Sosyalist oğul, demokrat baba

Sosyalist oğul, demokrat baba

T24- Taraf gazetesi yazarı Murat Belge, Demokrat Parti'li babası Burhan Asaf Belge'yi anlattı. Radikal gazetesinde yayımlanan "solcu oğul ile babasının ilginç ilişkisi" şöyle: 

Murat Belge, Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden olan babası Burhan Asaf Belge’den, dayısı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan, ailesinden ve genel olarak özel yaşantısından bahsetmeyi çok sevmez aslında. Ama ondan İngiliz edebiyatı ve ideoloji üzerine ders dinlemeye alışmış öğrencileri ve yazılarının takipçisi olan okurları, Belge’nin çok renkli yaşantısını merak etmeden duramaz. Geçenlerde Aytaç Yıldız’ın ‘Burhan Asaf Belge: Üç Dönem Bir Aydın’ başlıklı doktora tezi yayımlandı. Almanya yıllarından Kadro dergisi günlerine, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizmi eleştirdiği radyo programcılığı döneminden Demokrat Parti günlerine, renkli bir Burhan Belge portresi bu. Murat Belge kitaba yazdığı önsözde “Babalarından nefret eden çocuklar vardır, biliyoruz,” diyor. “Freud’dan bu yana daha iyi haberdar olduğumuz gibi, bu tavır erkek çocuklar arasında daha yaygındır. Ben ayrıca anne-baba ayrı büyümüş ve annesine epey düşkün biriyim... Hiçbir zaman ‘babasından nefret eden erkek çocuk’ olmadım.” Ve büyük şair Ezra Pound’un “şiir alanındaki babası” Walt Whitman’a yazdığı, aralarındaki kavgalı ilişkiyi anlatan A Pact şiirini alıntılayarak (“Seninle bir anlaşma yapıyorum Walt Whitman, yeterince uzun süre nefret ettim senden (...) Tek bir özümüz ve kökümüz var/ Artık aramızda bir ilişki olsun”) bitiriyor yazısını. Belge’yle buluştuk, babasıyla ilişkisini konuştuk.

Babanıza dair ilk hatıralarınız neler? Çocukluğumdan çok fazla hatırlamıyorum babamı. Benim zaten anılarım İzmir’e gittiğimiz zamandan başlıyor. İzmir hatıralarımda annem var, en çok da büyükannem var. Babam çok soluk. Var yok belli değil. Demokrat İzmir gazetesine gittiğimi hatırlıyorum. Hatta sonradan gördüm, gazeteye bir fıkra koymuşlar benim için, “Küçük Murat” diye. Eve dönüp anneme gammazlamıştım. “Babam çalışmaya gidiyorum diyor ama orada bütün gün oturup konuşuyor odasında” demişim. Ama çok flu. Sonra da zaten ayrılmaya karar veriyorlar, biz İzmir’den İstanbul’a dönüyoruz. Annemle ayrılmalarından sonra babam fırsat buldukça beni aldırıyor, öyle öyle bir imaj oluşmaya başlıyor.

Nereye aldırıyor? Evi Kurtuluş’taydı.

Haftada bir mi aldırıyor? Hayır, çok daha seyrek... Bir iki ayda bir falan.

Siz daha çok anneci misiniz o günlerde? Evet. Ama yaşım ilerledikçe babamla daha iyi anlaşır hale geldik. İyi anlaşır derken, birbirimizin ne dediğini en azından daha iyi izleyebilir bir hale geldik. O tabii gittikçe daha çok Demokrat Partili, ben ise değilim... Muhalefetteyim. Uzun boylu öyle Halk Partiliyim filan diyecek bir durumum yok ama genç bir insanın iktidara uzak durması söz konusu. O yüzden zaman zaman tartışmalarımız da oluyor.

Henüz Türkiye İşçi Partisi’ne girmiş değilsiniz bu dönemde, değil mi? Hayır. TİP’e girdiğim yıl öldü zaten babam. Tabii ondan birkaç yıl öncesinden ben sosyalist olmuştum. Bunları konuşmuyorduk ama. O muhtemelen tahmin ediyordu fakat bu konulara girmiyorduk. Sonuçta öyle arızalı bir ilişki değildi bizimki. Arada gerginlikler olurdu. O aslında beni etrafa prezante etmekten de hoşlanırdı. Ben çünkü daha o zaman epey bilgili bir çocuktum!

Gel büyüklerine bilgini göster mi diyordu yani? Evet, teşvik ederdi.

