Cemal Tunçdemir*
“Sanki bir trafik kazası geçirdim ve hafızamı kaybettim. Kendi adımı korkuyla Google’da aratıyorum ve gördüğüm benim yeni gerçekliğim” diye anlatıyor Justine Sacco. New York’un önde gelen reklam şirketlerinden birinde yöneticilik yaparken, 20 Aralık 2013 günü, Noel tatilini geçirmek üzere ailesinin bulunduğu Güney Afrika’nın Cape Town kentine gitmek için uçağa bindi. Londra aktarmalı uçuyordu. Heatrow Havaalanında aktarmayı beklerken Twitter’daki toplam 170 takipçisine şu şakayı yaptı: “Afrika’ya gidiyorum. Umarım AIDS’e yakalanmam. Şaka şaka. Ben beyazım.”
Sadece 170 takipçisi vardı ve hiçbiri şakasına tepki vermedi. Telefonunu kapattı ve uyumaya başladı. Yaklaşık bir saat sonra uyandı. Uçağına binmek üzereyken telefonunu yine açtı. İlk gelen mesaj, lise yıllarından beri konuşmadığı bir arkadaşındandı: “Başına gelenler için çok ama çok üzgünüm”.
Ve bir mesaj daha… Bu kez en iyi arkadaşından: “Derhal beni ara! Şu anda TT listesinin ilk sırasındasın”.
Sacco havaalanında uyurken, takipçi sayısı 15 bin olan bir takipçisi ‘tweet’ini retweet yapmıştı. Ve sosyal çığ başlamıştı. Uykuda olduğu o bir saatte Twitter hayatının kontrolünü ondan almıştı ve parça parça ediyordu. Dahası uçağı havalanmak üzereydi ve kendisini savunabilecek durumu yoktu.
Justine Sacco, sadece 170 takipçiye konuşmanın rahatlığıyla meramını anlatmakta özensiz davranmıştı. Dikkatli bakan herkes, aslında New York işi bir şaka yaptığını farkederdi. Sonradan kendisini savunma imkanı bulduğunda, ‘sadece ahmak bir insanın bir beyazın AIDS’e yakalanmayacağına inanabileceğini’ belirterek, dış dünyadan izole bir balonun içinde yaşayan Amerikalıların bundan dolayı dünyanın geri kalanı hakkındaki şablonlarıyla alay etmeye çalıştığını söyleyecekti.
Ama onun neyi kastetmiş olabileceği o sosyal linç sırasında çok az insanın umurundaydı. Çoğunluk ona yapılanlardan keyif alıyor, sosyal medya lincine haklı ve kutsal bir mücadele heyecanıyla katılıyordu.
Justine’in adı normal zamanlarda Google’da ayda sadece 40 kez aranıyordu. Ancak 2013 Aralık ayının son 10 gününde 1 milyon 222 bin kez aranmıştı. O uçaktayken, hakkında art arda etiketler açıldı. Hatta, uçağının havadaki rotası bile internette dolaşmaya başladı. Uçağı inişe geçtiğinde ‘Justine’nin Uçağı İndi’ etiketi Dünya TT listesine girdi. Dünyanın her yerinde milyonlarca kişinin onun inmesini beklemesi görülmedik bir olaydı. Doğal olarak fiziksel tehdit altındaydı. Bu kadarla da kalmadı. Çalıştığı işyeri de bu ağır sosyal dalgaya kayıtsız kalamadı. Şirketi, daha o havadayken yaptığı açıklamayla işinden kovulduğunu açıkladı. Ve bütün bunlar olurken kendisini savunma imkanı bile yoktu. Cape Town havaalanına inip de telefonunu açtığı anı, ‘telefonum patalayacak gibiydi’ diye anımsıyor. Tıpkı o andan sonraki yaşamı gibi… Çünkü o ana nerdeyse bütün dünyanın ondan nefret ettiğini öğrenmişti.
