Sur’dan göç eden halk: Bizi TOKİ ile kandıramazlar, ölürüz de burayı bırakmayız

Sur’dan göç eden halk: Bizi TOKİ ile kandıramazlar, ölürüz de burayı bırakmayız

Sokağa çıkma yasağının sürdüğü Diyarbakır’ın Sur ilçesinde operasyonlar ve çatışmalar devam ediyor. Tarihi yapıların çoğunlukta olduğu Sur’un büyük bir kısmı harabeye dönmüş durumda. İlçeye çatışmalardan sonra TOKİ’nin gireceği iddialarına Sur halkı tepkili. Yoğun çatışmalardan dolayı göç eden Sur halkı, “Yasak kalksın geri döneceğiz. Bizi TOKİ ile kandıramazlar. Ölürüz de Sur’umuzu bırakmayız” dedi.

Haber Nöbeti ile Diyarbakır’a giden Cumhuriyet gazetesinden Ceyda Karan’ın, sokağa çıkma yasağı ve çatışmaların devam ettiği kentten izlenimleri şöyle:

Sur’da yürürken kaç kez yanımızdan başörtülü, ufak tefek kadınlar geçti. Hepsinin dilinde aynı söz “Allah sizden razı olsun”... Durup konuşmuyorlar bile, adeta fısıldayarak söylüyorlar. Sonradan idrak ettim ki sırf buraya, hallerini görmeye geldiğimiz için…

Sur halkı son seçimde HDP’ye yüzde 75 oranında oy verdi. Şimdi nüfusunun 200 bini bulduğu belirtilen mahalle büyük ölçüde boşalırken, bir iğne bile alamadan evinden barkından olanlar Diyarbakır’ın dört yanına dağılmış. Bir gece kızının, bir gece gelininin evinde konaklayan yaşlı teyzelere amcalara, “Halin nicedir” diye sorduğunuzda derin bir “ahhh” işitiyorsunuz. Konuştuğum genç kadınların eşlerinin çoğu işsiz kalmış. Esnaf zaten kan ağlıyor.

‘Kentsel dönüşüm’ iddiaları herkesin dilinde. Ama sözü edilen “dönüşümün” aslında “nüfus dönüştürme projesi mi” olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Rastgele konuştuğum insanlar arasında şahsen TOKİ konutlarına yerleştirilene rastlamadım. Surlular olduğunu belirtiyorlar ama bunların Sur’da çok güçlü olan ‘HDP tabanından değil hükümet yanlısı İslami eğilimleri güçlü aileler olduklarını’ söylüyorlar. Hükümetin sosyal yardımlar yoluyla “nüfusu dönüştürmeyi”, Sur’u yerel seçimlerde “oy deposu” haline getirmeyi hedeflediğini... Sur’daki konutlarının azımsanmayacak bir kısmının kaçak olduğu, İslamcıların yok pahasına evleri almaya başladığı söylentileri almış başını yürümüş.

Başbakan Ahmet Davutoğlu Mardin’de eylem planı ve rehabilitasyon çalışmalarını açıklarken, 1000 TL’lik kira yardımına dikkat çekerek sosyal yardımlara ağırlık vereceklerini anlatmış, “Her türlü ihtiyaçları karşılanacak” demişti. Hakikaten devlet sosyal yardımları ihmal etmiyor. Valilik PTT ve kimlik numaraları üzerinden ayda 300-350 lira yatırılıyor. Yüklüce bir meblağı yardım için ayıran Diyanet İşleri’nin ‘Yaraları sarma zamanı’ isimli kampanyası için caddelerde yardım yüklü kamyonlara rastlıyorsunuz. İHH başta olmak üzere İslami yardım kuruluşları da çok aktif. “Muhacirlere Ensar olalım” kampanyaları sonucu toplanan yardımlar kente akıyor.

Sol cephenin yardımları ise devede kulak. HDP son dönemde yardım dağıtmaya başlamış. Tespitlerde bulunup, ‘evini aç’, ‘kiraları öde’, ‘boş binalara yerleştir’ türü kampanyalar düzenliyor.

Herkes Sur için TOKİ’nin kamulaştırma yetkisinin alındığı ve mahallelerde bolca karakolun yer alacağı planlar yapıldığını anlatıyor. Evlerine el konulacağından kaygılı olan insanlar ise “Yasak kalksın geri döneceğiz. Bizi TOKİ ile kandıramazlar. Ölürüz de Sur’umuzu bırakmayız” diyor.

