* Hakan Özyıldız
Birkaç ay önceydi. Yurtsever bir baba, mühendis olan ve yarı resmi bir şirkette çalışan kızının yurtdışından iş teklifi aldığını söyledi. İçi buruk, kafası karışıktı. Çok sevdiği yavrusu; ülkesinde kalıp, orta halli bir sabit gelirli olarak yaşamak ile yurt dışına gidip, daha iyi şartlarda, çağdaş bir iş ortamında yaşamak arasında bir tercih yapmak zorundaydı. Ne diyecekti?
Bana sordu. Her konuda az çok fikri olan birisi olarak hemen cevap vermekte çok zorlandım. Devlet okullarında okuyup mühendis olan, en iyi devlet üniversitelerinden birinde lisansüstü eğitimini tamamlayan, iyi de bir işi olan genç mühendise ne denebilirdi?
Anladığım kadarıyla onun en çok aradığı şey, kendi alanında kariyer yapmaktı. Çalıştığı şirkette siyasi tercihler, liyakatin önüne geçmeye başlamıştı. Kararını verdi ve Avrupa’ya gitti. Yolu ve bahtı açık olsun.
Sonra araştırmaya başladım.
Öğrenince çok sarsıldım. Gençlerde yurtdışında çalışma furyası artıyormuş. Anlayacağınız biz masraf edip yetiştiriyoruz; sanayileşmiş ülkeler, bedavaya transfer ettikleri yetişmiş elemanları, hem de ucuza çalıştırıyorlar.
Dahası, sadece iyi bir mesleği olanlar değil öğrenciler de dışarıya kaçmaya başlamışlar. Her yıl 11 bin 500 öğrenci üniversite eğitimi için yurt dışına gidiyormuş.
Bunları okuyunca içimi bir burukluk kapladı. Geçmişe, Amerika’da lisansüstü eğitim aldığım, 1984-85’li yıllara döndüm. Üniversitenin göçmen ofisi görevlisine ayrılacağımı bildirmek için gittiğimde, istersem çalışma izni için yardımcı olacağını söylemişti. Benim kafam da çok karışmıştı. O zamanlar daha 20’li yaşlarımdaydım. Hazine’de çalışıyordum. Birkaç gün düşündükten sonra, “Bu fakir millet beni burada okuttu. Dönüp elimden geldiğince ona hizmet edeyim” dedim. Bu kararımdan hemen hemen hiç pişman olmadım. Yurtseverlik bunu gerektirir diye düşündüm.
Ama şimdi olsa aynı kararı verir miydim? Dürüst olmak gerekirse, emin değilim. Kamuda çalışanın, rüşvet yemez, hırsızlık yapmazsa zengin olamayacağını deneyimlerimle öğrenmiştim. Dolayısıyla kıt kanaat geçinmeye hazırdım. Ama dürüst ve çalışkan olduğum sürece manevi ödüller alacağıma inanıyordum.
Haklı da çıktım. Hiçbir zaman bir partiye yakın olmadığım halde, bakanlarla bile zaman zaman ters düşmemize rağmen, teknik karar alma mekanizmalarından hiçbir zaman dışlanmadım. Sözlerim dinlendi, önerilerim okundu. Hepsinin kabul görmesini zaten beklemedim. Siyasetçi değil, teknisyendim, uzmandım. Sonunda kararı siyasetçiler verecekti.Demek istediğim o ki, manevi hazzı sonuna kadar yaşadım.Karınca kararınca ülkeme hizmet ettiğimi düşünerek izzeti ikbal ile kamudan emekli oldum.
Ancak şimdiki gençlerde umut kaybı zirvede.
Mekteb-i Mülkiye’nin son sınıfında olan bir öğrencim, geçenlerde bana “Hocam babam bana her şey bıraktı bir şey hariç; torpil. O olmayınca da ne yapsam iyi bir işe giremeyeceğim. Ne olacak halimiz?” diye sordu. Yazılı sınavlar konusunda çoğunun korkusu olmayan öğrencilerimin, sözlü sınavlarda “torpilsiz” başarı şanlarının olmayacağına inanmaları çok kötü bir şey.
Daha kötüsü, bu sınavları aşarak kamuda iyi bir kurumda işe giren bir öğrencim de liyakatsiz atamalardan yıldığını, yabancı dil bilmeyenlerin yönetici makamlara getirildiğini, kendilerinin uzman değil tercüman gibi kullanıldıklarını ifade etti. O da yurtdışında veya özel sektörde iş arıyormuş, benden referans olmamı istedi. Sorduğumda, kendisi gibi olan birçok uzmanın aynı durumda olduğunu ısrarla belirtti.
Sizi anlıyorum gençler.
İnanın bana çok haklısınız.
Evet dünya 1980’lerin dünyası değil. Daha küreselleşmiş, daha küçük. Ama yine de Türkiye’nin ihtiyaçları aynı. Bu ülkenin aydın beyinlere, sizlere ihtiyacı azalmadı, aksine arttı.
Sıkın dişinizi. Ahmed Arif’in şiirini hatırlayın.
Anadolu
Beşikler vermişim Nuh’a Salıncaklar, hamaklar, Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır, Anadoluyum ben, Tanıyor musun?
Utanırım, Utanırım fıkaralıktan, Ele, güne karşı çıplak… Üşür fidelerim, Harmanım kesat. Kardeşliğin, çalışmanın, Beraberliğin, Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, Kalmışım bir başıma, Bir başıma ve uzak. Biliyor musun?
Binlerce yıl sağılmışım, Korkunç atlılarıyla parçalamışlar Nazlı, seher-sabah uykularımı Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar, Haraç salmışlar üstüme. Ne İskender takmışım, Ne şah ne sultan Göçüp gitmişler, gölgesiz! Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım… Görüyor musun?
Nasıl severim bir bilsen. Köroğlu’yu, Karayılanı, Meçhul Askeri… Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini. Sonra kalem yazmaz, Bir nice sevda… Bir bilsen, Onlar beni nasıl severdi. Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı Minareden, barikattan, Selvi dalından, Ölüme nasıl gülerdi. Bilmeni mutlak isterim, Duyuyor musun?
Öyle yıkma kendini, Öyle mahzun, öyle garip… Nerede olursan ol, İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne üstüne, Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının, fesatçının, hayının… Dayan kitap ile Dayan iş ile. Tırnak ile, diş ile, Umut ile, sevda ile, düş ile Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım, Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Her biri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun?
Bu yazı Hakan Özyıldız'ın kişisel sitesinden alınmıştır