T24 - BDP'nin desteklediği İstanbul Bağımsız milletvekili Sırrı Süreyya Önder, neden milletvekili olduğunu ve neden yemin etmediğini anlattı.Önder'in Radikal gazetesinde "Ölmeseydik ne iyiydi" başlığıyla yayımlanan (29 Haziran 2011) yazısı şöyle: Bizim topraklarımızda pasaport göstermeden akıp giden beş tane su vardır: Aras, Meriç, Fırat, Asi ve Dicle nehirleri.
Asi Nehri ya da ‘Oronthes’ dışarıda doğup bizim ülkemizi de bereketlendirdikten sonra ‘Herkesin Akdenizi’ne dökülür.
Fırat ve Dicle, bizde doğup ayrı ülkeleri de yeşerttikten sonra Şatt-ül Arap’ta vuslata ererek insanlığın ortak körfezine dökülürler. Kutsal metinlerde, bu üç nehrin kapladığı toplam alana ‘tufan coğrafyası’ denir.
Haritaların ve de sınırların, sular, dağlar ve denizler yerine, kanla çizilmeye başlanmasının tarihi bir hayli eskidir. İnsanlığın evrimi henüz avcılık-toplayıcılık aşamasındayken yani atalarımız gündüz gözüyle avladıkları hayvanları ya da topladıkları bitkileri, gece kurdukları müşterek sofralarda yerken birilerinin içine bir fesatlık düşmüş. “Belki yarın avlayacak bir hayvan bulamam” endişesiyle diyelim ki bir parça eti, mağaranın köşesine saklayıvermiş. Bununla da yetinmemiş, herkesi kendi gibi sanarak mağaranın çıkışına bir kapı, üzerine de bir kilit icat etmiş. Yetmemiş, bir de adam dikmiş. İşte o saklayıcı-paylaşmayıcı insan var ya dünyadaki tüm sağcıların atasıdır. “Bunu beraber avladık, beraberce yemeliyiz kardeşim” diyenlere de o günden beri solcu denir.
“Ya bulamazsam” endişesi giderek bir imana dönüşmüş, ritüelleri icat edilmiş, buna iman etmeyenler de tarihin her döneminde münafık ilan edilip eza-cefa görmüşler. Bu ‘doyamama’ haline, mağaralar yetmeyince yurtlar oluşturulmuş, ‘bir kapı-bir muhafız’ yerini ordulara bırakmış…
Tarihsel olanın izini sürmek kolaydır. Örnek olsun, birisi yağlı gerdanını oynatarak, parası olanın daha iyi eğitim almaya hakkı olduğunu böğürüyorsa, atasının kim olduğunu kestirebilirsiniz. “Dünya tarihi, sınıflar mücadelesinin tarihidir” denildiği zaman da başlangıcı mağaraya saklanan o ilk but parçasına gider.
Bütün mülksüzler, sahipsizler, yoksullar, en temelinde bu doymak bilmeyen iştahın mağdurlarıdır.
Yeryüzünün ‘hepimize kılınmış’ sularına, mesela barajlar yapılır. Çalışanlar ve yapanlar yoksullardır ama geliri ve bereketi onlara ait değildir. Bu inşaatlarda ölenler de yine ve sadece onlardır ama barajların, yolların ve cümle yapıların ‘kralı-ustası’ olarak anılmak niyeyse sadece efendilerin nasibine düşer.
İşte bu sayfada gördüğünüz fotoğrafın öyküsü, insanlığa ve ülkemize dair önemli ipuçları içermektedir.
Cezaevinden çıkıp Adıyaman’a döndüğümde, kısa bir süre Atatürk Barajı’na işçi taşıyan bir servis otobüsünün şoförlüğünü yapmıştım. Başta iş makineleri olmak üzere her şeyin büyüklüğü karşısında şaşakalmıştım. Ana gövdenin yüksekliği 200 metreye yakındı. Barajın şimdi su yolunda kalan bir yerine yemekhane yapmışlardı. Yemek molası sadece 1 saatti. Ana gövdede çalışan işçilerin yemekhaneye inmeleri, yaya olarak 15 dakika, çıkmaları ise 25 dakika sürüyordu. Çalışan işçilerin çoğunluğu Kürt gençleriydi. Yemek ve dinlenme sürelerini birazcık olsun arttırabilmek için ana gövdedeki eğimli türbin betonlarından, naylon leğenlere binerek kayıyorlardı. Birinin yemekhane duvarına çarparak öldüğünü gözlerimle gördüm. Birkaç tanesi daha benzer şekilde can vermişti.
