Suyun ticarileşmesine katkısıyla sicili parlak olmayan 5. Dünya Su Forumu,16 Mart’ta İstanbul’da alternatifleriyle başlıyor. Küresel iklim değişikliği tuz biber; asıl mevzu kötü tarım politikaları, suyla kurulan küstah ilişki... Hasankeyf, Halfeti ve Konya Havzası’ndaydık... Radikal'den Pınar Öğünç yazdı...Hasankeyf’te bir kahvedeyiz. Ortada çelik soba, bir köşede 37 ekran televizyon açık, duvarda muhtemelen Kültür Bakanlığı’nın bastırdığı Hasankeyf posterleri... Tam karşıda bir de uyarı var: ‘Kanunların men ettiği oyunları oynamak yasaktır.’ Bu demektir ki, kanunların eyvallah dediği oyunlar var, kılıfına uydurulan kanunlarla oynanabilecek oyunlar yahut... Türkiye’de suyun gittiği yeri izlediğimiz bu üç gün içinde kanundan, haktan, hukuktan, oyundan bahsetmek için çok vesilemiz oldu. Bir süredir, İstanbul’un Habitat’tan sonra en büyük uluslararası organizasyona ev sahipliği yapacağı haberiyle göğüsler kabarıp kabarıp iniyor. Devlet başkanlarından büyük şirket yöneticilerine 20 bin kişi bu forum için şehre giriş yapacak; hiç az değil... 16-22 Mart tarihlerine denk gelen 5. Dünya Su Forumu’nun Meksika’dan sonra Türkiye’de, İstanbul’da yapılacağı, 2007’de manidar bir biçimde duyurulmuştu halka. Meclis Başkanı Bülent Arınç, Enerji Bakanı Hilmi Güler, 22 Temmuz seçimleri için istifa edip sonradan Çevre ve Orman Bakanı olan eski Devlet Su İşleri Genel Müdürü Veysel Eroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Dünya Su Konseyi Başkanı Loic Fauchon, Dolmabahçe Sarayı’ndaki toplantıda bu haberi muştuladıktan az sonra bir törene daha katıldılar. O gün, İstanbul’un su sorununu çözeceği söylenen Melen Çayı’nı Asya’dan Avrupa’ya taşıyacak tünelin temsili olarak temeli atıldı. Melen’den İstanbul’a kaç bardak su ulaştı sonra biliyorsunuz; çayı besleyen kollarında su miktarı azalıp hatta bir kısmı da kuruyunca, pompaları kapatmalarını gerektirecek bir çamur akışı başlamıştı tünellerden. 2001’den beri dilde dolanan bu projenin fiyasko olmadığı hâlâ yetkililerce savunulmaya çalışıladursun, su üzerine düşünmeye, Türkiye’nin su politikaları ya da politikasızlıkları üzerine laf etmeye müsait günler var önümüzde. Daha ziyade içinden su geçen her tür ticari faaliyete zemin kollayan çokuluslu şirketler için, devletler nezdinde düzenlenmiş devasa bir fuar olmakla pek de temiz bir sicili bulunmayan 5. Dünya Su Forumu, neyse ki alternatiflerini de doğurdu, zeminleri çeşitlendirdi. Örneğin Heinrich Böll Stiftung Derneği ve Latin Amerika Su Mahkemesi Örgütü’nün desteğiyle yapılan ve 11 Mart’ta başlayan Su Mahkemesi bugün sona eriyor. Türkiye’den Çoruh Nehri üzerindeki Yusufeli Barajı, Munzur Çayı ve Ilısu Barajı olmak üzere üç, Mexico City’den ve Brezilya’dan birer olmak üzere beş davanın görüleceği mahkemeye davalı olarak çağrılanlar arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Enerji Bakanı Hilmi Güler, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, Almanya Başbakanı Angela Merkel vardı. Onun dışında Alternatif Su Forumu ise 20-22 Mart’ta bu derin meseleye alternatif açıdan bakacak. Temel lafları ‘Su dünyadaki bütün insanların ortak kamusal mülkiyetidir.’ Talepleri ise doğal kaynakların sonuna dek tüketilmesine dayalı, çevreyi gözetmeyen kalkınmacı anlayışın terk edilmesi, baraj projelerinin bu eksende yeniden gözden geçirilmesi... Konuşmacılar arasında BM 63. Dönem Su Danışmanı Maude Barlow, İklim Değişikliğine Karşı Kampanya’dan İngiliz yazar Jonathan Neale, Dünya Su Kontratı Konseyi Başkanı Emilio Molinari, Turkana Gölü Dostları’ndan Kenyalı Ikal Angelei, Latin Amerika Su Mahkemesi’nden Javier Bogantes, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Akın Birdal, Ufuk Uras, Sebahat Tuncel, Ömer Madra, Turgut Tarhanlı, Ferhat Kentel gibi isimler var. Aralarında sendikaların, meslek odalarının, sol parti ve oluşumların bulunduğu 40’tan fazla örgütün oluşturduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun mart ayına yaydığı etkinliklerden en yakını ise yarın Kadıköy’de 15.00’te yapılacak olan ‘Suyun Ticarileştirilmesine Hayır’ mitingi... Ertesi gün de Dünya Su Forumu’na karşı basın açıklamaları ve protestolar planlıyorlar. Portatif şehir olur mu? Bünyesinde gerçekleşecek yüzlerce toplantıya dair az şey bildiğimiz ve muhtemelen de çok fazlasını öğrenemeyeceğimiz Dünya Su Forumu’nun pek ironik, pek de müphem bir ana başlığı var: ‘Su için farklılıkların birleştirilmesi.’ Neyin farklılığı, neyin birleşmesi? Doğa Derneği, Dünya Su Forumu öncesi, foruma dahil edilmeyen ama bir yandan da yanlış politikaların doğrudan mağduru olan insanlarla gazetecileri görüştürebilmek, hızla katsayısı artan tahribatla göz teması kurabilmelerini sağlamak için bir basın gezisi düzenledi. İlk durak hâlâ yapılabileceklerin olduğu Hasankeyf. Dicle’nin ara kollarında barajlar bulunmasına karşın ana gövde için eller 1950’lerden beri kaşınıyor aslında. İşin ciddiye binmesi ise 2000 başlarında. Şu anda gayet kritik bir evredeyiz. Ilısu Barajı hayata geçerse 10 bin yıllık tarihi Hasankeyf’in büyük kısmını sular altında bırakacak, savaş seferberlik kanunları işletilerek, resmi rakamlara göre 55 bin, daha gerçekçi tahminlere göre 80 bin kişi cebren evinden edilecek. Bu insanlara 72 bin liradan satılması planlanan 3+1 ya da dubleks evlerin çizimleri insanın içini acıtıyor. Bulundukları coğrafyaya, sırtlarını dayadıkları tarihe, içinde yaşayacakların psikolojisine ancak bu kadar uzak olunabilir... Kayıpların sonu yok. Barajla birlikte çizgili sırtlan ve alaca yalıçapkını bölgesel, küçük kerkenez ve Fırat kaplumbağası ise küresel düzeyde tehdit altına girecek. Bir de tabii Pers’ten Bizans’a, Emevi’den Osmanlı’ya kadar 20’den fazla kültürün izleri bu yüzyıldan silinecek. Önerilenin ise dört-beş büyük çaplı tarihi eseri vinçlerle karşı kıyıya, yukarı taşımak olduğunu duyunca deliriyor insan. Bilim insanları bunun imkânsızlığını yazıp çizse de pek aldıran yok gibi. Bu evrenin kritik olması, baraj inşaatının Çevresel Etki ve Değerlendirme (ÇED) raporu olmaksızın başlaması. Uluslararası normlara, AB mevzuatına ve Dünya Bankası standartlarına göre bu, külliyen hatalı. Doğa Derneği’nin gayretleri ve çeşitli STK’lardan yükselen sivil baskıyla tarihte bir ilk olarak, kredi kuruluşları Türkiye’ye temmuzda bitecek bir altı ay tanımış durumda. Ama sanıyor musunuz ki kontak kapandı! Şantiye hiçbir şey yokmuş gibi çalışıyor, hızı düşse de çevredeki kolaylaştırıcı yollar genişletiliyor. Sulamanın adı vahşi Benzer bir projelendirmeye sahip Birecik Barajı’yla tarihini, doğasını, insanlarını suyun altına kaptıran Halfeti, iç buruyor. Suya batmış minareler, iki metresi yukarıda kalmış elektrik direkleri, heder olmuş 40 bin metrekarelik verimli tarım arazisi, yok olan kuşlar... 