Mülteci Hakları Derneği'nden Dr. Cavidan Soykan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Suriyeli kardeşlerimize vatandaş olma imkanı vereceğiz" açıklamasının ardından sosyal medyada 'istemiyoruz' etiketiyle Suriyelilerden bahsedilmesine dair konuştu. Soykan, Erdoğan'ın sözleriyle ilgili olarak, "Bu tartışmalar her zamanki gibi gündem saptırmak ve ırkçılığı yükselterek bir şeyleri örtbas etmek için ortaya atılmış olabilir" dedi. Soykan, Suriyelilerin geleceği ile ilgili olarak, "Mültecilik bir tercih değil durumdur, anlamsız ve çıkmaz sokaklarda boğulmak yerine önce statü tartışılmalı" derken 10 maddede Suriyeli mültecilerin durumunu anlattı. Mardin Derik Kampı'nda çıkan yangında üç kız çocuklarını yitirdiklerini anlatan Suriye mülteci Semira Ali ise, "Gitmeyi düşünür müsünüz?" sorusuna "Çocuklarımızın mezarı burada nereye gidelim?" diye cevap verdi.
Mülteci Hakları Derneği'nden Dr. Cavidan Soykan'ın Erk Acarer'e verdiği Birgün gazetesinin bugünkü (11 Temmuz 2016) nüshasında yayımlanan yazılı söyleşi şöyle:
Sayısı üç milyonu bulan Suriyelilere 'mülteci statüsü' hiç gündeme getirilmeden 'vatandaşlık verilecek' tartışmalarının başlatılması gerçekçi ve zemini sağlam bir tartışma gibi görünmüyor. "AKP, oylarını Suriyeliler üzerinden yükseltecek” tartışmaları bir yana yaşam mücadelesi ve 'İstemiyoruz' etiketi arasına sıkışan sığınmacıların da söyleyecek sözü var. Mardin Dirik Kampı'da meydana gelen elektrik arızası nedeniyle çıkan yangında üç kız çocuğunu yitiren Semira Ali insanın içini sızlatan ifadeler kullanıyor. Mülteci Hakları Derneği ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Dr. Cavidan Soykan'la 'Suriyelilere vatandaşlık verilecek' söylemleri üzerine şekillenen tartışmaları değerlendiriyoruz. Soykan'ın anlattıklarını 10 maddede derliyor, üzerine de Ali ve Salih aileleriyle yaptığımız röportajları koyuyoruz. İşte Soykan'ın değerlendirmeleri:
Sığınmacılar bu tartışmalarda araç haline getirildiler. Kendilerini ifade edebilme şanı bulamadılar. Onlara çok fazla bir şey sorulmadı. Kendi haklarını savunabilmeleri, fikirlerini söyleyebilecekleri için olanak tanınmadı. 'Dönmek istesek de dönemiyoruz' diyorlardı. Mültecilik bir tercih değil, zorunlu bir durumdu. Bu yeterince anlatılamadı, anlaşılamadı.
'Vatandaşlık' tartışmasını ortaya çıkaran AKP, başından beri Suriyelileri 'Misafir' olarak tanımladı. Bu tanım başından beri bir sıkıntı yarattı. Suriyeliler kendilerini 'eğreti' hissettiler. Türkiye vatandaşları tarafından da geçici olarak görüldüler. Oysa Suriye'de savaş bitmedi. Orta ve kısa vadede de bitecek gibi görünmüyor. Başından beri doğru kavramların tartışılması gerekirdi.
Sığınmacılara, gerçek statüleri verilmeden vatandaşlığın tartışılması inandırıcı ve zemini sağlam bir tartışma değil. Başından beri 'misafir olarak tanımlanan Suriyelilere, şimdi vatandaşlık vermekten söz ediyorlar. Bu tartışmaları yaratmak yerine Suriyelilere en başından, uluslararası hukuk tarafından da kabul edilelecekleri 'mülteci statüsü' vermek gerekiyordu. Bu yapılsaydı, Suriyeli sorunu sadece Türkiye'nin üzerine yıkılmayacak, sorumluluk diğer devletler arasında paylaşılacaktı. Suriyeliler de hep bunu dile getirdi. Uluslararası hukuk tarafından da tanınacak bir statünün önemli olduğunu belirttiler. Başka bir yere gidecek olsalar bile söz konusu statüyle aynı haklardan yararlanabileceklerini vurguladılar.