Zengin kesimin oturduğu Diclekent, Kayapınar semtlere gelince… Ahali buralarda konut sahibi olmuş olmasına lakin 250-300 bin TL’ye alınmış evlerin sahiplerinin pek çoğu mortgage borçlusu konumunda. Zaten çatışmalar ekonomiyi sarsmış. Belirsizlik kaygıları körüklüyor.

 

Haber Nöbeti’nden süzülenler... 

Devlet şimdi yerüstünde

 

Diyarbakır’da devletten azade çalışan ve binbir güçlükle karşılaşan meslektaşlarla dayanışma için başlattığımız Haber Nöbeti için gidiyoruz. Ben ‘haber nöbetimi’ İMC tv ve DİHA’da tuttum. Birlikte çalıştığım arkadaşlarımın büyük çoğunluğu 1990’lı yıllarda köyleri yakılıp yıkılmış ailelerin çocuklarıydı. Gazeteci olarak yaşadıkları sıkıntılar ise bölgenin tezahürü. İMC’de Diyarbakır büro şefi Faruk Balıkçı gibi emektar bir gazeteciyle çalıştım. DHA, Hürriyet ve Taraf’ta çalışmış Balıkçı, 1990’larda bölgede gazetecilik imkânsız olduğundan yıllarca Batı’da çalıştıktan sonra son altı aydır burada. “Bizde büro şefliği” yok diyor, her habere koşturuyor. Balıkçı, “1990’larda da çok sayıda gazeteci ölüyordu. O zaman da devlet adına işlenen cinayetler vardı. Ama devlet görüntüde yoktu. Gizli yapılıyordu. Yeraltındaydı. Şimdi yer üstünde. O zamanlar da köyler boşaltılıyordu ama koca bir ilçe ablukaya alınıp dövülmüyordu” diyor. O dönemde şiddetin hiç olmazsa bir nebze kaydının tutulabildiğini “Şikayet olduğunda savcı eksik soruşturma filan yapsa da kayda geçirebiliyordu. Bir ara yargılama girişimleri olabiliyordu. Bugün o da yok” vurgusu yapıyor.

 

Görüntü çekince gözaltı…

 

Genç Kameramanımız Gökhan Çetin, Diyarbakır’ın Sur bölgesinden. Ailesi 1990’larda yakılan Karacadağ köyünden. Lisedeyken ilgilenmeye başlamış. Üç yıldır İMC’de. “1990’ları babamlar anlatıyor. Şu an çok daha kötü olduğunu söylüyorlar. O zamanlar JİTEM vardı, şimdi daha kötü diyorlar” diye konuşuyor. Peki bu koşullarda gazetecilik? “Bazen artık sıkacaklarsa sıksınlar diyorum. Sürekli kimlik alınıyor, görüntülerim siliniyor, senin için iyi olmaz denilerek.”

 

“Kendi memleketinde savaşı görmek…”

 

İMC muhabiri Halime Aktürk Mardinli. Onun da ailesi 1990’larda göç ettirilmişlerden. İstanbul’a gitmişler, “Ben İstanbullu Kürtüm” diyor. 14 Kasım’dan bu yana Diyarbakır’da. “İstanbul’da Gezi eylemlerini izlemiştim. En önemli fark tamam biber gazı, tazyikli su, plastik mermi var. Burada bir de gerçek mermiler, tankların şehrin göbeğinde olması var. Ben Kobane’yi de gördüm. Ama kendi memleketimde görmek tuhaf” diyor.

 

“Konya’da tek gördüğümüz trafik polisi”

 

Emgihan Gülmez eylülde staja başlamış. Kırşehir’de Ahi Evran Üniversitesi’nde radyo televizyon okumuş. Batmanlı ama doğma büyüme Konyalı. Annesi hala Konya’da. “Şu anda Türkiye’nin gündemi burası. Burada olmasam, nerede olacağım” diyor. “Konya’da gördüğünüz tek şey trafik polisidir. Burada zırhlı araçlar üzerinde askerler uzun namlulu silahlarıyla geziyor. Alışmayana çok tuhaf bir duygu” diye anlatıyor yaşadıklarını.

