Ümit Kıvanç*
Hayatımın akışını değiştiren insanlardan biri artık yok. Okay Gönensin aramızdan ayrıldı. Dünyada bazı işler bir şekilde yürüyecekse bazı insanlar sayesinde yürür. Onlar olmazsa o işler o şekilde yürümez. Bazı işler bazı insanlara uygundur. Onların yapması daha makbul ve münasiptir. Okay, gazetecilik için biçilmiş kaftandı. Ve bir dönemin, çok şeyini çok kimsenin tartıştığı, ama eller vicdanlara doğru azıcık uzandığında kalitesini kimsenin tartışamayacağı Cumhuriyet’inde işler orada o olduğu için o şekilde yürüyordu. İlginç, zeki ve meraklı, ufku geniş bir adamdı. Karşıdan bakana, hattâ tanışıp az buçuk sohbet edene, hattâ fazla içli dışlı olmaksızın birlikte çalışana, donuk, ketum, meraksız, kendiyle meşgûl görünürdü. Oysa çok şeyi sizden önce görürdü. Yeri geldiğinde anlardınız. Milliyet yazıişlerinde, tıfıllıktan yukarı yeni uzanmış, kendisinden birşeyler beklenen gençlerdendim. Beni Cumhuriyet’in yeni oluşturulan “Haber Merkezi”nin -daha önce yoktu- başına, müdür Yalçın Bayer’in yanına yardımcı olarak transfer etti. Bir haber merkezinin oluşması, yerleşmesi sürecine katılmak bana başka şartlarda öğrenebileceğimden çok daha fazla şey öğretti. Okay’la birlikte çalışırken çok şey öğrenirdiniz. Ya usulca ya onunla kavga ederek. Kavga da, sizin gürültüyle nefes nefese oynadığınız, onun sükûnetle, sizi sinir ederek kazandığı bir oyun olurdu. Konu haber seçimi, sayfa kompozisyonu, atılacak başlık vs. ise genellikle o haklı çıktığından, zamanla bu kavgalara daha sıkı hazırlanıp girmeniz gerektiğini kavrardınız. İş üzerinde öğrenme dediğiniz nedir ki? Beraber çalıştığım gazeteciler arasında en iyi başlık çıkarabilen adamdı. Galiba hayata yaklaşımı da bu işi o kadar başarılı yapmasına yolaçan özelliğiyle bağlantılıydı. Dünyanın nasıl işlediğini çözmüş ve bundan hiç memnun olmayan, buna karşılık hâlihazırda elinden çok şey gelmeyeceğini bilen biri gibiydi. Çözmüşlük olayın özünü çabucak kavramanın, memnunsuzluk bir an önce en kısa şekliyle ifade etmenin, eylemsizlik nesnelliğin yolunu açıyordu sanki. Ketumluğu, kapalılığı yüzünden, belki onunla çok yakın çalışmış insanlar olarak onun hakkındaki görüşlerimiz hakkında birbirimizle tartışabiliriz. Ama dünyaya -çoğu zaman karamsarlık sûretine bürünen- “mesafe”sinin ona muhteşem gazeteci hasletleri kazandırdığını kimse inkâr etmeyecektir. Gaza gelmeme, önüne konan bilgiden şüphe duyma gibi olmazsa olmaz gazeteci özelliklerine, dediğim gibi, neredeyse bir karakter özelliği gibi içselleştirilmiş halleriyle sahipti. Sözkonusu mesafe ve sükûneti, Cumhuriyet’in yerleşik basının tek muhalif gazetesi olduğu 12 Eylül ertesinde, bana sorarsanız başkası tarafından asla altından kalkılamayacak çok riskli, çok badireli bir rolü başarıyla oynayabilmesini sağladı. Akşama doğru, mesai bitiminde, muhtemelen aralarından birinin odasında toplaşıp memleket meselelerini gözden geçiren ve şu söz dinlemez, çıkıntı gazetecilere haddini bildirmeye sıvanan albayımlar telefona sarılır, ilk açan, santralın dediklerini kısaca dinleyip Okay’a mâlûm