10 kilometre ilerideki Yeni Halfeti’ye taşınanlar artık daha erken ölüyor; ruhen mi, bedenen mi daha fazla bilinmez, daha sık hastalanıyorlar. Aileler bölünmüş, komşular, ahbaplar ayrılmış. Doğa Derneği’nin başkanı Güven Eken, 2000’de baraj inşaatı sırasında çok kısa bir süre sonra tarlası suyun altında kalacak bir amcanın toprağı sürüşünü hatırlıyor. Yanına gidip “Amca niye boşa uğraşıyorsun?” diye sorunca aldığı cevap, “Evladım, ölecek de olsa babana bakmaz mısın?” Toroslar’ı aşarak Konya Havzası’na girdiğinizde, Akdeniz’e mahsus yeşiller önce yerlerini çamlara, sedirlere, sonra uçsuz bucaksız bozkırlara bırakıyor. Yanınızda bir anlatan olmasa sağ yanınızdaki beş yıl önce kuruyan Karapınar Sazlığı mı bilmiyor, bozkır sanıp geçiyorsunuz. İnanılır gibi gelmiyor. Ereğli Sazlığı artık yok, irili ufaklı onlarca göl kurumuş, yeraltı sularının gittikçe çekilmesiyle meteor düşmüş etkisi bırakan obrukların oluşumu sıklaşmış. İşin komik yanı da, kurumuş göl tabanlarının bir kısmında ağaçlandırma yapılmaya çalışılması. Hatıra ormanları tabelaları birer karikatür gibi duruyor; bozkırda çam... Neyin hatırası acaba? Oysa ki yeraltı suları çekilmese bozkır, bitmiş olan hayvancılık için biçilmiş kaftan... İklim değişikliği, küresel ısınma, süreci hızlandıran ama gayet yeni mevzular. Son 10 yıl içinde Konya Havzası’nı mahveden şey, aslında Türkiye’de süregiden yanlış tarım ve sulama politikalarının çok acı bir konsantre numunesi. Öyle bir çark ki, tarım aletleri geliştikçe, çiftçi bölgenin tabiatına uygun kuru tarımı bırakıp ‘vahşi sulama’ da denilen sulu tarıma geçiyor. Üstelik tamamen iklime, toprağa uymayan, bol su isteyen şekerpancarı, kiraz gibi ürünlere geçerek... Devletin de tahıl üretimini desteklediği yok nedense... Su yetmedikçe denetimi zaten olmayan kuyulardan yeraltı emilmeye başlanıyor. Tuz Gölü’nün küçülmeden önceki halini düşünün, her sene üç Tuz Gölü kadar su yeraltından çekiliyor. Bir yandan Amerika’ya, İsrail’e bir tohum müptelalığı var, ona bağlı kimyasal gübre, ona bağlı olarak da tarım ilaçları müptelalığı. Çiftçi her koşulda kaybediyor yani... Fabrika olarak doğa İnsan vücudu için damar neyse, akarsular da doğa için öyle... Yanlış yere barajlar yaparak, yeraltı sularını hesapsızca çekerek kangrene davetiye çıkıyor sadece. Hayır, dillere pelesenk oluşu gibi ‘su boşa akmıyor’. Kaynağından yatağına, deltasına kadar besin ve oksijen taşıyor. Hayır, çok baraj yapmak kalkınma nişanesi değil. Taş çatlasın 50 yıllık ömürlerinde sağlayacakları enerji miktarını müstakbel kayıplarla orantılı düşünmeden atılan her baraj adımı, inşaatçı firma dışında kimseye bir şey kazandırmıyor. Doğal kaynak suları büyük şirketlere pazarlandıkça su, bir hak olmaktan çıkıp sadece parası olana mahsus hale geliyor. Meşrebinize göre ister ‘Allah’ın suyu’ deyin, ister halkın... Kimin malını kime satıyorsunuz kısmı gayet net. Ve evet, pet şişede bir litre su için, beş litre su harcanması gerekiyor. Tabii ki onu da yapalım, ama dişinizi fırçalarken yaptığınız tasarruf devede kulak... Asıl sınırlama ve organizasyon tarlalara gerekiyor. Hayır, sulu tarım pazarlandığı gibi her zaman daha kârlı değil. Hayır, nehirlerin taşınmasıyla yeryüzünde