Beril Eski
"Bir daha asla!.." 2. Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok defa dile getirilen bu cümle, aslında aramıza serpilen nefret tohumlarını işaret ediyordu. Nitekim endişeler haklı çıktı, bu söz de tutulamadı, nefret tohumları filizlendi ve Avrupa yine korkunç bir katliama sahne oldu. Bugün o korkunç katliamın, 1995 Srebrenitsa Soykırımı’nın 18. yıldönümü. Srebrenitsa, tarihinin en korkunç günlerini General Ratko Mladiç’in emrindeki askerlerin işgaliyle yaşadı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün General Mladiç’e teslim ettiği çocuklar da dahil 8 binden fazla Boşnak Müslüman öldürülerek soykırım suçu işlendi. Binlerce insan toplu mezarlara gömüldü. Bugün hala yeni toplu mezarlara ulaşılıyor, kayıp insanların kemikleri bulunuyor ve her yıl anma törenlerinde kimlikleri belirlenen cenazeler gömülüyor. Geçen sene Saraybosna’ya gittiğimde, şehrin çatışmadan henüz çıktığını düşünmüştüm. Bombardıman sonrası delik deşik olmuş binalar... Ara sokaklarda vurularak veya bombalanarak ölen kadınları anmak için çizilen büyük ve kırmızı “Saraybosna gülleri”... Çocukların top koşturdukları, parkların içindeki tek tük mezarlar... Saraybosna’da yolum Harun Gadzo ile kesişti. Harun, soykırımdan kaçan Boşnak bir aileye mensuptu ve benimle ailesinin hikayesini paylaştı. Bana günlük hayatını ve soykırım sonrası yaşadıkları travmaları anlattı. Çatışma sonrası bir ülkede, nefret tohumlarının yeşermeye devam ettiğini bile bile yaşama tutunan 27 yaşındaki Harun’la, soykırımın 18. yıldönümünde yaşadıkları ve hissettikleri üzerine konuştuk.
Savaş başladığında kaç yaşındaydın? "Saldırı" başladığında 6 yaşındaydım. Burada günlük konuşma dilinde sürekli olarak kullanılan “savaş” ya da daha kötüsü “iç savaş” terimine dikkat çekmek istiyorum. Bu terimleri kullanmamız “toplumsal uzlaşma” için sürekli empoza ediliyor. Ancak yaşananlar "saldırı"dan başka bir şey değildi.
Bir çocuk olarak yaşananları nasıl algıladın? 6 yaşında bir çocuk olarak yaşananların geçmişini ve gerçek nedenlerini tam olarak anlamam mümkün değildi. Ancak ebeveynlerimin, akrabalarımın duygularını ve tepkilerini algılayabiliyordum. En son hatırladığım, 1992’de Srebrenitsa’dan kaçarken eşyalarımızı topladığımız gün. Kız kardeşim ve ben, o anda bizim için en değerli olan şeyleri yanımıza almıştık; ben evin önündeki oyunlarda kazandığım birkaç torba dolusu misketimi, kardeşim ise diğer kızlar gibi koleksiyonunu yaptığı birkaç kutu desenli peçeteyi... Tabii ki annem ve babam onları yanımıza almamıza izin vermedi, çünkü arabamızı bırakıyorduk ve otobüsle gitmek zorundaydık. Biz misket ve peçeteleri bırakalım diye sadece haftasonu için gideceğimizi, geri döneceğimizi söylediler. Bazen dönüp de geriye baktığımda, annemle babamın kendilerinin de buna inandıklarını düşünüyorum... Daha sonra hatırladığım şey ise Saraybosna’da teyzemin evinde kalırken, annemle babamın her akşam 7-8 gibi haberleri izlediğiydi. Biz o saatlerde dışarıda oynardık. Teyzemin evi Saraybosna’yı çevreleyen tepelerden birinin üzerindeydi, neredeyse