şekilde işaret eder, Okay, “odama bağlasınlar” jesti yapar, odası dediğimiz, yazıişleri “salonundan” cam bölmeyle ayrılan, hücremsi ufak yere geçer, iktidardan başı dönmüş subayların fırçalarına sâkin, edepli, gazeteyi kapattırmayacak karşılıklar vererek kırk beş dakika kadar ıstırap çekerdi. Telefonu kapatıp kalktığında, “nedir?” diye sorardık haliyle. “İşte,” derdi omuz silkip, “her zamanki vaziyet.” Şunu rahatlıkla iddia edebilirim -sanırım o dönemde Cumhuriyet’te çalışmış herkes de kabul eder- ki, sıkıyönetimle bu badireli ilişkiyi, bizi de germeden ürkütmeden idare etmek başka kimsenin harcı değildi. Öte yandan, şu da kayda geçmeli ki, Okay bizi de nasıl idare edeceğini iyi bilirdi. Ve hangimize hangi işi verirse sonuç alacağını. Ne zaman neye müdahale edeceğini. Ve ne zaman ortadan kaybolacağını! Cumhuriyet binasında “Okay’ı aramak” diye bir zorunlu uğraş vardı. Herkes bir ara bir şekilde buna mecbur kalabiliyordu. Çok da büyük olmayan binanın içinde kendisini ortadan kaybedebiliyor, gerekli gördüğünde ortaya çıkıyordu. Günün birinde öğrenildi ki, Okay’ın nerede olduğunu her zaman bilen ve bunu kime söyleyip kime söylemeyeceğini de kestirebilen bir kişi vardı! Ve o, kimsenin ihtimal vermeyeceği biriydi. Kendine göre bir düzen kurmuştu Okay ve işler onun kurduğu düzene göre yürüyordu. Evet, gereksiz tartışmaya girmek istemez bir hali her zaman vardı. Fakat kabul etmek gerekir ki, dünyada olan biten ve gazetecilik konularında herkesten daha öngörülüydü. Bu “fakat”ı izah edebilecek bir örneği özellikle anmak isterim. Bir gün Okay tuttu, “Bilgisayar ilavesi yapacağız,” dedi. O sırada henüz ne bilgisayarı!? Evet, bilgisayar diye birşeyler biryerlerde var, giderek lafı daha çok ediliyor falan… ama Cumhuriyet gazetesi ne demeye bilgisayar eki verecek, bunun içine ne koyacak..? Kimimiz “ya ne alâkası var!” dedik, kimimiz, herhalde bir çeşit yeni moda veya özenti gözüyle baktı, omuz silkti. Sonunda Okay, Cengiz Turhan ile bana bu eki hazırlama görevi verdi. Gittik, sanırım bu alandaki ilk piyasa araştırmasını yaptık. Bilgisayar firmalarıyla görüştük. Bize anlattılar: Bir kocaman, main-frame’ler var, dediler, işte bu oda kadar. Sonra, mikro-kompüterler vardı; birkaç çamaşır makinesini yanyana koymuşsunuz gibi, o büyüklükte. Sonra, dediler ki, terminaller olacak herkesin önünde, hepsi bir ana bilgisayara bağlı olacak, işyerlerinde insanlar bu terminallerin karşısında çalışacaklar. Sonra efendim, personal computer’lar, kişisel bilgisayarlar yolda; şunlar şunlar bilgisayarlarla yapılacak. O esnada bilgisayar hakkındaki bilgimiz, aşağı yukarı üç harften ibaretti: I-B-M. Cengiz’le beraber, programlar, programlama dilleri, terminaller vesaireyi dosyalarımıza, klasörlerimize doldurduk geldik. Sahici telli dosya ve klasörlerden sözediyorum, kucakta taşınan. Bilgisayar ekini hazırladık, son sayısını da, içinde bulunduğumuz yılın anlam ve önemine binaen, “1984” konusuna ayırdık: devletlerin elektronik gözetleme-denetleme araçları, faaliyetleri, falan. Bilgisayar eki verilmeye başlandı; sayıları