hiçbir yerin su problemi çözülmemiş. Su döngüsünü bozduğunuz anda, başka bir yerde yepyeni bir su sorununa vesile oluyorsunuz. Tamam, orman yangınları çok fena, ama sinsice ilerleyen su problemi, yangın nedenli orman kayıplarından çok daha ciddilerini rahminde taşıyor. Bir adım geri çekilip resmin bütününe baktığınızda tarifi zor bir küstahlık dizisi görüyorsunuz. ‘Orada yetişeni, burada da yetiştir, ne var ki...’ mantığıyla toprağı makine gibi gören bir zihniyet... Doğal kaynakların tümünü, gezegeni, evreni sadece ve sadece insan için çalışmakla mükellef fabrika gibi gören bir zihniyet... Bırakın iki nesil sonrasına, iki yıl sonrasına erişmeyen kıt bir muhayyile... Her şeyin pazarlanabilir olduğuna kâni vahşi bir akıl yürütme... İnsan, insandan tiksiniyor. Tahtlarda uyanır gibi... Ömer Güzel 32 yaşındaki Ömer Güzel, doğduğundan beri baraj tartışmalarının hayatında olduğunu, gayriihtiyarı ‘baraj uzmanına’ dönüştüğünü söyleyen bir Hasankeyfli. Türkiye’de yanlış su politikalarının ceremesini çekmek üzere topun ağzında duran bir grup çaresiz insandan biri. Diğerlerinden bir farkı varsa, o da sesinin yüksek çıkması, çaresizce oturmaması. Doğa Derneği gönüllülerinden. Güzel, şimdiye kadar oturdukları ev için de, Selahaddin Eyyubi zamanından kalma bahçeleri için de ödenen paraları kabul etmemiş. Kara kara, toprağı suya batar da, kendilerine Hasankeyf’in yeni adresi olarak önerilen Raman Dağı’na taşınmak icap ederse diye düşünüyor. “Devlete karşı gelecek halimiz yok, Hasankeyfliler medeni insanlardır. Bir gün olsun medyaya kötü bir haberleri sızmamıştır. Biz burada tahtlarda uyuyup tahtlarda uyanır gibi bu manzaraya bakarken her sabah, ne yaparız dağda? Bu yaştan sonra yeniden nasıl hayat kurarız? Biz mağarada yaşamış insanlarız, lüks dairede gözümüz yok ki...” diyor. Kimin lafı olabilir ki üzerine... ‘Dişim başına bir meyveydi’ Mehmet Kanlı Fırat’a yüzünü dönmüş, tek başına köşede oturuyordu. Yanaşıp yaşını sorunca 75 demişti, kızından öğrendik 83’müş. “Ben öyle biliyordum” diye sıyırmaya çalışıyor ama acı olan, doğduğu, büyüdüğü, çoluk çocuk, torun torba sahibi olduğu Halfeti’nin yarısının suya gömülüşü de 75 yaşına rastlıyor. Arka arkaya sayıyor şimdi su altında kalan bahçesindeki meyve ağaçlarını; “Dişim başına bir meyveydi” diyor. Aslına bakarsanız toprağı için çok iyi para da almış Mehmet Kanlı, sonra onu fıstığa yatırmış ama gezegenin büyük kısmının idrak edemeyeceği bir şey söylüyor: “Ne yapayım parayı...” Su görmeyen Yeni Halfeti’ye, yukarı çıkmayı hiç çekmiyor canı. Zaten 60 küsur senedir günde iki ‘kutu’ içtiği sigarayı da yeni bırakmış; tadı hiç yok... Bozkırda yalnız bir bilge Ahmet Arık ve ailesi... Bize ilkokulda öğretilen başkaydı. Türkiye’nin tahıl deposuydu, en bereketli ovalar oralardaydı. Konya Havzası’nın bugünkü trajedisine dair onlarca bilimsel makale okuyabilir, istatistiki rakamlarla bunları teyit edebilirsiniz; kafanızda bir şeyler de canlanır. Eşmekaya Barajı’nın iskeleti yakınlarına denk düşen, Aksaray’a bağlı Akgöl Yaylası’ndan Ahmet Arık’la yarım saat konuşunca ise kafanızdaki bütün taşlar yerine oturuyor. Daha ilk cümlesi “Şimdi bir harp olmuş olsaydı üç gün sürerdi, beşinci gün biterdi. Buraları öyle bir hale getirdiler ki, harpten beter, bin yılda düzelmez.” Zaten sazlıklarla, göllerle çevrili