Müteahhit firma, ölüm gerekçesini işçilerin cahilliğine veriyordu ve onlara çok kızıyordu. 12 Eylül, sendikaları imha ettiği için taşeronlar elinde çalışan işçiler adına yemek saati ve şartlarının insani ölçülere sahip olmasını savunan kimse yoktu. Bir özel masa kurulmuştu. ‘İş güvenliği ve diğer sorunlar’la ilgili sorunları dilekçeyle buraya bildirmeniz isteniyordu. Dilekçeyle itiraz eden işçileri de jandarmaya ihbar ederek ‘bölücü’ suçlamasıyla tutuklattırıyorlardı. İşin garibi Kürtler de aynı şekilde ölmeye devam ediyorlardı.
İkinci yaygın ölüm şekli, devasa iş araçları için zorunlu bir uygulama olan özel yolların olmayışıydı. Bir apartman yüksekliğindeki araçlar, aşağıda çalışan ameleleri, bir böcek gibi eziyorlardı. Özel yol, artı maliyet demekti. Kapitalizmin tanrısı, fukaralar için sadece ölümü layık görüyordu. Suriye’yi susuzlukla terbiye etmeyi de temel amaçları arasında sayan o baraj şimdi faaliyette... Etrafının ağaçlandırması yapılmadığı için de su havzasına çamur-mil dolmakta...
Milletvekili seçilince anamın elini öpüp hayır duasını almak üzere Adıyaman’a gittim. Oradan Diyarbakır’daki toplantıya geçerken Atatürk Barajı’na uğradım. Bir seyir terası yapmışlar, seyir terasının önüne de ölen işçilerin anısına bir heykel... Daha fazla para kazanmak uğruna katlettikleri işçilerin adları yazılı o heykelde.
Bir de kitabe kabilinden bir metal plakada, ‘cinayet’ gerçeği göz ardı edilerek “Biz iş kazalarında öldük. “Ölmeseydik ne iyiydi” cümlesi var. Bugün olan bitenin özeti saklı bu fotoğrafta:
Muktedirler, daha insani şartlar isteyen Kürtlere çok kızıyorlar ve ölümler üreten sistemi değiştireceklerine Kürtleri değiştirmeye uğraşıyorlar. Kürtler, insanlık sofrasına onurlarıyla oturabilmek adına, ölümle sonuçlanacağını defalarca görmelerine rağmen ‘kayarak ölme’ seçeneğini kullanmaya mahkûm ediliyor. Su ile terbiye edilemeyen Suriye, cihat ile terbiye edilmeye çalışılıyor.
Dokunulur olmak
Şimdi bizi Meclis’e çağırıyorlar. “Gelin dertlerinizi burada anlatın” diyorlar. Ben de Atatürk Barajı’nda kurulan ‘özel masa’yı hatırlıyorum. Meclis bu haliyle, şikâyet edeni de ‘bölücü’ ilan edecek bir ‘özel masa’ durumunda. Bunları dile getirdiğinizde dokunulur oluyorsunuz. Maazallah, hırsıza-uğursuza bend olan ‘dokunulmazlık’, bize gelince, ‘terör örgütü propagandası’ gibi ebegümeci bir kavramla anında berhava oluyor. Sorun sadece ‘içeri’deki vekillerimizi almaktan ibaret değildir. Bizlerin, sorunu çözme iradesi için çalışırken içeri alınmamızın da önüne geçmektir.
İnsanlar yaşasınlar, altımıza bir bahçe kılınmış olan yeryüzü sofrasında birlikte doysunlar istiyorum. Kapıların, kilitlerin, orduların, muhafızların, savaşların olmadığı bir dünya düşlüyorum. Bu yüzden ve bu vaatle vekil oldum.
Gözaltına alınabiliriz
İşte şimdi meydanlarda yoksullarla birlikte gaz ve bombaya maruz kalıyorum. Polisin hedef gözeterek otobüsümüzün içine sıktığı bombaya karşı, bir yaşlı Kürt kadını bize siper olabiliyor meydanlarda. Meclis şimdilik bu güveni vermiyor, sabıkası var. Bunları savunacağımız şartlar sağlanmadan Meclis’e gidersek tekme-tokat gözaltına alınabiliriz. İçerideki vekillerin bırakılması bunun güvencelerinden birisidir.
Bu şartlar sağlanmadan olabilecekler bu heykelde özetlenmiştir. Yüzlerce insan canını kaybedecek, insanı çevresiyle düşünmeden tasarladığınız medeniyete çamur dolacaktır. Ben ileride bütün cinayetleri bir ‘kaza’ sayarak “Ölmeseydik ne iyiydi” demek ve dedirtmek istemiyorum.