Justine, gizlenmek zorunda kaldı. Arkadaşlarından bile kaçtı. Aylarca kendisini unutturmaya çalıştı. NPR’a verdiği bir röportajından öğrendiğimize göre şimdilerde New York’ta başka bir işte çalışıyor ama kimseye o kişi olduğunu söyleyemiyor. Ve elbette kesinlikle Twitter kullanmıyor.
Peki bütün bunları ona neden yaptık? Elbette bazıları, Justine’in sözlerinden içtenlikle yaralandı. Justine gibi sosyal medya kurbanlarının başına gelenleri anlatan bir kitabın yazarı Jon Ronson’a göre ise çoğunluğun bu sosyal medya lincine katılmasının nedeni başkaydı. Çoğumuz için Twitter, karşılıklı birbirimizi onaylama makinesi. Arkadaş çevremiz, bizimle aynı duyguları paylaşan insanlardan oluşuyor. Birbirimizi onaylıyoruz ve bu bize kendimizi iyi hissettiriyor. Sosyal medyayı birçoğumuz için bir ‘yankı odasına’ dönüştüren şey bu. İnandığımız şeyler, önyargılarımız, aynı şeye inananların, benzer önyargıya sahip olanların baskısıyla üzerimizdeki etkisini artırıyor. Bu işleyiş, Namık Kemal’in ‘barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar’ dediği anlayışı red ediyor. Film yapımcısı Adam Curtis’in deyişi ile ‘demokratik kültür teorisinin tam zıddı’. Curtis, sosyal medyadaki bu durumun insanları belli kompartmanlara hapsettiğini, yeni ve farklı şeyler duymalarını engellediğini söylüyor. Sadece önyargılarımıza hitap edenleri takip etmekle kalmıyoruz. Twitter’da daha çok, bizi takip edenlerin hoşlanacağını ve onaylayacağını düşündüğümüz paylaşımlar yapıyoruz. Yani bilgi, sosyal medyada, yeni arkadaşlıklar satın alıp bu sosyal sistem içinde daha fazla kabul görmek için kullandığımız bir tedavül aracına dönüşüyor. Sanal linç işte bu psikolojinin eseri.
Meghan O’Gieblyn, insanların bir aykırılığını, bir ayıbını, bir hatasını, maksadını aşan bir sözünü, sosyal medyada afişe edip o insanın yaşamını topyekün alt üst edecek şekilde topluca lince tabi tutmanın, olumlu bir değişimin tetikleyicisi olmaktan daha çok, ‘sosyal hayatta katartik etkiye neden olduğunu‘ yazıyor. Toplumun ayıplı veya suçlu gördüğünün şehrin meydanına getirilip herkese taşlatıldığı çağlardakinden bir farkı yok. Bunun insanlara kendilerini ‘günahsız’ hissettirdiği bir gerçek. Sacco işinden kovulduğu zaman, lince katılanlar, toplumdaki bir ‘çürük elmayı’ ayıkladıkları hissiyle bir sivil haklar zaferi kazandıklarını düşündüler. Oysa bu, sosyal ve politik hastalıkları, kişilere indirgeyerek bizi gerçek çözümlerden uzaklaştıran bağnazca bir yaklaşım.
Sosyal medya platform sağlayıcıları, sanal linçlerden kazanan tek taraf. Çünkü sanal lincin bir ekonomisi var. Soğukkanlılık veya sorunlara detaylı bilgiye dayalı reaksiyonlar, Facebook, Twitter ve Google’a pek fazla kazandırmaz. Ama kitlesel öfkeden müthiş kazanırlar. Sacco etrafındaki fırtınayı ilk haberleştiren gazeteci olan Sam Biddle’ın da belirttiği gibi ‘öfke trafiktir’. Tıklama trafiği de reklam geliridir… Sosyal lince katılanların bu ekonomiden bir kazancı olmadığı gibi, insani zararları lince maruz kalandan hiç de daha az önemsiz değil.
