*Soli Özel
Coğrafya dış politikada, uluslararası sistem içinde yer almada bir ülkenin ağırlığını uzun süre taşıyabilir. Değişik ortamlarda, sistemdeki yeniden yapılanmalarda bazı coğrafyaların önemi artabilir ya da azalabilir ancak kolay kolay hiçe sayılamaz. Türkiye böylesi, tarihsel olarak hep önem taşımış bir coğrafyada yer alıyor. Bunun kaymağını çok yediği gibi arada ceremesini de çekiyor. Ne var ki coğrafyaya güvenerek hatta ona abanarak her sorunun üstesinden gelmek mümkün olmadığı gibi, sunduğu potansiyelin yanlış, eksik hatta sonuçta zarar verecek şekilde değerlendirilmesi de mümkündür.
Bundan dolayı her ne kadar coğrafyanın bir ülkenin stratejik ağırlığını belirlemede, bölgesel veya küresel düzende yaptıkları ya da yapmadıklarıyla oynayabileceği rolü, önündeki risklerin ve fırsatların neler olacağını tanımlamadaki önemi aşikarsa da bunun doğru yönetimi daha da önemli sayılmalıdır. Özellikle küresel sistemde kabuk değiştirme dönemlerinde coğrafyanın nasıl idare edileceği daha da fazla önem taşır. O anın gerçeklerini ıskalamak ileride telafi edilemeyecek olumsuz sonuçlar yaratabilir.
Kısaca yazmak gerekirse önemli coğrafya doğru yönetilmek zorundadır, kötü yönetim ciddi sorunlar çıkarabilir. Bu konularda "Coğrafyanın intikamı" başlıklı bir kitabı bulunan Robert Kaplan'ın da vurguladığı gibi "coğrafya fikirler, irade ve şanstan oluşan insanlık oyununun arka planıdır". Coğrafyaya bunun ötesinde bir anlam ve ağırlık yüklemek, beceriksizce yönetilmiş bir siyasetin sonuçlarına karşı sigorta poliçesi gibi görmek hatalı bir yaklaşım olur.
Rusya'nın Ukrayna'yı işgali küresel sistemdeki köklü dönüşümü tetikleyen bir olay değil. Ancak dönüşümü hızlandıran ve sonuçları itibariyle yeni dünya düzeninin nasıl şekilleneceğine dair pek çok dinamiği harekete geçiren bir etkisi oldu. Bugünden yapılabilecek iki değerlendirme var aslında. Rusya ya da lideri Putin ve etrafındaki dünyaya kapalı ve belli ki çürümüş ekip, üzerinde düşünmedikleri, anlamadıkları, hafife aldıkları ve coğrafi olarak kendilerine biat etmesi gerektiğine inanılan bir ülkeden ağır bir dayak yedi. Coğrafyasını ve doğal kaynaklardan sağladığı avantajını yitirdi. Bu savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Rusya daha zayıf, daha yalnız, daha Çin'e bağımlı ve belki hepsinden önemlisi çok daha istikrarsız, iktidar mücadelelerinin şiddetleneceği bir ülke haline gelecek.
Bu ağır yenilgide Batı'nın Ukrayna'yı silahlandırması, istihbarat paylaşması kuşkusuz belirleyici bir rol oynadı. Ama düne kadar dünyanın en çürümüş ülkesi diye bilinen Ukrayna'nın bu savaş sayesinde milletleşen halkının ve profesyonelleşmiş, ölüme de meydan okuyan ordusunun disiplini, savaşma azmi daha baskın çıkan unsurlardı. Bir komedyenin ulusal lidere dönüşmesi de öyle.
Putin'in savaşı belirsiz bir süre için Rusya'yı Avrupa'dan kopardı. Avrupa'nın merkezi stratejik alanı kuzeydoğuya doğru kaydı. Soğuk Savaşın bitmesinden beri geçerli sayılan Avrupa güvenlik mimarisi çöktü, başta Almanya olmak üzere AB'nin Rusya'yı merkantilist politikalarla yatıştırma siyaseti kökten iflas etti, NATO coğrafyası kuzeye doğru genişledi. Trump döneminde neredeyse NATO'dan çıkma noktasına gelmiş ABD yeniden ve neredeyse tüm askeri ağırlığıyla Avrupa coğrafyasına döndü. Tüm bunların Rusya açısından arzu edilir gelişmeler olduğunu söylemek mümkün değil.
Türkiye'nin coğrafyası bu savaş sırasında daha da kıymetlendi. Ancak bu kıymeti artıran coğrafyanın kendisi kadar, Cumhuriyet kurucularının yaklaşmakta olan dünya savaşını da iyi değerlendirerek kotarmayı becerdikleri Montrö Antlaşmasıydı. Savaş gemilerine geçiş yasağı uygulaması, Batı'nın yaptırımlarına katılmayan Ankara'nın her iki ülkeyle de ilişkilerini sürdürmeyi becermesi, yetkililerini buluşturabilmesi ve tahıl koridoru anlaşmasında arabuluculuk, esir takasında katkı yapması Türkiye'nin coğrafyası kadar uzun süredir yaptığı diplomatik yatırımların da sonucuydu.