toprakları, altı santim daha fazla su ve jet ski yapılan turizm cenneti vaadiyle oyulmuş, bereketli kısımları tıraşlanarak düzlenmiş, nihayetinde o gölleri besleyen dereler de kuruduğundan, gençliğinde yüzdüğü Eşmekaya Sazlığı bugün çorak toprak... Ahmet Amca o sazlıkla birlikte ölen ‘bir kamyon dolusu’ balığın, kimi sadece o sazlığa has onlarca kuş çeşidinin bedduasını yaşadıklarını söylüyor. Kültür Bakanlığı tarafından açılan dava kazanılmış ama su kaynağından kuruduktan sonra ne fayda? “Buranın halkı biraz uyuyan tiptir. Daha yapılırken gidip muhtarla konuşmuştum ben, ‘Bu dedikleri gerçekten olacak mı, bize ümit vermeyin’ diye... Bunları söylerken bir kişi dinlemedi beni, şimdi lafıma geldiler. İnsanlar bir bir ocağını bırakıp gidiyor. Zamanında pancarını güneş battığından doğana kadar sulayan da onlardı. Emdiler, bitirdiler suyu. Orta Asya’dan susuzluk yüzünden kalkıp buralara gelmişiz ya, şimdi nereye gideriz? Gitsem, ben İstanbul’a külli belayım. Ne yol bilirim ne yordam... Bir de şunu düşünmeniz lazım. Ne derseniz deyin, yüzde 40 bu kesimden insanlarız. Memleketi doyuruyoruz. Su mu yok, toprak mı bitti, biz yine karnımızı doyururuz. Unum var, yakacağım var, hayvanım var. Dünya krizi bende yoktur. Halinizi siz düşünün...” ‘Suyla değil ateşle oynuyoruz’ Güven Eken Tıp doktoru olan Güven Eken, Doğa Derneği’nin başkanlığına uzanan yola 20 yıl önce kuş gözlemciliğiyle başlamış. 1994’te Gediz Deltası’nda sistematik bir kuş araştırması yaparken daha ilk yılda başka bir şey fark etmiş: Saydığı kuşların, neredeyse daha arkasını döndüğünde nesli tükeniyormuş! Öznenin kuş değil, insan olduğunu anlamasıyla da Doğa Derneği gibi örgütlü bir hareketin lüzumlu olduğuna karar vermiş zaten. Bir ülkenin kötü su politikası olması mı daha büyük zarara neden olur, bir su politikasının olmaması mı? Aslında birbirlerinden hiçbir farkı yok. İkisinde de suya yönelik ihtiyacı karşılamıyorsunuz ya da çok kısa süreli olarak karşılıyorsunuz. Ama orta ya da uzun vadede bir sonraki neslin su hakkını ellerinden alıyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda hangisini söylemek daha doğru? Türkiye’nin bir su politikası var. Demirel’in kurduğu Devlet Su İşleri, politikası, stratejisi olan az sayıda kamu kurumundan biri. Hükümetler değişse de değişmeyen bir politika bu, ki bugün yaşanan sorunun temelinde de bu var. 50’lerden bu yana kapitalizm de, diğer yandan küresel iklim de; çok şey değişti. Bu politika nasıl bir yöne evrildi? En temel sorun bu, politika hiç değişmedi. Hep aynı strateji, hatta Ilısu gibi hep aynı batak projeler... Son 50 yılda yapılması gereken tadilatlar yapılmadığından da bu politika Türkiye’nin su ihtiyacını karşılamak yerine, su kaynakları üzerinden para kazanan şirketlerin yararına çalışır hale gelmiş durumda. Eski politika şu: Elimizde 112 milyar metreküp su var, tamamını kullanmamız lazım. Bugünün dünyası bunu kabul etmiyor. Suyu kullanalım ama kullandığımızı da yerine koyalım. Bunun da adı havza bazında yönetim. Bizde ise proje bazında yönetimle, projeler tekil olarak ele alınıyor. Geriye dönük tahlil yok. GAP’a, tek tek barajlara ne yatırdık, ne kazanıyoruz? Ne kadar enerji üretiyoruz, bir yandan ne kadar tarım toprağı kaybediyoruz? Net bir şekilde ihale döngüsü, su döngüsünün önüne geçmiş durumda. Bunun