilk defa bu kadar ciddiye alınıyor. Böyle devam etmesi lazım. Bir zamanlar Cemaat ile Erdoğan birlikte PKK’ya karşı ittifak içindeydiler. İki taraf arasındaki kırılmadan, özellikle 17 Aralık sonrasında Erdoğan zayıflayınca, Kandil’le İmralı’nın eli ona karşı güçlendi. Bu nedenle İmralı ile Kandil zaman zaman Erdoğan’ın duymak istediğini, bir ölçüde inanarak, bir ölçüde siyasetin gereği olarak söylüyorlar.

 

Erdoğan Kürt sorunu açısından gelmiş geçmiş en cesur başbakan

 

Fethullah Gülen, BBC’ye verdiği röportajda “PKK ile görüşülebilir, Oslo’ya karşı değilim” dedi. Peki Cemaat ile iktidar arasında ipler neden Oslo sürecinde koptu?

2009’da Kandil’de Murat Karayılan ben sormadan ciddi bir Cemaat eleştirisi yaptı. Cemaat ile Kürt sorununun derinleşeceğini söyledi. O zamanlar yazdım: “Dağda öldürdüğünüz her PKK’lının yerine şu kadar PKK’lı gerilla dağa çıkar. Her PKK’lının ölümü, PKK’nın kitle tabanını genişletir. 1990’larda çekilen acılar, dökülen gözyaşı ve kan PKK’yı büyütmüştür, küçültmemiştir. Yapılacak olan PKK’yı muhatap alıp konuşmanızdır.” 2011 sonbaharında çıkan ‘Barışa Emanet Olun’ kitabımda da bu bakış açısını savundum. “Kürt realitesini kabul ettiğiniz gibi PKK realitesini de kabul etmeniz gerekir” dedim. O zaman hem Erdoğan cephesi hem Cemaat tarafı beni eleştirmişti ama son iki yıldır Ankara bu noktaya geldi. Nitekim Gülen’in BBC’ye verdiği son demeç de bir değişikliğin işaretidir. Gülen de diyor ki PKK ile görüşülebilir. Uzun lafın kısası, kiminle savaşıyorsan onunla yani düşmanla barış yaparsın.

Cizre’de biri size “Bu kadar generali hapse attıran bir Başbakan bu sorunu da çözebilecek kudrettedir” demiş. Ordudaki çözülme Kürt sorununu nasıl etkiledi?

Erdoğan, cumhuriyet tarihinde Kürt sorunu konusunda en yürekli, en cesur başbakandır. Bu konuda onu destekledim, “Tarihin eli, Sayın Başbakan, sizin omzunuzdadır” diye de yazdım. Cizre’deki lafta gerçek payı var. Kürt sorununun bu kadar derinleşmesinde, bu kadar kan ve gözyaşı akmasında temel yanlış askerindir. Ve tabii askere boyun eğen, ses çıkarmayan sivil siyasetçilerin...

Asker 2005’e kadar MİT’e bile Öcalan ile konuşma izni vermedi.

Belki birkaç kere MİT müsteşarı ya da vekili, bir askerin nezaretinde konuşabildi. Erdoğan 2005’te askerin tekelini kırmaya başladı. Çok önemli Diyarbakır konuşmasında  “Kürt meselesi bizim de meselemizdir. Kürt meselesinde devlet de hata yapmıştır” dedi. Askeri vesayeti kıramasaydı barış, açılım süreci başlayamazdı. Ama şimdi aynı Erdoğan, gitgide ‘devletleşiyor’. Şimdi kendi iktidarını kurtarmak için “Milli orduya kumpas kuruldu” diye neredeyse eski Ergenekoncu güçlerle kol kola girmeye başladı. Yeniden askeri vesayete ve onun kurumlarına can suyu verebilecek bir tavra kaydı.

34 insanın öldürülmesinin hesabı sorulmadı...

Hesabını sormadığı gibi Roboski katliamını askeri savcılığa bıraktı, her şeyiyle üstünü kapattı.

 

‘Hasan Abi’ olayı

 

Erdoğan size gerçekten ‘Hasan Abi’ mi diyordu eskiden?

2006’da aynı uçakta bir gazeteci grubuyla Amerika’ya uçuyorduk. Milliyet yazarıydım. Ertuğrul Özkök de vardı. O zaman Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu vardı. ‘Hasan Abi’ diye lafa başladı Erdoğan. Herkes birbirine baktı. Ertesi gün bu olay Ertuğrul Özkök eliyle Hürriyet’in manşetine çıktı.

Milliyet’ten kovulmanızda Erdoğan’ın rolü var mı?

- Elbette var. Aksini söylemek mümkün değil tabii.

Nereden nereye... İncitici bir ifade ama basına ‘kullanışlı aptallar’ diye bir kavram yansıdı. Siz kendinizi ‘kullanılmış’ hissediyor musunuz?

