Ruşen Çakır(Vatan - 23 Ocak 2012)
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun El Arabiya kanalına verdiği mülakatta söylediklerini Ankara’nın Suriye politikasında bir dönüm noktası olarak tanımlayabiliriz. Tabii ki Davutoğlu’nun Türkiye’nin Suriye’ye müdahale olasılığını alenen telaffuz etmiş olmasını kastediyorum. Önce Dışişleri Bakanı’nın sözlerini hatırlayalım:
“Eğer rejim protestocuları öldürmeye devam ederse bu bir Türkiye meselesi olmaktan çıkıp uluslararası bir mesele haline gelir. O zaman da bir Birleşmiş Milletler müdahalesi gerekir. Türkiye, 1980’lerde Halepçe katliamından sonra Kürtler’i Saddam zulmünden korumak için bir BM müdahalesi çağrısı yapmıştır. Eğer Arap Birliği inisiyatifi başarısız olur, cinayetler sürerse Türkiye, Suriye’ye müdahale öngören BM kararını desteklemek konusunda tereddüt etmeyecektir.”
Haksızlık etmeyelim, Davutoğlu şartların oluşması durumunda bir müdahaleden söz ediyor. Yani Baas rejimi kendi halkını katletmeye devam edecek, diğer girişimler bunun öüne geçemeyecek, BM karar alacak ve Türkiye müdahale edecek. (Tabii burada “Türkiye tereddüt etmeyecektir” cümlesindeki vurguya ayrıca dikkat çekmeliyiz.) Olayların bugünkü gidişine bakarsak bu senaryonun gerçekleşme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu görürüz.
“Nötr mü dediniz?”
Davutoğlu, Türkiye’nin krizde nötr bir rol oynadığını söylemiş ve “Suriye Ulusal Konseyi’ne toplantılarını gerçekleştirmek için bir platform sağlanmış olması ya da Suriye ordusundan kaçan askerin bize sığınması bu gerçeği değiştirmez” diye de eklemiş. “Nötr”, yani tarafsız olunca bunlar yapılıyorsa taraf tutulması halinde nelerin yapılacağını insan merak ediyor.
İşin gerçeği Ankara’nın belli bir süreden itibaren açıkça Esad rejiminin karşısında yer alıyor ki şahsen bundan rahatsız değilim, hatta geç bile kalındığını düşünüyorum. Esas Esad ailesi ile kurulmuş olan samimi ilişkiler, karşılıklı bitmek bilmez ziyaretler, ortak bakanlar kurulları toplamalar rahatsızlık veriyordu. Ama bugün Suriye muhalifi kesinlerin hatırı sayılır bir bölümü o günlerde, AKP hükümetinin çizgisi doğrultusunda “Baas muhibi” olmaktan geri kalmıyorlardı.
Muhtemel sonuçlar
Suriye’ye, Türkiye’nin de bir parçası olacağı uluslararası bir müdahalenin son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağı ve ülkemizin de olumsuz anlamda bunlardan etkileneceği açıktır. Öncelikle mezhep çatışması riskiyle karşı karşıyayız. Aynı mülakatta Davutoğlu’nun da altını çizdiği gibi, Suriye halkı Arap Baharı’nın bir uzantısının bir uzantısı olarak baskıcı Baas rejimi yerine daha demokratik bir yönetim için sokaklara düküldü, fakat tepkiler süreç içinde sadece siyasi iktidara değil, onu destekleyen Nusayri azınlığa da yöneldi.
Her ne kadar Nusayrilikle Şiilik arasında benzerlikten çok farklılıklar bulunsa da Tahran ile Şam’ın stratejik ortaklıklarının da etkisiyle, Suriye’de yaşanacak bir Sünni-Nusayri gerginliğinin tüm bölgeye bir Sünni-Şii çatışması olarak sirayet etmesi riskini hiç yabana atmamak gerekiyor. Böylesi bir tatsız gelişmenin ister istemez Türkiye’ye de yansımaları olacaktır.
Suriye’ye uluslararası bir müdahalenin (pekala uzun sürebilecek) bir iç savaşı tetiklemesi halinde bu ülkedeki Kürtlerin nasıl tavır alacağı da Ankara’yı doğrudan ilgilendiriyor. Son dönemde PKK’nın Baas rejimiyle yeniden çok güçlü ilişkiler kurduğu, Esad’ın örgütü Ankara’ya karşı bir şantaj aracı olarak kullandığı/kullanabileceği yolunda ciddi iddialar bulunuyor.
Sonuç olarak, Suriye rejimine karşı halkın yanında olmak iyidir, doğrudur ama askeri müdahaleden yana olmak da akıl kârı değildir.