her gece şehre yağan bombardımanı izlerdik. Peki ya akrabaların? Ailem Srebrenitsa’yı 1992’nin Nisan ayında terk etmeye karar verdiğinde, Saraybosna’da mecliste milletvekilleri "savaş" retoriğiyle tartışmasına rağmen daha "savaş" resmi olarak ilan edilmemiş. Ancak Eylül 1991’den beri Kuzeydoğu’da yaşayan Boşnakların kayıplara karıştığı haberleri geliyormuş. O günlerde Sırbistan’la sınır oluşturan Drina Nehri’nin etrafındaki Srebrenitsa’da, Kozarak’ta, Kravika’da Müslümanları öldürmeye başlamışlar. Ailem de etraflarındaki insanların hiçbir işaret verilmeksizin "bir karanlık tarafından yutulduğunu" fark etmiş, dolayısıyla 1992’nin Nisan ayında, aynı binada yaşadıkları en yakın arkadaşlarıyla birlikte Srebrenitsa’yı terk etmeye karar vermişler. Ama akrabalarımız o zamanlarda şehri terk etmemiş. Annemin ailesi Srebrenitsa’da kalmaya devam etmiş, babamın ailesi ise bugünkü anıt mezarlığın birkaç yüz metre ötesindeki Potokari’de kalmış. O zamanlar Sırplar ön plana çıkan ve öldürülmesi gereken Müslümanların listesini yapıyorlarmış. Babamın da adının "liste"de geçtiği iddia edildiğinden, babama bir an önce şehri terk etmesi gerektiğini söylemişler. Biz de otobüsle şehirden ayrılıp Tuzla’ya gelmişiz. Orada öğrenci kampüsünde uyumuşuz ve ertesi gün Saraybosna’ya gitme kararı verilmiş. Bu kararı Tuzla otogarında vermişler, Saraybosna başkent olduğundan, orada güvende olacağımızı, teyzemin evinde kalabileceğimizi düşünmüşler. Annemlerin arkadaşları ise Almanya’ya gitme kararı vermişler ve orada yollarımız ayrılmış. "Savaş" devam edince, biz de birkaç kere daha kaçmak zorunda kaldık, çünkü teyzemin evi de zamanla güvenli bir yer olmaktan çıktı.
Akrabalarımız daha sonra Tuzla’ya kaçmışlar, ancak dedem (annemin babası) ve iki dayım Sırplar 1992’de şehri ele geçirince ormanda saklanmışlar. Bir yıl sonra Srebrenitsa’ya dönmüşler. Dayılarımdan biri, işgal bölgesindekilere yardım eden gruba katılmış. Bana 11 gün boyunca kar fırtınasında yürüdüklerini anlatmıştı. Yürüyüş sırasında aralarındaki bir Sırp tarafından yanlış yönlendirilerek General Miladiç’in bulunduğu Han Pijesak’a vardıklarını anlatan dayım, gruptan birkaç kişiyle birlikte ayrılarak Srebrenitsa’daki “dokunulmaz bölge”ye ulaşmayı başarmış. Ardından orduda görev yapmaya başlayan dayım, 1995’teki soykırımdan kaçmayı başarmış. Önce ormana kaçan dayım, ardından Tuzla’ya, güvenli bir bölgeye varmış. Dayım, ilk fırsatta Srebrenitsa’ya geri dönmüş. Şu anda orada yalnız yaşıyor, şehirde hiçbir akrabası kalmadı. "Savaş"tan önce en az 30-40 akrabası vardı. "Savaş"ta karnından yaralandığı için hasta ve işsiz, kıt kanaat geçinerek yaşıyor. Dedem ise Birleşmiş Milletler Kampı’nda mülteci olarak kalmış ve 1995 soykırımında öldürülmüş. Dedemin kemikleri birkaç yıl önce, Kamenika’daki toplu mezarda bulundu. Elleri arkasından bağlanmıştı ve kafasında mermi izi vardı. Diğer dayım da dedemle aynı kaderi paylaşmış. Kardeşiyle ormana kaçmak yerine o da dedem gibi Birleşmiş Milletler’e güvenerek mülteci kampında kalmış ve 1995 soykırımında öldürülmüş.