Kesinlikle kullanılmadım. Bu tür eleştirileri, nitelemeleri reddediyorum. Değişen ben değilim, Erdoğan’dır. 2003 itibariyle özgürlükler, Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne uyum, askeri vesayetin geriletilmesi, 27 Nisan askeri muhtırası, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Ak Parti hakkında kapatma davası konusunda doğru bir tavır almış, ben de bu doğru tavrını kendi demokratik değerlerime uygun bulduğum için desteklemişimdir. Ama bu desteğimi verirken de hep uyarmışımdır: “Asker frenini demokrasiden çekerken, sivil frenini koymaya başlamanız da mümkündür.” Bunu birçok makalemde yazdım. 2006 başındaki yazımın başlığı “Erdoğan geçen yıl demokrasi sınavından çaktı” idi. Desteğim hiçbir zaman kategorik olmadı. Her zaman eleştirel bir destekti. Bugün karşımda demokratik değerlerimi yerle bir eden bir Erdoğan olduğu için onu en şiddetli dille eleştiriyorum.

O zamanki farklı biri miydi? Gazetecinin görevi biraz da bir siyasetçinin  motiflerini sorgulamak, olasılıklar konusunda kamuoyunu uyarmak değil midir?

Bu soruyu bana Can Dündar “‘Bugün desteğim haram olsun’ diyor musun?” şeklinde sordu. Ben de “Haram olsun demiyorum” diye yanıtladım. Bugün de o desteğimin arkasındayım. Attığı somut adımlara ve uygulamalara destek çıktım. AB, Kıbrıs, demokratikleşme, askeri vesayet, 2010’da HSYK konusunda aldığı tavır... Ama örneğin HSYK konusunda “Hata yaptık” deyip dönen Erdoğan oldu. Ben dönmedim.

Bir gazeteci sadece uygulamalara mı bakmalı?

Neye bakacağım? Niyetine mi bakacağım?

Niyeti de hesap etmek gerekmez mi?

Mesela AB konusunda demokrasiyle ilgili uyum yasalarını çıkardığı için Türkiye AB’ye kancayı taktı. Bu, Türkiye’de demokrasi ve hukuk açısından hâlâ önem taşıyor. Nitekim Erdoğan daha bu yakınlarda AB’ye gittiği vakit geriledi ve HSYK konusunda şimdilik bir geri adım attı. O yüzden AB’ye atılan kanca çok önemliydi.

 

Başbakan’a karşı yazarlarını koruyanlar da var

 

Bu hafta Başbakan’ın basına doğrudan müdahaleleri gündemdeydi. Nasıl izlediniz?

Başbakan’a “Anlaşılmıştır” diyen, tekmil veren, TV yöneticisi mesela... Bir ülkede başbakan bir muhalefet liderinin altyazı olarak geçen sözüne dahi tahammül edemiyorsa, bu sözü attırıyorsa bu ülkede medya özgür değildir. Bunu yaptıran başbakan otoriterin daniskasıdır. Medya özgür değilse ülkede demokrasinin esamisi okunmaz.

Bunun sorumlusu kim?

Başbakan Erdoğan’ın kopkoyu bir gölgesi kaç yıldır medyanın üzerinde büyüyor. Bu gölge nasıl büyüyor? Bu örnekleri bu piyasadaki gazeteci milletinin hepsi, özellikle kreması bilir. Şu ya da bu ölçüde direnenler var. Çoğunluk biat etmiş durumda. Medya sahiplerinin medyayı, mesleğin gerektirdiği çerçeveyi savunmaları gerekir. Bu konuda çabası olanlar var. Tayyip Erdoğan’a karşı kendi yazarlarını koruyan örnekler var. Gazeteci milletinin de mesleğini savunması gerekiyor. Gazetecilik diye bir meslek olduğunu, bunun temel ilkeleri, etik kuralları olduğunu... İnsanlar o zaman bize güvenecek ve “Helal olsun bu gazetecilere” diyecek. Bir bankayı, buzdolabı fabrikasını, enerji santralını en iyi, en kârlı yapmak için uyman gereken kurallar varsa, iyi bir gazete yapmanın da kuralları vardır. İlki medyanın bağımsızlığını titizlenerek savunmaktır.

Nasıl?

Patronlarla birlikte mesleğimizi savunursak o zaman Ankara’daki siyasi güç odakları da askeri güç odakları da İstanbul’daki büyük iş dünyasındaki ekonomik güç odakları da bize saygı duyarlar. “Gazetecilik diye bir şey var, biz bu işin b.kunu çıkarıyoruz” derler ve gerilerler.

 

Erdoğan sadece cici gazetecilerle dolaşıyor

 

Kenan Evren bile uçağına kendisini en çok eleştiren, en dik duran Cumhuriyet gazetesinin temsilcilerini almıştır. Özal, Cumhuriyet’in bütün köşelerinde yerden yere vurulurken, genel yayın yönetmenini ve Ankara temsilcisini uçağına almıştır. Demirel de, Çiller de öyle. Televizyona çıkarken hiçbir istisna yapmamışlardır. Hepsinin basın üzerinde oyunları vardır ama basın yelpazesinin hepsinin temsilcisini karşılarına alıp sorularını cevaplandırmıştır. Turgut Özal’ı en çok eleştiren bendim. Hakkında kitap yazdım. ‘Turgut Özal Hikâyesi’ diye hafif alaylı bir adı vardı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra karşısına alıp konuşmaya devam etti.