Ne var ki Türkiye'nin dış politikasının tutarlı ve mantıklı çizgisinin yanında iç politikadaki sıkıntılara cevap vermek için kullanılması, savaşın yarattığı fırsatın çöküntü halindeki ekonominin kurtarılması için değerlendirilmesine çalışılması, ideolojik takıntılarla birlikte bu tabloyu gölgeliyor. Aslında bir NATO üyesi olarak üzerine düşen her görevi yapan Türkiye, müttefikleriyle güven ilişkisine dayalı bir ilişki kuramıyor ya da sürdüremiyor. Bu durumun ve hemen her sorun bulunan alanda kullanılan keskin dilin iç politikaya endeksli olmasının bir sonucu ise derin yalnızlık, Ege ve Doğu Akdeniz örneklerinde olduğu gibi meşru tutumların dahi dinlenmemesi, dikkate alınmaması oluyor.
Üstelik, NATO üyeliğiyle bağdaşması mümkün olmayan Şangay İşbirliği Örgütü üyeliğinden bahsedilmesi bir yandan ciddiyetsizlik işareti sayılırken diğer yandan da Türkiye'nin stratejik aidiyeti hakkındaki, somut olgular kadar iletişim kopukluğunun da beslediği kuşkuları artırıyor.
Dış politikadaki tutarsızlıklar genelde Türkiye'nin özerk bir dış politika izleme arzusundan kaynaklandığı söylenerek geçiştiriliyor. Bu yetersiz bir gerekçe. İttifak üyesi olmak ulusal çıkarları gözetmemek anlamına gelmiyor. Dahası özerkliğin ne için istendiği ve üyesi olunan ittifakın ortak hedeflerine imza attıktan sonra bundan yan çizmenin ve yalpalamanın maliyeti tartışılmadan atılan adımların ulusal çıkara zarar verme ihtimali de yüksek. Coğrafyaya fazlasıyla güvenerek atılan bazı adımlar, örneğin S-400 alımı ise bu coğrafyanın sağladığı avantajların ikinci plana itilmesine de yol açıyor.
ABD ile Yunanistan arasında kabaran stratejik aşkın biraz da Türkiye'nin kendi coğrafyasına taşıyabileceğinden fazla yük bindirmesinden kaynaklandığı pek gündeme gelemiyor. Bu hata ABD'nin, Sedat Ergin'in Hürriyet gazetesinde üç yazılık bir diziyle anlattığı, ABD'nin Yunanistan'a açıkça arka çıktığı, Türkiye'nin çıkarlarına ve şikâyetlerine gözlerini ve kulaklarını kapadığı, BM raporlarında Türkiye içinde asker öldürdükleri tespit edilen SDG/YPG unsurlarını kınamadığı zehirleyici bir ortamın oluşmasına yol açıyor.
İki ülkenin, aralarındaki kangrenleşmiş sorunları çözmeleri giderek zorlaşırken Türkiye'nin Batı ittifakı içinde coğrafyasından kaynaklanan değeri de sorgulanmaya başlıyor. Böylesi bir tablonun Kafkaslarda Türkiye'nin etkisinin artmakta olduğu, Türkiye'nin boğazlar yoluyla aralarındaki geçişi kontrol ettiği Karadeniz'in ve Doğu Akdeniz'in stratejik öneminin katlandığı bir sırada ortaya çıkması ise hayli garip.
Ukrayna savaşı belki de nükleer silah kullanılabilecek çok tehlikeli bir aşamaya gelmişken Türkiye'nin başlangıçtaki tutumunu revize etmesi gerekecektir. Denge politikası bağlamında Ankara'nın hareket edebileceği manevra alanı Putin'in ilhak kararlarından sonra bir hayli daralmıştır. Önümüzdeki dönemde bu daha kısıtlı alan içinde hareket edilecekse Türkiye'nin Batılı müttefiklerle ilişkilerini onarmayı bir öncelik olarak görmesi uygundur.
Yıkılmış Avrupa güvenlik mimarisi yeniden inşa edilmeye çalışılırken, Almanya tereddütsüz Avrupa'nın stratejik liderliğini yüklenmek zorunda kalacakken ve Rusya'nın önümüzdeki dönemdeki zayıflığı ve istikrarsızlığı etrafına da istikrarsızlık yayma istidadı taşırken, Türk Dış Politikasının da yerleşik ittifak ilişkilerini onarması bir öncelik sayılmalıdır. Dahası Avrupa güvenlik mimarisi yeniden inşa edilecekse Türkiye'nin de bunun yapımında yer alması gerekir.
Kendi çıkarlarını korumanın yollarından birisi de Almanya ile ilişkileri bu yeni bağlamın şartlarına uygun şekilde tanımlamaktır. İktidarın gerek ideolojik saikler gerekse içeride bu tür bir manevranın gerektirdiği hukukun üstünlüğü, düzgün yönetim ve demokratikleşme adımlarını atmak istemeyeceğini varsayabiliriz. Ana muhalefetin demode bir üçüncü dünyacılıktan arınarak, dönüşmekte olan dünya sisteminde Türkiye için bir dış politika vizyonu geliştirebileceğindense maalesef emin olamıyoruz.