Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında T24’te yayınlanmaya başlanan ‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizisinin üçüncü bölümünde yazar, çevirmen, yayıncı Tanıl Bora’yı konuk ediyoruz. Yazı dizisinin dün yayınlanan ikinci bölümünde gazeteci-yazar Cihan Aktaş, İslami kesimdeki sanatsal potansiyelin bürokrasiye kaydığını söylemişti. Tanıl Bora ise muhafazakar kesimde ‘’Biz kültür sanat edebiyat alanında hala iktidar değiliz’ rahatsızlığının hala var olduğunu belirtiyor.
-‘Muhafazakar demokrat’ AK Parti’nin 11 yıllık iktidar serüveninde iletişim araçlarının büyük bir kısmına sahipken, global anlamda kültür endüstrisine entegre olmaya başlamışken ve muhafazakar bir sanat anlayışını savunan kesimin temsilcisi konumunda iken biz bu dönemde sanatsal üretim anlamında bu kesimi neden yeterince sahada göremiyoruz?
Ben AKP’yi ‘liberal muhafazakar’ olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyorum çünkü AKP’nin mayasında milli görüş kökü olmakla birlikte bir yandan da büyük sağ gelenek var. AKP’yi bu ikisinin bileşimi olarak düşünmek lazım. Bu bileşimin kültür politikasına da yansıdığını düşünüyorum.
Burada iki temel ayak var; İlki İslamcılığın kültür referansları, diğeri piyasacılık ya da kültürü daha çok endüstri olarak düşünen bir bakış açısı. İkincisinin çok özel tercihleri olmaz, belirli sansür çizgileri dışında bu alanda hemen her şey uygulanabilir. Özellikle taşrada veya milli görüş kökünün daha ağır bastığı yerlerde ise büyük ölçüde Necip Fazıl’ı yiyip bitiren bir tüketim görüyoruz. Ya da aslında çok fazla ince detayına bakılmayan büyük kültür organizasyonları, bir miktar ulusal ya da global piyasaya da eklemlenen büyük projeler görüyoruz. Tabii bunların genelinde epey bir sakalet, epey taşralı diyebileceğimiz bir yan da görüyoruz. Kimi İslamcı entelektüeller de bunu eleştirip sorguluyorlar.
Öte yandan, AKP’nin birçok alanda sözünü dinleten, en yüksek sesle konuşan hegemonik görüntüsüne rağmen en zayıf olduğu alanın kültür olduğunu söyleyebiliriz. Entelektüel ve kültürel alanda aslında çok zayıflar. Bu eksiklik bu alanı küçümseyen, ‘anti entelektüalist’ diyebileceğimiz bir bakışla da örtülüyor. Entelektüalizmi süslü ve hayata değmeyen birtakım soyut meşgaleler olarak küçümseyen bir sağcılık dili hep olagelmiştir zaten, o anlayış kendisini gösteriyor.
Başbakan Erdoğan geçen yıl ,‘’Bizim sanat, edebiyat yapamayacağımızı söylediler, bizi zenci yerine koydular’’ demişti. Bu, bir anlamda ‘’Biz aslında yapabiliriz, bizim bir medeniyet zeminimiz var’’ olarak okunabilecek bir tavır. Entelektüel üretim açısından muhafazakar kesimde bu tavrın karşılığını /yansımasını görmek mümkün mü?
İslamcı geleneğe baktığımız zaman özellikle 70’lerden 1990’lara dek ciddi bir entelektüel üretim var. Son yıllarda eser vermiş pek çok modern şair var. Buna karşılık romanda bir kısırlık var. Bu dönemin üretimine sahici bir ilgiden de söz edilemez. Sözgelimi Cahit Zarifoğlu’nu daha çok insanın tanımasını sağlayacak bir gayret göremeyiz. Daha modern diyebileceğimiz İslamcı ya da muhafazakar olarak tanımlayabileceğimiz sanat ve edebiyat üretiminin görmezden gelinmesi gibi bir durum söz konusu. Necip Fazıl’ın ötesine geçilememesini ben biraz da AKP’nin lider kadrosunun kendi gençliğinde Necip Fazıl ile sosyalleşmiş olması, onun şiirlerini terennüm ederek büyümüş olmasının etkisiyle açıklıyorum.
‘Öz yurdunda garip olmak’ dizesi Başbakan Erdoğan tarafından da çeşitli vesilelerle siyasi konuşmalarında dile getiriliyor. Bu, mağduriyet edebiyatının kültür alanına sirayet ettiğini gösteren bir temsil mi?
Necip Fazıl tabi, ideolojik söylemiyle çok elverişli bir malzeme. Hem mağduriyet duygusuyla hem de Başbakan’ın da sevdiği ‘gün doğmuş ’gün batmış ebet bizimdir’’ dizesindeki o büyük iddialı kibriyle çok uygun bir malzeme.
Ama şunu da unutmayalım, kültürün bir endüstriyel faaliyet olarak geliştirilmesine de çok büyük bir coşkuyla ve enerjiyle katkıda bulunduklarını belirtmek lazım. Bu anlamıyla AKP özellikle belediyelerin faaliyetleriyle kültür endüstrisine eklemlenmekte hiç ürkek davranmıyor. Bu tek başına AKP’nin oluşturduğu bir durum da değil zaten. Kültür endüstrisi denilen şey zaten bundan bağımsız olarak sürekli büyüyor. Kimi durumlarda içeriği ile ilgilenmeseler, ya da içeriğini çok fazla tasvip etmeseler de İstanbul’daki büyük kültürel etkinliklerin global kültür sanat piyasasına eklemlenmesinden memnun olduklarını düşünüyorum.