Srebrenitsa’ya ne sıklıkla gidiyorsun? Bugünlerde ailemle Srebrenitsa’ya sık sık gidiyoruz. Neden bu kadar sık gittiğimizi ben de bilmiyorum. Önceki ziyaretlerimden birinde, "savaş"tan kurtulan dayımla, "savaş"ta kaybettiğimiz dayımın evinde kalıyorduk. Birden elektirikler kesildi ve benim de bir elektrikçi çağırmam gerekti. Aslında elektriklerin gitmesi şaşırtıcı değildi çünkü binanın çatısı "savaş" sırasında tamamen yıkılmıştı ve daha sonra da tamir edilmemişti. O yüzden çatıdan içeri sürekli kar ve yağmur suyu akıyordu. Her neyse, ben de elektrikçiyi aradım. Babam yaşlarında, Sırp bir elektrikçiydi. Elektrikçi gittikten sonra amcam geldi ve "O adamın bu evde ne işi var ?" diye sordu. Ben de elektrik için çağırdığımı anlattım. Bunun üzerine dayım oturdu ve bir sigara yaktı. O adamın, öldürülen dayımı seçen ve öldürüleceklerin arasına gönderen kişi olduğunu söyledi. O an, belki de dayımı ölüme gönderen ya da öldüren adamın, onun evini tamir ettiğini fark ettim ve bir anda kanım dondu. Ne yapacağımı bilemedim...
Srebrenitsa Soykırımı’nda dedeni ve dayını kaybettin. Bugün 11 Temmuz. Hislerini sorabilir miyim? Srebrenitsa’yla ilgili hislerim üzerine konuşmak benim için hep zor olmuştur. Muhtemelen kimseyle bu konuda açıkça konuşmamışımdır. Çünkü zaten pek çok akrabam ve arkadaşım hissettiğim şeyi biliyorlar, bir şey söylememe gerek kalmıyor. Aslında bu, üzerine konuşabileceğiniz bir şey değil. Herkes bu acıyla kendi yöntemiyle mücadele ediyor. Ben her yıl anma törenlerine katılırdım ama bu sene işim nedeniyle gidemedim. Gidemediğim için de bir boşluk hissediyorum... Sanki tüm o huzur arayan kurbanlara ihanet ediyormuşum gibi. Her ne kadar benim tüm akrabalarımın kemikleri bulunmuş ve Potokari’ye gömülmüş olsa da, ailem her yıl Srebrenitsa’ya gider, orada yatanları onurlandırmak, tüm ailesini kaybedenlerin yanında olabilmek için. Bence insanı oraya gitmekten hiçbir şey alıkoyamamalı ama hayat işte...
Çatışma sonrası nesle mensup biri olarak, sence birlikte yaşamak mümkün mü?
Bence bize empoze edilen bazı yabancı ültimatomlar sadece küçük ülkelerde yan yana yaşayan insanlar için bir şey ifade edebilir. Belki burada sorulması gereken, gelecek nesillerin yan yana yaşamak yerine birlikte yaşayabilmeleri için ne yapmaları gerektiğidir.
Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Ne zaman bunu düşünsem, karamsarlığa kapılıyorum. Malesef bugünün güncel konuları ve ulusal retoriği 1990’lardan farklı değil... Boşnak ve Sırp gençler arasında bir gerginlik var mı? Ben mümkün olduğunca genelleme yapmamaya çalışıyorum ama kimse Boşnak ve Sırp gençler arasındaki büyük boşluğu ve gerginliği görmezden gelemez. Buna verilebilecek en iyi örnek, Bosna Hersek’te son zamanlarda yapılan protestolar. Mecliste kimlik numarasıyla ilgili bir yasa hazırlandı fakat bu yasa için vekiller bir türlü uzlaşamıyor. Bugün Saraybosna’da doğan bir bebek hala kimlik numarası alamıyor, aslında bir nevi yok sayılıyorlar. Hasta doğan bir bebek, ameliyat için yurtdışına çıkamıyordu, çünkü kimlik numarası yoktu. Bunun üzerine spontane bir şekilde protestolar başladı. Bebek hastalıktan ölünce, Saraybosna’da protestolar arttı, şiddet içermeyen bu protestolar tüm ülkeye yayıldı. Hatta Bosna Hersek’in üç eyaletinden biri olan Sırp Eyaleti’nin başkenti Banya Luka’da bile protestolar yapıldı. Ama orada protestoya katılanlar ısrarla "Saraybosna"daki protestoyu veya oradan gelen herhangi bir şeyi desteklemediklerinin” altını çizdiler. Bütün bunlar bizi endişelendirmesi gereken noktalar...