kamuoyunda fark edilmemesi için de birtakım klişelerin arkasına saklanılıyor. ‘Çok baraj iyidir’ gibi, ‘Suyumuz boşa akıyor’ gibi, ‘Ne kadar çok tarla sularsak o kadar para elde ederiz’ gibi... Çok tehlikeli bir şey yapıyoruz, suyla oynarken ateşle oynuyoruz. Veysel Eroğlu, eğer istese çok devrimsel şeyler yapabilir, telafi etmenin yollarını bulabilir. Bir elinin altında DSİ var, öbür elinin altında Türkiye’nin doğal kaynaklarını korumakla mükellef Orman Bakanlığı... İstemiyor mu bunu? Hayır, istemiyor. Çünkü temeli Devlet Su İşleri. Bu ihale döngüsünün de kilit beyinlerinden bir tanesi. Kilit kişi odur. Dünya Su Forumu’na dair neden bu kadar az şey biliyoruz? Makro başlıklar düzeyinde biliyoruz. Ama su forumları içerik ve amaç olarak gerçek anlamda şeffaf ve gerçek anlamda forum değillerdir. Dünya Su Forumu’nun zaten kamuoyuna duyurulduğu gibi suyu korumak gibi bir endişesi de yok. Aslında bu, bir su fuarı. Asıl organizasyon, uluslararası ölçekte suyla ilgili olarak faaliyet gösteren şirketlerin birbirlerine ve ilgili devletlere kendi teknolojilerini pazarladıkları bir proje. Su pazarlansın diye yapılıyor. O yüzden gerçekten suyla ilgili sivil toplum kuruluşları yok ya da çok az. O yüzden, üstelik birden fazla alternatif organizasyon yapılıyor. Bir avantajı, bunları makro düzeyde konuşmaya olanak vermesi olabilir. Sizden 30 yıl sonrasına dair kehanet alabilir miyiz? Felaketin boyutlarının anlaşılabilmesi için mümkünse en kötümserinden olsun... Konya Havzası çöl olacak; bu kesin. Türkiye’de kırsal nüfus belki yüzde 10’lara kadar düşecek. Hatta Aksaray ve Konya’nın şehir nüfusları da düşecek. O insanların göç ettiği şehirlerdeki su problemleri ayrıca artacak. Göllerimizin yüzde 75’i kuruyacak, zaten yarısı kurudu. Küçük çiftçi diye bir şey kalmayacak, toprakların tamamı büyük şirketlerin eline geçecek. Kurumuş olan barajların da yarısı elektrik üretilemeyecek kadar işlevsiz hale gelecek. DSİ hep suyun bir güvenlik meselesi olduğunu söylüyor. Belki de buluştuğumuz tek nokta bu, evet, bir güvenlik meselesi. Ama toplumsal bir güvenlik meselesi. Barajın altında yaşayanlar Erkut Ertürk Erkut Ertürk, Doğa Derneği’nin Hasankeyf’te yürüttüğü kampanyanın üç buçuk yıldır koordinatörü. Bu, Hasankeyf, Batman ve Diyarbakır merkezli yerel girişimlerin dışında ulusal düzeydeki en büyük sivil gayret. Prensip itibarıyla Doğa Derneği’nin her kampanyasında olay merkezinde yaşayan bir üyeleri oluyor. Ertürk de yılın yarısından fazlasını Hasankeyf’te geçiriyor. İşin güzel kısmı, o orada olmasa bile ofisin açık durması, oranın gençlerinin gelen gidene dertlerini anlatmak için bir üs olarak kullanmaları. Ona inanç veren en tesirli cümle ise ‘Biz 50 senedir bu barajın altında yaşıyoruz’ diyen amcalar. Ertürk’ün geçmişinde 10 yıllık bir Greenpeace dönemi var. Üniversite yıllarında gönüllü olarak girdiği Türkiye şubesinden sonra, uluslararası sularda Greenpeace gemisinde de uzun süre çalışmış. 80 ayrı ülkede, sayısını hatırlayamadığı kadar eylem demek bu. Teknik mahareti, Eskişehir Anadolu Teknik Lisesi’nde aldığı uçak temelli eğitimden geliyor. En unutamadığı eylemi sorunca, iklim değişikliğini belgelemek için bir buçuk ay yaşadığı Patagonya geliyor aklına. Tiyatro sahnelerinden televizyona uzanan konservatuvarlı oyunculuğu ise şimdilik rafta...