Sınır Tanımayan Doktorlar'ı referans alarak 1972 yılında kurulan Sınır Tanımayan Sanatçılar, Karşı sanat galerisinin uluslararası açılışı için İstanbul'a geldi.
“Sınır Tanımayan Sanatçılar” sadece dünyayı gezen bir sergiler serisi değil, ulusal sınırları aşan bir sanatçı dayanışma ağı örme projesi. Avusturya merkezli proje motivasyununu Avrupa’yı sarsan zorunlu göç meselesine dair hassasiyetlerden alıyor. Sınırların fiziksel değil duyusal, sembolik, sınıfsal olduğu gerçeğinden hareketle, korku ve güvensizliğin hapishaneler yarattığı bir dünyada, sınırsızlığın olanaklarını tartışıyor.
Sanatatak'ın haberine göre, işte Sınır Tanımayan Sanatçılar'ın işleriyle ilgili ifadeleri:
“Sınır Tanımayan Sanatçılar” sergisinde sergilemekte olduğum 3 mask “Sözüne karşı sözüm” başlıklı daha büyük bir serinin bir parçası. Bunlardan ikisi karaca derisinden üçüncüsü tilki derisinden yapıldı. İkisi av hayvanına biri yırtıcı hayvana ait. Yalnızca biri görebiliyor diğer ikisi kör. Bu seriyi aynı zamanda “güveninize karşı güvenim” diye de adlandırabilirdim. Böylesi kati anlar, örtülü şiddet anları, kaba nefret anları arkaplanda yatan güce susamışlığı gizlerler. Yazılanlar ve söylenenler anlamsızlaşabilirler. İnsanlık kavramı yalnızca onların inatçı kendinden eminliğini taşımakta. Her gerçek tersini içinde barındırır. Bu nefessiz kalma halini aktarmak istiyorum. Aynı zamanda vahşi doğamızda yankılanmak istiyorum.
Eğer sessiz kalacağıma söz verirsem, lütfen beni de yanınızda götürür müsünüz? Kısa zaman önce yaptığım Unutulmuş İnsan başlıklı serimin parçalarından biri. Bu seriler, bizim insan olarak “ait olma”ya ya da bizi çevreleyen dünyanın bir parçası olduğumuzu hissetmemize yardım eden hayati alanın varlığına ya da yokluğuna duyduğumuz ihtiyaçla ilgili olarak yaptığım sürekli araştırmanın bir parçasıdır. Bundan önceki serilerde yaptığım uzun fiziksel yolculuklar ve yoğun araştırmalar sırasında karşılaştığım öznelere gerçek bir estetik dil sunabilmek için daha çok sosyal antrapoloji üzerinde durarak vakit geçirdim. Unutulmuş İnsan’la birlikte gerçek ve tutarlı bir ruh haline, benim sonsuzluğa yolculuğumuza dair sürekli arayışıma içten bir bakışa ön ayak olabilecek bir söylem yaratmayı umarak otobiyografik diyaloglara yönelmeyi tercih ettim. Unutulmuş İnsan ilk kez 56. Venedik Bienali’nde sergilendi.
La vida y la muerte “La vida” ve “la muerte” yaşam ve ölüm arasındaki dualite hakkındadır. Resimlerdeki unsurlar; meyveler (narlar, üzümler, …) çürümüş meyveler, çiçekler ve solmuş çiçekler hükmü olmayan fani sembollerdir. Meyveler ve çiçekler arasında beyaz ipek üzerine oturmuş olan siyah kadın figürü “la vida” içinde yaşamı hayretle izlemektedir ve “la muerte” içinde sanki bir yerden henüz düşmüş ve beyaz ipeklerle sarılmış gibi gözükmektedir. Bu çalışma hayatın güzelliği, kıymeti, geçiciliği ve kısalığı üzerinedir.
TED HIGNEY:
"Midemi buruyorsa o iş başarılıdır"
Çamur ve kili ilkel tekniklerle ve elle şekillendirerek daha sonra boya, hayvan kürkü, sentetik kürk, mineraller ve kristallerle süslediğim soyut nesneler elde ettim. Çalışmam benim kişisel kimliğimin yeraltı akıntılarını keşfe dönük ipuçları taşıyor: Queer olma hali, güç ve bağlılık hakkındaki fikirler, soyut heykelsi nesneler ve açık uçlu hikayeleri olan imgeler yoluyla araştırıldı. İğrenti ve güzellik, minimalizm ve maksimalizm estetikleri arasında salındılar. Eğer midemde bir burulma hissine neden oluyorsa ben o işi başarılı bulurum. Giderek artan bir biçimde farklı cinsel kimliklerin deneyimlendiği bir toplumda hala erkekliğin hetero-normatif kavranışıyla özdeşleşmekte ısrar edenler için bu çalışma erkek bakışını kendisine yöneltiyor. Ben bir queer erkeği olarak çalışma boyunca politik ve kültürel olarak değişmeyi sürdürmüş olan bir toplumda, kendi perspektifimi kutluyor ve sorguluyorum.