 

GBT sorgusuz gün geçmiyor

 

DİHA muhabiri Aziz Oruç, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinden. Ailesi 1990’larda yakılmış Pinaroğlu (Kürtçesi Mezirke) köyünden göç edenlerden. Önce maliye okumuş sonra iki senelik Adalet’ten mezun olmuş. Üniversite’de siyasi faaliyetleri yüzünden tutuklanmış, örgüt üyeliğinden 1.5 yıl ceza almış. Çıktığında gazeteciliğe merak sarmış. “Fotoğraf çekmeyi seviyordum. Gel dediler” diyor. Üç seneye yakındır DİHA’nın foto muhabiri. Çatışmalar mesleği açısından neyi değiştirdi? “Gazetecilik ortamı rahatlamıştı. Bu kadar baskı, hedef olmak yoktu. Şimdi sahadayken GBT sorgusuz bir günümüz geçmiyor. Bu hafta bu kaçıncı bilmiyorum” diye anlatıyor. Batı’daki gazeteciler için “Savaş konseptine dönük haber yapmaları beni üzüyor” vurgusu yapıyor.

 

Kardeşinin cenazesini 33 gün alamayan İhsan Seviktek: İkinci defa yanıyoruz!

Mesut Seviktek’in cansız bedeni Sur’un içinde Yavuz Selim İlkokulu önünde tam 33 gün yerde kaldı. 24 yaşındaydı, hendekteydi. Cenazesi 23 Ocak’ta defnedildi. Acılı ağabeyi İhsan Seviktek’e AB raportörlerinin Sur Belediyesi’ni ziyareti öncesinde rastlıyoruz. Acısı da, öfkesi de dinmemiş. Sevintek’ler 1990’larda Lice’de köyleri yakılanlardan. İhsan Seviktek, “Şimdi Sur’u yakıyorlar. İkinci defa yanıyoruz” diyor. HDP’li. 2009’da KCK davasında alınmış, 2014’te hapisten çıkmış. Olayı “cemaatin siyasi soykırımı” diye niteliyor.

 

Üç yıl yattı, beraat etti!

 

Kardeşi Mesut için “Sırf benim kardeşim diye KCK davasından yargılandı, üç yıl hapiste kaldı ve beraat etti. Düşünün!” diyor. Sonra da Mesut’u gözaltına almaya kalkışmışlar, engellemiş. “Kardeşim ne dedi biliyor musunuz? ‘Ben yaşayamıyorum böyle. Yine üç yıl cezaevine gireceğim’ dedi. Sonra gitti hendeklerin arkasına girdi. Onda yaşama dair hiçbir şey bırakmadılar.”

Öldüğünde valilik ve kaymakamlık nezdinde tüm girişimlerinin boşa çıktığını anlatırken daha öfkeleniyor: “Cenazeler ilk günden devletin elindeydi. Başsavcı bana ‘gidin hendekleri kapatın cenazenizi verelim’ dedi. İnsanların aklıyla alay ediyorlar.” Cenazeyi gördüğünde ikinci şok gelmiş: “Bir ölüye yüzlerce mermi sıkılır mı? Aslında iki kurşunla şehit düşmüş, göğsünden ve başından.”

 

"Hendekler bahane"

 

İhsan Seviktek, “Türkiye halklarıyla sorunumuz yoktur. Lice’de ölen askere de Ankara’da ölene de üzülüyoruz. 35 yıl çok göç ettik, çok yandık. Hiçbiri çare değildi, kurulan masa çareydi” diyor. Ona göre “Hendekler bahane”: “Biz kanın durması için mücadele veren insanlarız. Suruç olduğunda ekimde Ankara katliamında hendek mi vardı? Onu geçin 5 Haziran Amed mitinginde hendek mi vardı? Kimse Kürt sorununu hendeklere bağlamasın. Tüccar zihniyetle yaklaşan bir hareketle çözemezsiniz. Bataklıktır. Hepimiz boğulacağız.”

Peki Kandil’in hiç mi suçu yok? “1993’ten bu yana bu hareketin liderleri barışın masada gelmesi için defalarca ateşkes ilan ettiler, silahsızlanmadan söz ettiler. Erdoğan “Kürt sorunu benim sorunumdur” dedi. Devlet 2009’da bir siyasi soykırım yaptı. KCK adı altında bize operasyon yapıldı. Sonra özür dilemek zorunda kaldılar, Fettullah yaptı dediler. Böyle yaparsanız insanlar da hendek arkasına geçerler.”