'Siyasal meşruiyetin 'millet'ten alındığı fikri Erdoğan'nın yetiştiği ekole yabancı'

'Siyasal meşruiyetin 'millet'ten alındığı fikri Erdoğan'nın yetiştiği ekole yabancı'

Birol Başkan / Georgetown Üniversitesi

26 Kasım 2013 günü meçhule giden bu yolda sağlam bir adım daha attık.

Partisinin haftalık grup konuşmasında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından şu cümleler döküldü:

“Milletimiz bizi gayet iyi anlıyor. Ne yaptığımızı da yapacağımızı da görüyor. Teoriler bir kenarda dursun, matematik hesapları bir kenarda dursun. Biz milletimizle teorileri de hesapları da aşan bir iletişim şekli inşa ettik. Diyor ya Neşet Ertaş, ‘Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, gönülden gönüle gider yol gizli gizli’ işte o gönül diliyle milletle konuşuyor çok da iyi anlaşıyoruz.”

 

Bir sonraki aşama ne? Meclisi kapatmak mı?

 

AKP kadrolarının, özellikle partinin kült lideri Erdoğan’ın söyleminde bir ‘millet’ fetişizmi almış başını gidiyor. Artık karşımızda sadece seçim kazanmış, dolayısıyla siyasi meşruiyetini milletten aldığı oylarda gören birisi yok, onunla her anlamda kendini özdeşleştiren ve sadece kendisinin görebildiği veya hissedebildiği bir yolla iletişime geçmiş birisi var. 

Türkiye’de İslamcı hareket içinden çıkmış bir zatın, bu noktaya nasıl evrildiği başlı başına bir muamma… Zira, siyasal meşruiyetin kaynağı olarak ‘millet’ fikri İslamcı düşünceye oldukça yabancı... Kur’an hakimiyetin kaynağı olarak çok net bir şekilde sadece ve sadece Allah’ı tanır.

Modern İslamcı düşünceyi itekleyen esas sorunsal, Allah’ın hakimiyetinin kapsamına ilişkin olageldi. Bu sorunsalı bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, modern hayatın dizaynında ve yönetiminde vahyin rolü ne olacaktı? Klasik akıl-vahiy tartışmasının bir anlamda modern versiyonu...

Yüzyıl boyunca bu konudaki duruşları ne olursa olsun, bugün geldiğimiz noktada İhvan gibi bir hareket için bile seçim sandığı siyasi meşruiyetin en temel kaynağı olarak karşımızda... Hatta seçim sandığına uğruna can feda edilecek bir kutsallık atfedilebiliyor. Öyle bir kutsallık ki, bu fedakarlığı yapan şehit olabiliyor.

Seçim sandığına atfedilen bu kutsallık ile Allah’ın mutlak hakimiyeti inancı nasıl telif edilebildi, işin doğrusu bilmiyorum. Türkiye’deki ‘İslamcı’ hareketin çözümü daha çok pratik bir çözümdü ve bir sloganda ifadesini buldu: ‘Halk’a hizmet, Hakk’a hizmettir.’

Bugüne geldiğimizde söz konusu hak-halk özdeşliği tam anlamıyla kutsanmış bir millet tahayyülüne dönüşmüş halde... Bu durum ise demokraside bırakın bir gelişmeyi, 1990’lardaki demokrasimizin bile gerisine düştüğümüz anlamına gelir.

 

Neden?

 

Birçok sebep sayılabilir. Belki de en önemlisi, söz konusu kurguda, hiç kimsenin veya grubun iktidar partisi karşısında haklı olma ihtimalinin olmaması... Hak-Halk özdeşliğinden, Halk’ın tercihi- Hakk’ın tercihi özdeşliğine ulaşmak zor değil...

AKPliler’in, Erdoğan ve hükümetine yönelik en haklı eleştirilere ‘parti kurun, seçime girin,’ mealinde karşılık vermesi ikinci özdeşliği de artık kanıksadıklarının bir göstergesi... Tamamen siyasilerin konuştuğu, sivil toplumun olmadığı veya tamamen partilere bağlandığı bir toplumsal yapı tahayyülü...

Gidişat sadece bu kadarla sınırlı değil... AKP içinde Erdoğan’ın tek adam hale gelmesi içinde bulunduğumuz durumu daha vahim hale getiriyor. Gelinen noktada milletvekillerini geçelim, bakan statüsündekilerin bile belli bir özgül ağırlıklarının olduğunu iddia etmek pek mümkün değil.