Aslında Türkiye 1920 yılından beri aynı politikaları üretiyor. Sadece Türk kapsamındaki göçmene mülteci deniyor. Milliyetçilik üzerine şekillenen bir mülteci politikasının işlevinin olması mümkün değil. Toplum üzerinde de tehlikeli bir algı yaratıyor.
Vatandaşlık tartışmasında da Suriyeliler durum, sanki kendilerinden bağımsızmış gibi dışarıda bırakıldılar. AKP'nin Suriyeliler üzerinden oy devşireceği en fazla tartışılan konulardan biri oldu. Oysa Suriyeliler AKP'nin ikiyüzlü politikalarına alet edildiklerinin farkına varmışlardı. AKP'yi eleştirmeye başladılar. Kendilerinin insani bir boyutta değil,pazarlık unsuru olarak değerlendirildiğinden sıkça söz ettiler. Şunları anlattılar: 'Türkiye kapılarını bizi pazarlık unsuru olarak kullandığı için açıldı. İnsani bir boyutu yoktu. Böyle olsa kapanmazdı.' Suriyeliler, kapılar kapandıktan sonra sınırda vurulup öldürülen kendi vatandaşlarından da haberdardı. Bu konuda Uluslararası Af Örgütü'nün deTürkiye'ye ültimatomlar geldi. Geçen mart ayında sınırda silahla vurulan insanlar 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü'nde de, kapıdan kabul edilmedikleri için kaçak yolla sınırı geçmek isteyen 8 Suriyelinin vurularak öldürüldüğünü gördük. Suriyeliler böyle sıkıntılar içinde yaşam savaşı verirken, onlara eğilimlerini sormak yerine peşin hükümler veriliyor.
Tartışma çok ilginç. Bir yandan mülteci statüsünü kabul etmiyor, diğer yandan 'Suriyelilere vatandaşlık vereceğiz' diyorsun. Büyük bir çelişki. Irkçılığa evrilecek bu tartışmanın kime ne faydası olacak anlayabilmek mümkün değil. Gerçekçi tartışmalar yapmak ve artık Türkiye'de kalacakları belli olan Suriyelilerle ilgili verimli başlıklar açmak yerine yine çıkmaz sokaklarda bocalıyoruz. Bir yanı ırkçılığa bulaşmış tartışmalar yürütüyoruz. Bu tartışmalar her zamanki gibi gündem saptırmak ve ırkçılığı yükselterek bir şeyleri örtbas etmek için ortaya atılmış olabilir.
Eğreti durumdaki Suriyeliler geçen yıla kadar ülkelerine dönmek istiyorlardı. Ancak bunun mümkün olamayacağı anlaşıldı. Savaş bitmedi. Üstelik burada bir yaşam biriktirmeye başladılar. Suriyelilerin bizlerle birlikte yaşayacağı fikrine alışmalıyız. Zaman kaybetmeden entegrasyon ile ilgili çalışmalar yapılmalı. Entegrasyon da ancak mülteci statüsü ile sağlanabilir. Suriyeliler kendi başlarına yaşam mücadelesi veriyorlar. Yasal çalışma izin ve eğitim hakkı verilerek entegrasyon sağlanır. Barınma ihtiyaçlarını artık gelecekle birlikte kurgulamak lazım. Bu insanlar ömür boyu kamplarda yaşayamaz. Barınma, çalışma ve eğitim hakları verilmezse büyük sorunlarla karşılaşırız. 3 milyon Suriyelinin 2 milyonu çocuk. Eğitimden mahrum olan çocukların kendi gelecekleri kararır. Ülke geleceği için de umut vadetmezler. Entegrasyon konusunun bu eksende tartışılması gerekiyor. Muhalefete de büyük sorumluluk düşüyor.
Irkçılığın yayıldığı alanlardan biri ekonomi. Suriyelilere iki katı fiyata ev kiralanırken yarı fiyata işçi olarak çalıştırılıyorlar. Kayıt dışı ekonomi çalışma alanından büyük bir rant devşiriyor. İşsizliğin ve ev kiralarındaki artışın temel nedeni Suriyeliler olarak görülüyor. Oysa Suriyelilere çalışma izni tarım ve hayvancılık sektörü dışında yok.
Devlet onlara, 'Sadece çoban ve tarım işçisi olabilirsiniz' diyor. Toplum, hem işsizliğin hem de ev kiralarının nedenini, Suriyeliler gibi görüyor. Mazlumu mazluma kırdırma projeleri yürüyor. Oysa tüm bu sorunlar iktidardan kaynaklanıyor. Ev kiralarını denetlemek ve kayıt dışı ekonomiye son vermek mümkün. Öte yandan toplum üzerinde 'her Suriyeli genç sınavsız üniversiteye girebilecekmiş' gibi bir algı da yaratılıyor. Oysa onların bu konuda farklı bir statüsü var. Farklı sınavlara giriyorlar. Üstelik bu aşamaya gelebilmeleri için henüz temel eğitimi tartışmak lazım.