Kimlerdi bu büyükler? Valla çevresi epey bir genişti. Ama o çevre içinde daha yakın eski arkadaşları vardı. Eski arkadaş deyince, Şevket Süreyya var tabii. Artık siyasi konularda hiç anlaşamadıkları halde birbirlerini görürlerdi devamlı. Görüşmeden edemezlerdi. Ama mesela Yılmaz Çetiner gibi dönemin genç, Demokrat Partili gazetecileri de vardı. Sürekli görüştüğü, böyle bir kuşağa mensup insanlar vardı. Babamın hiçbir zaman evde misafirsiz yemek yemesi filan mümkün değildi. Öğleyin olabilir belki ama akşam yemeklerinde imkansızdı bu. Mutlaka akşam birisi olacak yanında. O yüzden habire eve gelip gidenler olurdu. Geceleri çok geç yatar, sabahları çok geç kalkardı. Ben Ankara’da onun evinde kalırken sabah kapı çalar, açıp bakıyorum karşımda tanımadığım bir adam.

Kim mesela? Mesela, Necip Fazıl. Babam uyku sersemi, o kalkıp gelinceye kadar biz Necip Fazıl’la oturup konuşuyoruz falan... Babam kanalıyla çok fazla insan tanımış oldum. Eve gidip gelen anlamında çok kişi yoktu. Mükerrem Sarol, Samet Ağaoğlu böyle Demokrat Parti’nin ileri gelenleri, bakanlar filan onlarla ancak dışarıda rastlaşırdık. Evin misafiri değillerdi yani. Daha genç kuşaktan insanlar eve gelir giderdi.

Kitapta babanızın gençliğinde Aydınlık gibi dergilerde, Nâzım Hikmet’lerin yanı başında yazdığı devrimci metinlerden bahsediliyor. Siz bu yazıları gençken bilir miydiniz? Kadro dergisinin lafı hep edilirdi elbette, o dönemde Kadro’dan solculukla ilişkiliymiş gibi bahsedilirdi. O zaman ben de öyle bilirdim. Sonra kendim okuyup baktım, pek öyle solcu değilmiş. Daha önce Aydınlık dergisindeki yazıları Rasih Güran söylemişti bana. 1965 yılı olması lazım. O sıralarda kendisi bir merakla alıp karıştırmaya başlamıştı. “Senin babanın burada Vur Proleter Vur diye bir yazısı var” diye göstermişti. Öyle öğrenmiştim. Kendisi bahsetmemişti.

‘Atatürk’ü sevmem’ demişti’ Solcu faaliyetinden ötürü hapse girmesi söz konusuyken Mustafa Kemal onu Çankaya’ya çağırıyor ve o akşamki konuşmalarından sonra Burhan Belge’nin hayatı değişiyor...Kadro dergisini çıkarmak zaten bu demektir. Kadro’yu çıkardığın zaman bu anlaşmaya varılmış olduğu bellidir. Ama bir yandan da yine bunu yapmakla terk ettiği insanları düşünüyorum, onlar ne yapıyorlar? Babamın ölümünden sonra bunu Şevket Süreyya’ya sordum: “Siz Kadro’da bir şey önerdiniz, Üçüncü Dünyacı, devlet her şeye el koysun, kamuya yararlı yatırıma dönüştürsün diye bir model önerdiniz. Peki TKP ne öneriyordu? Şunun için soruyorum. Çünkü bildiğim kadarıyla farklı bir şey önermiyorlardı. Ama bunu önerecekse, rejime yardımcı olmak için size proje getirdim demek mi etkili; yoksa ben Komünist Partisi’yim diye aynı projeyle gelmek mi...” O da “çok haklısın,” demişti.

Atatürk hakkındaki fikirlerini anlatır mıydı babanız? Bir defasında Pendik’te insanlar bir araya gelmiş, hayal meyal hatırlıyorum. Daha genç insanlar vardı çevremizde. Birisi babama “Bugün Atatürk yaşasaydı,” yollu bir soru sordu. Babam da “Ben Atatürk’ü sevmem,” diye lafa girdi. İki hatırasını anlatmaya başladı. Bunların ikisini de karısına sarkıntılık olarak alabilirsin. İlk evlendiği Hayrünnisa hanım, ikincisi de elbette Zsa Zsa Gabor olmak üzere... Zsa Zsa’ya göre yatmışlar da, ama doğru değil, mümkün de değil o yıllarda. Ama o zamana dek bu kadar net biçimde “Ben Atatürk’ü sevmem” dediğini duymamıştım.

Burhan Belge’nin radyoda yaptığı konuşmalar çok etkili olmuş; İtalyan faşizmine daha yakın, Alman nazizmine mesafeli bir duruşu var. Peki şimdinin bir televizyon yıldızı gibi popüler miydi? Popüler, tanınan biriydi. Peki aynı zamanda “sevilen” de biri miydi? Değildi. Çünkü o günlerde herkes Almancıydı. Dolayısıyla da herkesin hislerine tercüman olan biri değildi. Muhtemelen pek çok kişi de ona çok sinirleniyordu. Buna karşın o günlerde bilgiyle konuşan bir adam olarak herkes dinliyordu “o ne diyor?” diye. Bir referans, otorite konumu vardı konuşurken. Bu da İnönü’nün bir dengeleme çabasıydı. Herkesin Almancı olduğu bir ortamda Amerika’ya İngiltere’ye “öbür türlü insan da konuşturuyoruz, sadece Almancı değiliz” diye bir imkan sağlamış oluyordu. Bizimki de o imkanı bence oldukça iyi kullanıyor. Çok insanın aklında bir Burhan Belge imajı ve adı oradan kalmıştır.