Bu duruma parti içinden de herhangi bir ses yükselmiyor. Hatta milyonlarca insan bu gidişata katkıda bulunuyor. Erdoğan, her durumda haklı, her durumda mağdur, her durumda yedirilmeyecekler listesinin başında...

AKPliler’in Erdoğan korumacılığı, artık rasyonel davranış boyutlarını çoktan aştı. Sadece bedevi kabileler arasında görülebilecek bir asabiyet duygusu veya ancak Şah İsmail’in Kızılbaş ordusunda veya Hasan Sabbah’ın müritlerinde görülebilecek bir fanatiklik...

Gezi parkı protestolarını hatırlayalım. Olayların büyümesinin ve bir noktadan sonra kontrolden çıkmasının bir tek sorumlusu var: Erdoğan. Aslında büyümeden çok rahatlıkla çözülebilecek bir sorun, Erdoğan’ın dediğim dedik, tepeden bakan tavırları ve hakarete varan ifadeleri yüzünden haftalarca sürdü.  En son dershaneler tartışmasını da Erdoğan başlattı. Her ne kadar Erdoğan cemaate karşı daha dikkatli bir dil kullanmış olsa da, aynı dediğim dedik tavrı takındı. Hem geziciler, hem de cemaat karşısında AKPliler’in tavırları hemen hemen aynı oldu. Erdoğan’a tek kelime eleştiri oku yöneltilmedi. Ama yüz binlerce insanın bazıları vandalizmle, bazıları çapulculukla, bazıları ahlaksızlıkla, bazıları fitne fesat yaratmakla, bazıları yabancı ülkelerin piyonluğu, bazıları ise darbecilikle suçlandı.

1 Aralık 2013 tarihinde Yeni Akit gazetesinde yayınlanan bir röportaj bu anlamda ibret verici. Ropörtaj yapılan şahıs, Fatih Tezcan, dershane tartışmasını 2. Gezi darbesi olarak tanımlıyor ve hedefin Erdoğan olduğunu iddia ediyor:

“Kesinlikle bir numaralı hedef Erdoğan’ın şahsında Anadolu’nun özünü tekrar hatırlatan, sözünü duyuran, İslâm, cihad, diriliş, direniş diyen tavırdır. İnkılap demeye başlayan Mısır’a, Suriye’ye, Filistin’e her türlü desteği veren inisiyatiftir. Siz dünyada İsrail’e özür dileten bir lidere reva görülenleri merak ederseniz, önce Gezi Darbesi’ne, sonra Gülen grubunun saldırılarına bakabilirsiniz.”

Fatih Tezcan’ın bu alıntıladığım cümlesinin satır aralarında, AKP’nin misyonuna ilişkin gittikçe AKPli kadrolar arasında yayılan bir bakış açısını sezmek de mümkün. Aslında Erdoğan’ın meşruiyetini aldığını iddia ettiği ‘millet’ henüz ortada olmayan bir millet. Halihazırda, bu AKPli’nin bakışında, özünü kaybetmiş bir halk yığını var Türkiye’de. Erdoğan’ın tarihüstü misyonu o milleti özüne döndürmek…

Yani, ne AKP sadece sıradan bir parti, ne de Erdoğan sadece sıradan bir parti lideri. Yaratmak üzere yola çıktığı, adı dahi konmamış milletten önce varolan bir parti, bir lider.

Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sonrasında siyasi rakiplerini safdışı bırakırken sıklıkla kullandığı bir söylemsel taktiği vardı. Mustafa Kemal kendini ‘millet’in yerine koyar, dolayısıyla, kendi hayalleri ve hedefleri ‘millet’in hayalleri ve hedefleri olur, bu hayal ve hedeflere karşı muhalefeti de ‘millet’e karşı bir muhalefet olarak görür ve gösterirdi.

Nutuk’un ilk cümlesi manidardır: “1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım” Not etmekte fayda var. Atatürk’ün kurguladığı tarihe göre bu adımın atıldığı anda kendi cevherinin farkında olan bir millet de yoktur ortada. O cevherin farkında olan bir tek kişi vardır: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal’ın eliyle o ‘millet’in kendi cevherinin keşfinin hikayesidir.

Not: Mustafa Kemal’in kendini soyut bir varlık olan ‘millet’le özdeşleştirmesi fikrini Sabancı Üniversitesi hocalarından Hülya Adak’ın The South Atlantic Quarterly’de 2003 yılının İlkbahar/Yaz sayısında yayınlanmış bir makalesinden aldım. Bu makalede Adak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kurguladığını inceler ve Halide Edip’in kurgusu ile karşılaştırır.