Ronson, sosyal medyadaki sanal linçlerin insanlardaki empati duygusunu aşındırdığına dikkat çekiyor. ‘Dünyada iki tip insan var’ diyor; Bazıları insanı ideolojilerden daha değerli görüyor bazıları içinse ideolojileri insanlardan daha değerli. Gün ideologların günü. Herkesin kusursuz bir kahraman veya eksiksiz bir kötü karakter olduğu dramalar art arda sosyal medyada gösterime giriyor. Ronson’a göre, sosyal medya kullanma tarzımızın en kötü sonuçlarından biri de işte bu; toplumdaki veya düşüncedeki gri alanları yok etmesi.
Nüans, empati, duyduğumuz bir bilginin doğruluğunu kontrol etmek birer zaafiyet sinyali, birer pısırıklık, tavizkarlık gibi algılanır oldu. Twitter’ı bu yönüyle Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin işlevi ile karşılaştırıyor Ronson… Her ikisinin de ifşa ettikleri karşısında herkes yüksek sesle ‘tüh tüh’lemek zorunda hissediyor. Kimse kendisine gösterilen şeyin bir arka planı veya farklı bir açıklaması olabileceği hakkında düşünmek istemiyor veya düşünmüyor. ‘Herkesin komşusunun içindeki kötülüğe ilişkin ipucu araştırdığı bir gözetim toplumuna dönüştük’ diyor Ronson.
Hepimizin, ortaya çıktığında toplumda veya arkadaş çevremizdeki itibarımızı sarsacağından endişe ettiğimiz, özel kalmasını istediğimiz anılarımız, sözlerimiz var. Kendi hatalarımız, ayıplarımız, maksadını aşan sözlerimiz, aptalca tutumlarımız söz konusu olduğunda insanın hata yapabilen bir canlı olduğunu hatırlar ve ifşa edilmemeyi, ikinci bir şans verilmesini, görmezden gelinmeyi, affedilmeyi bekleriz. Ama özellikle sosyal medyada başkalarının hatalarına ayıplarına veya yanlış anlaşılmaya müsait açıklamalarına karşı aynı derecede hoşgörülü ve affedici değiliz. Çoğunluğa açıkça aykırı düşüneni, hata yapanı, ayıbı ifşa olanı, ikinci bir şans verme olasılığını ortadan kaldıracak sanal lince coşkuyla katılıyoruz.
‘İnternet gerçek hayat değil’ yanılgısı da bunda rol oynuyor. Oysa ki sanal linçle bir insanın tek bir hatasını, sözünü, ayıbını yargılamıyoruz, hayatının geri kalanını da tamiri olanaksız şekilde mahvediyoruz.
Yığının bir parçası olunca da yaptıklarımızın sonuçlarındaki sorumluluğumuzu gözardı ediyoruz. ‘Kar tanesi, çığda bir sorumluluğu olabileceğini düşünme ihtiyacını asla hissetmez’ diyor Ronson. İnsanlar, sanal linçlerinin gerçek hayatlar üzerinde nasıl yıkıcı bir etkisi olduğundan habersiz. New York Times’ın troller hakkında ‘Yüzsüzlük Salgını’ başlığıyla yayınladığı bir haberde dile getirdiği gibi, hastalığın hızla yayılmasının nedeni ‘trollerin kurbanlarını görememeleri’.
Medya tarihinin en yüzeysel tabloid gazetelerinden biri olan News of the World’ün bir çalışanı işlerini, ‘yaptığımız şuydu: hedef insanları buluyor ve hayatlarını mahvediyoruz’ diye özetlemişti. Bugün aynı işi, sosyal medya trolleri ve onların rüzgarlarına kapıldığımızda bizler yapıyoruz.
Çok sayıda kişinin yanlış bulduğu bir düşüncenin bir davranışın çok sayıda kişi tarafından eleştirilmesi değil sosyal linç. O davranış ve o söze tepki yerine o kişinin bütün yaşamının, işinin, karakterinin, kişiliğinin yok edilmeye çalışılmasıdır… Sosyal medyanın hayatımıza kattığı en anlamlı şey, sessizlerin sesi olabilmesi. Ama internet kullanma şeklimizle onu, güvenliğimiz için en akıllıca şeyin, sosyal medyada sessiz kalmak olduğu bir ortama dönüştürüyoruz hızla.