Irkçılık korku üzerinden de yaygınlaşıyor. Cihatçı ve Suriyeliyi aynı karede değerlendirme algısı yanlış. Türkiye'den de dünyanın pek çok yerinden de Suriye'ye cihada giden ülke vatandaşları oldu. Bu açıdan sadece Suriyelileri cihatçılık ve IŞİD'le eşitlemek tehlikeli bir algı yaratır. Irkçılık korku üzerinde yükselir. Her Suriyeli terörist değildir. Suriye politikası ve Suriyeliyi birbirinden ayırmak bu noktada çok önemlidir. Geçmişe dönük sorgulamalar yapılmalı. Başından beri kamplarda neler olup bittiğini bilmiyoruz. Suriyelilerle ilgili demografik bilgileri bile yeni öğreniyoruz. Kamplar Başbakanlığa bağlı AFAD tarafından yönetildi. Göç İdaresi'nin kurulmasıyla demografik bilgileri bile yeni öğreniyoruz.
Kısaca, empati şart. "Ne oldu da insanlar Suriye'den ayrılmak zorunda kaldılar. Bu noktadan ayrılmamak gerekir. Üstüne Türkiye'de neler yaşadılar ve neler yaşıyorlar sorusunu eklemeliyiz. Empati bu açıdan önemli! Her şeyden önce insan hakları sorunu tartışılmalı."
***
Atme Kampı, Hatay'daki Bükülmez köyünün tam karşısında yer alıyor. 4 yıl önce Suriye'den gelen Muhammed Salih, o kampa girmek yerine, tam karşısındaki iptidai bir çadırda yaşıyor. Biri engelli üç çocuğu var. Toprak üzerine attığı, eski bir halıda misafirlerini, bizleri ağırlıyor. Savaşla ilgili anlattıkları benzer: "İki ateş arasında kaldık. Mecburduk Türkiye'ye geldik."
Salih, her şeyin farkında. Neden kampta olmadığını sorunca anlatıyor: "Ben savaş istemiyorum. Orası cihatçı yatağı." "Büyük bir sefilliğin içindeyiz" diyen Muhammed Salih, "Geçen yıl Suriye'ye gitmeyi denedim" diyor. Ancak gidip de neden geri döndüğünü özetliyor: "Ölüm riski devam ediyordu. Buna rağmen kalmaya karar verdik. Fakat kızım havale geçirince yine Türkiye'ye dönmek istedik. Sınırda engel oldular. Aslında geçişler konusunda bir çifte standart olduğunu biliyoruz. Bizi geçirmeyeceklerini anlayınca kızımı sırtıma alıp kaçak geçmek zorunda kaldım. Bu hayat çekilir gibi değil. Ülkemiz yıkıldı. Savaş bitince beş dakika durmam. Suriye'ye dönmek ve ülkemin yeniden inşası için çalışmak istiyorum."
Ali ailesi ise gerçek bir dramı yaşıyor. Mardin Derik Kampı'nda çıkan yangında üç kız çocuklarını yitirdiklerini anlatıyorlar. Yakın zamanda, 29.03.2016 tarihinde elektrik kontağından çıkan yangınla ilgili bilgiler veren Abdo Ali, suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor...
"Bir şey ister misiniz? diye sordular. O acıyla şikâyetçi olmadık. 'Allah verdi, Allah Aldı' dedik. Ancak olayda bir ihmal var. Elektrik telleri dışarıdaydı. Kontak olur diye başvuru yaptık. Ancak bizi yalancılıkla suçladılar. Birkaç gün sonra gece ısıtıcıdan yangın çıktı. Çadırın yerleri plastikti. Eridiği için basamadık, çocuklarımız yandı. Bize yalancı dediler. Dışlandık, peşini bırakmayacağız. İhmali olanlardan şikâyetçi olacağız." Geride iki buçuk yaşında bir erkek çocuğu kalan Semira Ali'nin tokat gibi cümleleri, 'Suriyelileri istemiyoruz' ucuzluğunu daha tatsız bir hale getiriyor. Ali, "Gitmeyi düşünür müsünüz?" sorusuna acı bir başka soruyla karşılık veriyor: "Çocuklarımızın mezarı burada nereye gidelim?"