PETRA HUDCOVA:
"Bireyi araştırıyorum onun nasıl bir yapı olduğunu"
Çalışmamın odak noktası bizim algımızı ve deneyimimizi biçimlendiren yapıların bir keşfi. Özellikle de bir bireyin bu yapılar içinde oynayacağı rolle ve bu yapıların nasıl biraraya geldiği ile ilgileniyorum. Dahası, bu yapıların nasıl olup da bildik çerçeveleri bozan yüksek ruh hallerinin yaşandığı anlarla uyum sağladığını ve sıradışı bir diriliğe kavuştuğunu da gözlemledim. Birkaç yıldan beri,asıl olarak mimari, şehircilik ve anıtsal sanat eserlerindeki geometrik örüntüleri inceliyorum. Çalışma sürecimin bir bölümü manipule edilmiş, buluntu ya da orijinal fotoğraflar ve resimlerin dahil olduğu kolajlardan oluşmakta. Bir diğeri video ve ışıkla çalıştığım projeksiyonlardan oluşmakta. Algının ve deneyimle süreçlerindeki farklı noktaları yansıtabilmek için bu farklı pratikleri genellikle birleştirerek kullanıyorum.
DEMIS MARTINELLI:
"Sağır edici bir dünyada gelecek için adım atılabilir"
“Köklerden Geleceğe” Ahşap ve demir bu çalışmada birleşerek kendilerini kökler ve evrim arasındaki bağa adadılar. Her kültürün, ulusun ve dinin kilit noktaları vardır: kayaya yazılmış ve bir iskambil destesindeki kağıtlar gibi birbirine karışan töreler ve klişeler. Kökler melezleşiyor: kullanımlar, alışkanlıklar, estetik konfeksiyon bir dünyaya karşılıklı olarak bağlanmış bir toplum içinde birbirine karışıyor ve çarpışıyor. Kan melez, törelerden azade, boynuna geçirilmiş görülmez boyundurukların baskısından uzakta. Bütün etnisiteler birbirleriyle karışmakta, bu hınçla öğrenilemeyecek tam tersine farkındalıkla, düşüncelilikle ve bilgiyle öğrenilebilecek doğal bir durum. Bir serinin ilki olan bu heykelin üst bölümü büyük gösterişli bir ağaç, çiçeğe durmuş bir bitki olarak belirir. Tıpkı topraktan çıkıyormuşçasına ahşap bir kaide içine yerleştirilmiştir. Bu kaide büyümekten asla vazgeçmeyen, kimliklerini kaybetmeyen ve değişimi bir evrimleşme olarak kutsayan köklere hayat verir. Genellikle bir gruba mensup olmaya ya da yurtseverliğe –ki bu kimlikler herkesi daha doğmadan belirler- bağlı olarak gelişen yıkıcı törelerin bombardımanı altında yaşadığımız sağır edici bir dünyada, insanlar belli bir farkındalıkla gözlerini açarlar ve bir daha da geriye dönüp bakmazlar, geçmişe dönük bakışlarında ısrar ederek, geleceğe yeni bir adım atmaya kalkarlar.
EEVA-LIISA PUHAKKA:
"Kendi kültürümüzü terk ettiğimizde her şey çok çabuk yok oluyor"
“Buffalolar yok olduğunda bizim kalplerimizde toprağa gömüldü ve orada kaldı. Ve sonra hiçbirşey olmadı.” “Derinin yara aldığı yere dair anlatılacak uzun bir hikaye var” (2014/2016) başlıklı video, kendi yaşama biçimimizi ya da kendi kültürümüzü terk ettiğimizde ya da terk etmek zorunda bırakıldığımızda, hayatımızda anlaşılır ve anlamlı olan herşeyin ne kadar çabuk yok olduğunu anlatmakta. Ve bu anlamlı dünya bir kez kaybolduğunda , dünya yabancı bir hal alır ve o zamana kadar uğrunda yaşadığımız ideallerimizi korumak zorlaşır.
OHAD BEN SHIMON:
"Bugünle geçmiş arasıdaki bağı yeniden kurmalıyız"
Bu portre serisi İsrail’den geçen sene yapılan iki ziyaret sırasında çıkarıldı. Onları 10 yıl önce orada bırakmıştım. Bu serinin ülkede ve benim kişisel yaşamımda gerçekleşen çeşitli toplumsal, duygusal ve kişisel değişimleri yansıtarak bugünle geçmiş arasındaki bağı yeniden kurma fırsatı vereceğini düşünüyorum.
MIRANDA WHALL:
"Bilmeme halinin keyfini süren bir yolcuyum"
Yolculuk Mevcudiyetim daima geçici ve akıcı oldu. Ne zaman yeni bir yere gelsem yeni bir hikayeye başladım; anlaşılması zor, geçici ya da tanımlanması zor, çok bildik ve nadir bir ‘şey’in arayaşında gerçekleşen bir sorgulama. İçimdeki gezginin gözlemleri ilk bakışta kaçınılmaz olarak tahmin edilebilir oluyordu ama ortaya çıkan ve durmadan devinen hikayelerim beni beklenmedik sohbetlere, tesadüflere, işbirliklerine sürüklüyordu. Ben basitçe bilmeme halinin keyfini süren, evde olmama halinin, gezme ve merak etme özgürlüğünün, kendini zamana ve sıcak rüzgarlara bırakmanın, şarkılara, seslere, sözcüklere, yüzlere, danslara ve mekanlara aşık olmanın keyfini süren bir yolcuyum. Damıtılmış ve parçalarına ayrılmış imgeler ve seslerden ibaret olan bu koleksiyon benim biricik ‘yolculuğumu’ hem ortaya koyuyor hem gizliyor.