Star yazarı Ardan Zentürk, partili cumhurbaşkanlığını içeren, cumhurbaşkanını yürütmenin başınan geçmesini öngören anayasa değişikliği teklifiyle ilgili olarak "Türkiye gibi vesayet sistemi yaşamış bir ülkede cumhurbaşkanlığı sisteminin yeni bir oligarşi yaratma riski var mı, var, bu nedenle sistemin bütün kurumları teyakkuzda olacaktır, ama, kişisel kanaatim, yeni sistemin asıl cumhurbaşkanını yüksek risklere rotaladığı, yasama-yargı kumpaslarına açık hale getirdiğidir..." görüşünü savundu.
Ardan Zentürk'ün Star gazetesinin bugünkü (16 Ocak 2017) nüshasında yayımlanan 'Bu işin sonu, “diktatörlüğe” dönüşür mü?' başlıklı yazısı şöyle:
Eğer, herhangi bir siyasi sistemin barındırdığı kontrol sistemlerini ıskalayıp, tartışmaları kişiselleştirdiğinizde her sistem çürür, bunun için sistemin adı demokratik parlamenter sistem olmuş veya geniş yetkili cumhurbaşkanlığı olmuş, hiç fark etmez. Mesela, bütün bu tartışmalar içinde kamuoyuna anlatılmayan veya gözünden kaçırılmaya çalışılan önemli bir gerçek var: 1982 Anayasası, bu ülkeye “hybrid” (melez) bir siyasi sistemi dayatmıştır.
12 Eylül darbesi sonrası yazılan anayasada öngörülen, darbe lideri Kenan Evren’ den sonra da, cumhurbaşkanlığı makamını o dönemin güçlü bir generalinin dolduracağı ve “vesayet”in uzun süre devam edeceği yönündeydi.
1982 Anayasası’nı savunmak, demokratik parlamenter sistemi savunmak değildir, aksine, başbakanlık makamını cumhurbaşkanının doğrudan kontrolüne sokan, meclisi güçsüzleştiren, bu arada, cumhurbaşkanına hiç bir sorumluluk çok geniş yetkiler tanıyan bir sistemi savunmaktır.
Bu ülkenin hukukçuları nerede, neden çıkıp, bir darbe anayasasının gerçek yüzünü vatandaşa anlatmıyorlar? “Diktatörlük” sakız edilmiş bir kelime, zaten bu anayasa, “darbeci geleneğin ve cumhurbaşkanlığı vesayetinin” sürmesi için yazılmış, memleketin siyasi gelişimini büyük kaoslara sürükleyen bir anayasa, neden söylemiyor, aksine arkasına saklanıyorsunuz?..
Turgut Özal liderliğindeki ANAP, 1983’te seçimi kazandığında, Ankara’da neler yaşandı, gidip bir Halil Şıvgın’ a sorsanıza... Evren, seçimi kazanmış, tek başına iktidar olmuş Özal’a başbakanlık görevini vermeyip, seçimi fesh etmeyi planlıyordu, kaç gün kapıda bekletti Özal’ı, zor ikna ettiler...
“Ben bu seçimi falan sevmedim, Özal’ı da tanımam” deseydi ne yapacaktık, hiç!..
Özal ,bu nedenle bütün siyasi riskleri üzerinde toplayarak 1989’da cumhurbaşkanı seçildi, derdi, “vesayet güçlerinin sivil siyaset üzerindeki hegemonyasını kırmaktı...” Oraya geçtiğinde mevcut sistemle kıramayacağını anladı, o yüzden “başkanlık sistemi” arayışını dile getirmeye başladı... Merhum, derdini anlatmaya çalışırken, yıllarca Evren’e tek kelime etmemiş bugünün de pek çok anlı-şanlı yazarı Özal için “alışamadım, benim cumhurbaşkanım değil” yazıları yazıyordu... Süleyman Demirel, o günlerdeki koalisyon ortağı Erdal İnönü’nün cesur desteği olmasa Çankaya’ya yürüyebilir miydi, sanıyorsunuz, geçiniz. Zaten sistem, ondan sonra belki bir general bulamadı ama, Ahmet Necdet Sezer’i ne yaptı, etti, o makama oturttu!..
İçimize siniyor mu, hayır...
Erdoğan iş başına geldiği günden bu yana bir gerçeği gösteriyor: “Vesayet generalleri ve hukukçuları için yazılmış bu anayasa ile bu memleketi yönetirim, yetkilerimi sonuna kadar kullanırım, hiç bir sorumluluğum da olmaz. Davul başbakanın boynunda, sopa da benim elimde olur” diyor. Yanlış mı, doğru. Şu anda ne yapmaya çalışıyoruz, bir kontrol mekanizması getirmeye çalışıyoruz, “güçler ayrılığı” ilkesini belli bir sistem zemininde tarif ediyoruz. Sanki, 1982 anayasasında yasamanın büyük bir gücü vardı, iktidar partisi meclisi tümüyle kontrol etmiyordu, şimdi mi yasama bir kenara itiliyor, hukuk insanlarına sesleniyorum, bütün bunları anlatmak biz gazetecilerin işi mi, Allah aşkına...
Yapılan bu kısmi değişiklik içimize siniyor mu, hayır!.. “Melez sistemin” bütün kurumları orada dururken, biz burada yalnız güçler ayrılığı ilkesini yeniden tarif ve yürütmenin sistemdeki yerini belirlemekle meşgulüz... YÖK bile orada duruyor, üniversite rektörlerini atamak cumhurbaşkanının işi olarak devam mı etmeli, tabii ki hayır...
CHP hatalı... Değişim sürecinin içinde yer almalıydı... MHP gibi pazarlık masasında olmalı, kendi seçmeninin beklentileri için mücadele etmeliydi, oysa, “sol kanat” olduklarını savunan CHP ile HDP’nin bir “darbe anayasasının melez sisteminin savunuculuğunu” yaptığını gördük, siyasi trajedi!..
Siyasi gücünü seçmen sandığına dayamış, bu arada bir de darbe püskürtmüş bir siyasetçiden diktatör üretmeye çalışanlar var, baştaki soruya dönelim.
Eğer, sistem içindeki tüm kurumlar yerlerini korurlarsa, hiç bi’şey olmaz. Yok, taraflardan biri (yasama-yürütme-yargı)sınırlarını zorlarsa herşey olur. Bakın Brezilya’da yargı ile yasama ittifak kurdu, “başkan” tarih oldu... Aynı durum şu anda Güney Kore’de yaşanıyor...
Türkiye gibi vesayet sistemi yaşamış bir ülkede cumhurbaşkanlığı sisteminin yeni bir oligarşi yaratma riski var mı, var, bu nedenle sistemin bütün kurumları teyakkuzda olacaktır, ama, kişisel kanaatim, yeni sistemin asıl cumhurbaşkanını yüksek risklere rotaladığı, yasama-yargı kumpaslarına açık hale getirdiğidir...
Yaşayıp, göreceğiz...