Kendi politik-entelektüel faaliyetinizde Burhan Belge adı bir sıkıntı mı oldu, kapılar mı açtı? İkisi de olmadı. Hep öyle öne çıkardığım bir şey de değildir şahsen. Benim babam odur filan diye öne çıkarmam. Can Yücel’in Hasan Âli’nin oğlu olduğu, Tektaş Ağaoğlu’nun Samet Ağaoğlu’nun oğlu olduğu nedense çok daha fazla bilinir. Benimki o kadar bilinmez. Yine gizlisi saklısı yok ama her an masanın üzerinde duran bir şey olmadı. Engel veya avantaj da olmadı doğrusu.

‘Onun öldüğü yaşı bir yaşla geçtim’

İnsanın babasıyla ilişkisinde, acaba onun gibi mi duruyorum, sesim onunki gibi mi çıkıyor diye bir mücadelesi olur... Sizde oldu mu bu? Fizyolojimizde benzerlikler vardır babamla. Annem, “Burnundan aşağısı babana benziyor” derdi. Hakikaten de benziyor ama benim oğlum da bana çok benziyor, özellikle de gençlik fotoğraflarında. Ama vücut dili, duruş gibi şeyleri ben tam bilemem... Ben geç doğmuş bir çocuğum, ben etrafta dolaşır hale geldiğimde babam orta yaşlı bir adamdı. O dönemlerde insan ömrü daha kısaydı zaten. O böyle göbeği olan filan bir adamdı. Ben hâlâ öyle olmadım. Şimdi ben onun öldüğü yaşı bir yaşla geçtim. Ama o benden çok daha yaşlı görünürdü. Saçı daha azdı. Kilosu daha fazlaydı. Davranışları daha hantallaşmıştı kiloyla birlikte. Ama tuhaftır, ben hiç böyle görmediğim halde, ona benziyor da olabilirim. Gençlik yıllarına benim gençlik yıllarım da benziyor olabilir. Çünkü insanlar genetik olarak filan babalarına benziyorlar. Yaşlandıkça bazen “Allah Allah ben babama amma benzemeye başladım” filan diye düşünceler geliyor. Yemek merakı gibi ortak şeyler olabiliyor. Ama onun içki merakı hemen hemen yoktu, bense içkiyi çok severim.

Almanya’daki son yıllarında daha mı rahat etmişti? Türkiye’de iş bulamadı hapisten sonra. O da gene iki tarafı da olan bir meseledir. Adalet Partisi iktidarı devam ediyor. Ama AP’de eski Demokratları çok da fazla öne çıkarmama kaygısı var. AP’de birçok ikinci takım adam var, bunlar birinci takım. Eski Demokratların öne çıkması öbürlerin rengini solduracaktı. Ama buna karşılık babam iş ararken nasıl bir iş arıyordu? O bir iş yapmasın ama bayağı da yüksek bir para alsın. Böyle bir iş arıyor. Biraz tembel. Bir yandan da böyle bir şey talep etme hakkını kendinde görüyor. Mahkemelerden, hapislerden geçmiş. Bana da versinler böyle bir iş diyor. Ancak olmadı. Olmayınca da Almanya gündeme geldi. Orada radyoda nispeten kolay yapılacak bir iş buldu, gitti. Fakat oraya gitmekten de mutlu olmadı. Burada olmayı istiyordu.

Siz ziyaret ettiniz mi? Ölümüne doğru gidebildim. Onun dışında ben gidemedim ama o bir sefer geldi Türkiye’ye. Bende de bir gece kaldı, ben o zaman evlenmiştim, ayrı eve çıkmıştım. Mektuplaşıyorduk. Gene gayriciddi gibi gelecek belki ama “Bugün güzel bir bonfile, yanında da bilmemne yedim” diye mektup yazmıştı bana. “Sonra aklıma ebegümeci geldi. Şu basit otcağız!” diye edebiyat da yapıyor. Ebegümeci özlemiş. “Bende de bilirsin, memleket hasreti kendini önce mutfakta hissettiriyor,” diye yazmış. Burada yaşamayı, bir sürü şeyi yanyana koyarak burada yaşamayı tercih ederdi.

Gönderdiniz mi ebegümeci? Nerede! Ben o zamanlar ebegümecinin nereden bulunacağını bilmezdim ki.