tam hatırlamıyor olabilirim; sanırım Cumhuriyet o sırada yüz bin civarında satıyordu, satış on-on beş bin arttı! “Ulan kim merak edip de alacak bilgisayar ekini…” diye içimizden geçire geçire çalışmıştık. Satış sayıları gelince herhalde hepimiz, mahçup, Okay’ın yüzüne bakmış olmalıyız. Bir şey dememiş, yüzünü önündeki LeMonde’a eğmişti muhtemelen. Kavgalarımızı hatırlayamıyorum. Çok var. Daha çok, benim için önemli olmuş kararlarını hatırlıyorum. “Kaza olmadığı, insanlar ölmediği bir zaman” Zonguldak’a gidip madene inme önerimizi kabul etmiş, Deniz Som’la ikimizi -benim haber merkezinden üç-beş gün ayrılmamı da göze alarak- göndermişti. Madene indik, galerilerde dolaştık, kömüre kazmanın vurulduğu yere kadar gittik. Deniz yazmıştı, ben fotoğrafları çekmiştim. O fotoğraflar -ve bu gezide edindiğim öfke ve ruhumu tâbi kıldığım reddiye- yıllar sonra 16 Ton filmimi yapabilmemi sağladı. Hattâ buna bizzat yolaçtı. Ben Cumhuriyet’ten ayrıldıktan epey sonra, 1990’ların ortalarındaydı sanırım, şair Refik Durbaş’la ikimizi -onun yazacağı, benim fotoğraflayacağım- “Küçülen Şehirler” röportajı için Kastamonu, Sinop, Kars, Artvin, Bilecik ve Kırklareli’ye yollamıştı. Dünyanın en uyumlu yol arkadaşlarından biriyle sohbet muhabbet halinde dağ tepe dolaşma faslı bir yana, memlekette neyin ne olduğunu anlamama büyük yardımı oldu bu gezinin. Artvin’den dönüşte, biz Trabzon’dayken Yeni Çeltek maden kazası olmuştu. Oraya seğirttik, orada çektiğim fotoğraflar da 16 Ton’u zenginleştirdi. Hayır, Okay’dan bahsetmeyi sürdürüyorum. Çünkü yıllar sonra bu işlerin uzantıları hayatımın biryerlerinde akmayı sürdürdükçe, bunları, gazeteciliği zenginleştirmeye çalışan, geniş görüşlü bir yazıişleri müdürü sayesinde yaptığımı hep hatırladım. Sanırım belli edebilmişimdir, anlaşamadığımız çok konu, en başta, aramızda bir “hayat tavrı” farklılığı vardı. Hele anca rastlayınca görüştüğümüz son yıllarda memleket hallerine dair fikirlerimiz de epey ayrışmış gibiydi. Ama hem onun habere, gazeteye yaklaşımından hem de beni koştuğu işlerden çok şey öğrendim, öncelikle anılması gereken budur. Ondan çok şey öğrenmiş çok gazeteci vardır. Okay Gönensin, dünyaya neresinden baktığını ve ne gördüğünü hiçbir zaman bütünüyle bilemeyeceğimiz insanlardandı. Bu yüzden, kışkırtıcı, zenginleştiriciydi. Çünkü, bizimkinden farklı olsa da, birşeyler gördüğünü hep bilirdik. Onun yoruluşunu izledik, son yıllarda. Köşeyazarlığı bir nevi “yoruldum” ilânıydı onun için. Oysa habere maddî, muhabirliğe insanî yatırımın esirgenmediği, gazetecilik mesleğinin hakkıyla yapıldığı yerde, ideal gazete yöneticisi olurdu. Ardından söylediğimiz sözlere ne kadar memnun olurdu, ne kadar bıyık altından gülerdi, onu da kestiremiyorum doğrusunu isterseniz. Ciddî olmadığımızı, kendimizi ciddî sandığımızı iddia edebilirdi. Öldüm diye böyle konuşuyorsunuz, diyebilirdi. Sahiden. Diyebilirdi. Takmayacağız haliyle. Ve takmadığımız halde işler yürüyecek! Eksilme dünyanın işleyişine engel sayılmıyor. Şu son cümleleri senin ağzından söylüyorum Okay, güle güle.