Oral Çalışlar
(Radikal, 30 Mart 2012)
Özgür Gündem gazetesinin kapatılmasıyla birlikte, demokratikleşme sürecimizin ne kadar arızalı bir durumda olduğunu bir kez daha tüm netliğiyle görebildik. Ali Bulaç’ın Zaman’daki, Akif Beki’nin Radikal’deki yazısına, Başbakan Erdoğan’ın uçakta gazetecilere yaptığı açıklamaya baktığımızda, durumdan memnun olmayanların muhalefetin ötesine taştığını, iktidarı da sarmaya başladığını görebiliyoruz.
Tablonun bir diğer boyutu ise; son tutuklamalara Terörle Mücadele Kanunu (TMK) gibi otoriter devlet zihniyetiyle hazırlanmış bir kanunun gerekçe yapılması. TMK konusunda siyaset dünyasında iktidarıyla muhalefetiyle bir tepki oluşmuş durumda.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, tutuklamaların önüne geçebilecek yasal değişikliklerin hazır bulunduğunu açıkladı. Sorunun yasal boyutu açıkça ortada. Hükümetin bir an önce TMK’yı değiştirmesi ve evrensel hukuk ölçülerine uygun hale getirmesi gerekiyor. Ne zamandır “değiştirilecek” deniliyor, ortada bir sonuç yok.
Yasalardaki tüm sorunlara rağmen hâlâ asıl sorununun hukukçularımızın zihniyetinde olduğuna bir kez daha dikkat çekmek istiyorum. “İyi kanun-kötü kanun”dan çok daha öncelikli olan konu, hukukçuların kanunları hangi zihniyetle okuduklarıdır.
Hâkimlerin insan haklarına uygun yorumlar yapabilmek için kendilerine çok sağlam hukuki dayanaklar bulmaları aslında hiç zor değil. Örneğin 1982 Anayasası’nın 90. maddesi Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelerin kanun hükmünde olduğunu, bu hükümlerin kanunlarla çelişmesi halinde uluslararası sözleşmelerin geçerli olduğunu belirtir. İşte size dayanak olarak temel alabileceğiniz bir gerekçe, eğer isterseniz...
Basın ve düşünce özgürlüğü konusunda Türkiye’nin imzaladığı sözleşmelerin bugünkü durumu değiştirmek için yeterli bir temel oluşturduğu açık. Eğer bir hâkim, önüne gelen dosyaya bakarken “otoriter bir Türkiye” değil de “demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye” vizyonuyla hareket ederse bu tür tutuklamaları yapmaz, bu tür kapatma kararlarını vermez.
Hükümet istediği zaman bir kanunu kısa süre içinde yürürlüğe koyabiliyor, Meclis’ten çıkarabiliyor. Üstelik bu kez muhalefet de durumdan şikâyet ediyor ve Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesini istiyor.
Değişiklik olsa da olmasa da, bu yaşananların arka planındaki elli, hatta belki yüz yıllık hukuk mantığını, yani “hukukçuların mantığı”nı eleştirmeye devam edeceğiz. Yargıçlar ve savcılar bu zihniyette oldukça, neredeyse itiraz eden her gencin “terör örgütü üyesi” olabileceği varsayımıyla hareket edildikçe, kanunlarını ne kadar değiştirirseniz değiştirin, çok büyük bir fark oluşmayacaktır. Türkiye’de yaşanan tüm değişim ve dönüşümlere rağmen hukukçuların mantığı çağın gerisinde kalmakta.
Türkiye, mahkeme kararları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkûm olan ülke durumunda. Bu “skor”u ülkemizin hâkimleri ve savcılarına borçluyuz. Onların artık şapkayı önlerine koyarak düşünmeye, bazı önyargılarını aşmaya ve olaylara farklı açılardan bakabilmeye yönelik olarak biraz olsun çaba göstermeye başlamaları şart.
Gazetelerin kapatıldığı, göstericilerin “terör örgütü üyesi” olmakla suçlandığı bir ortamda “model ülke” olmaktan söz etmek mümkün değildir. Böyle bir dönemin ileride “tarihsel bir sıçrama” olarak değerlendirilmesini beklemek de gerçekçi değildir.
Bütün bunları hâkimlerin ve savcıların yanı sıra hükümetin de değerlendirmesinde yarar bulunuyor.