90 yıllık Cumhuriyet ile çatışan, sistemin dışından gelen ama sonuçta sisteme entegre olan bir AKP iktidarında kültür nasıl bir içeriğe dönüşüyor?
Cumhuriyet kültürünün illa en koyu Kemalist damga ile düşünülmesi gerekmez. Yirmi otuz yıl öncesine kadar, birinin değerli sayılması, söz ve makam sahibi sayılabilir olması için bir kültürel müktesabatı olması gerekirdi. Bu Türkiye’ye mahsus olmayan, genel olarak Cumhuriyetçilik kültürüyle ilgili bir şey. Ancak bugünkü dünyada bu çok aranmıyor. Değerli sayılmak için o kültürel sermayeye sahip olmak artık o kadar önemli değil. Bu sadece ve doğrudan doğruya AKP ile açıklanamaz.
80 sonrası bütün dünyayı etkisi altına alan, neoliberalizm dediğimiz piyasalaşma ya da büyük dönüşüm ile de ilgili bir durum bu. Kemalizm’in çökmesi, ‘Cumhuriyet değerlerinin ayaklar altına alınması’ gibi nedenlerle tek başına açıklanabilecek bir durum değil. Kemalistlerin penceresinden daha başka bir gözle görmemiz gereken, onların o elitist beyaz Türk ruhunu paylaşmaksızın bizim de görebileceğimiz bir problem kuşkusuz var ama bunun çözümü yine elitist bir yüksek kültürcülük olmamalı.
Muhafazakar kesim kendi zengin sınıfını yarattıkça sanatı, özellikle resim piyasasında, eser satın almaya yöneliyor. Sanatı tüketerek bir statü sahipliği arzusu duyuluyor olabilir mi?
Görsel ve geleneksel sanatları çok bilemem ama benim kültür hayatıyla ilgili dikkat çekmek istediğim başka bir şey var; İslamcı edebiyata baktığımızda 1980 sonrası çok dergi yayınlandı. İslamcılar o dönemde bir şeyler yazmak çizmek konusunda çok iştahlı, çok istekli bir alt kültür yaratmışlardı. O enerjinin son yıllarda sararıp solduğunu görüyoruz. Bu entelektüellerin çoğu, sonraki dönemde think-tank uzmanlarına, kanaat mühendislerine dönüştüler. Tırmanan anti entelektüalizm de bunu besledi. Her şeye rağmen o mahallede de bu durumdan hoşnut olmayan, fikir üretmeye, tartışma ortamı oluşturmaya çalışanlar yok değil. Ancak bunların muhalif olarak marjinalliğe itilmesi, o enerjinin, o heyecanın azaldığını gösteriyor.
Bu iktidarla özdeşleşmeyle ilgili bir durum. Kendisini iktidar hissetmek ve memleket meseleleri ile uğraşmak, uğraşırken karar verici konumda olmak duygusu bu kesimdeki entelektüel ilgiyi tamamen araçsallaştırdı. Bu insanlar şimdi makale değil think-tank kuruluşları için raporlar yazıyorlar.
Memleketin sahipliği bir süre önce solcuların tekelinde olan bir kavramdı, şimdi memleket sahipleri yer değiştirdi demek mümkün mü?
Milliyetçi muhafazakar ve İslamcı camia biliyorsunuz sol kesimi ‘yerli’ olmamakla suçlarlar, Batılı değerleri benimsedikleri için bu memlekete yabancı olduklarını; kendilerinin ise ülkenin yerlileri olduğunu düşünürler. Şimdi bu açıklama tarzının konforuyla tatmin buluyorlar. Çünkü bunun bir kolaycılığı vardır; salt yerli olmak bir değer olduğu zaman zaten sizin çok fazla bir şey yapmanız gerekmez. Bunun kolaycılığına sığınıyorlar. Başbakan'ın "Bundan sonra bize parmağınızı sallayarak büyüklük taslayamayacaksınız" dediğinden bahsettik ya, buna kompleks de diyebilirsiniz, bu hala var. Dolayısıyla bu duyguyla bağlı olarak ‘Biz kültür sanat edebiyat alanında hala iktidar değiliz’ rahatsızlığının var olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman bunun aşıldığını söyleyenler var ama toplamda o rahatsızlığın hakim olduğunu düşünüyorum. Hakkaniyet icabı belki şunu da söylemek lazım; genel olarak entelektüel olanın çok fazla medya odaklı hale gelmesi, fikrin yerini kanaatin alması, köşe yazısının en yüksek yazı formu olarak kabul edilmesi sadece bu iktidarla, sağcılar veya İslamcılarla ilgili değil, bu zamanın ruhu ile ilgili olan bir problem aynı zamanda. Nasıl kapitalizmi AKP icat etmediyse sözünü ettiğim bu genel eğilimi de onlar yaratmadı. Ama onların zamanın ruhuna bilhassa uygun olmaları gibi bir gerçek var.
Muhafazakar ya da İslamcılarda şöyle bir korku da yok değil mi, Kemalist sistemin baskısı altında o kadar raptu rapt altına alındılar ki, zaman zaman AK Parti’yi onaylamasalar, zenginleşmenin çürüme olduğunu bilseler de Kemalizm tekrar gelir mi korkusunu hala yaşıyorlar?
En geniş anlamıyla milliyetçi zihniyet dünyasında ki bu dünya Kemalistleri de İslamcıları da MHP milliyetçiliğini de kapsar. Bir var olma kaygısı ve varoluşsal bir tehdit ile karşı karşıya olduğu duygusu Cumhuriyet’in başından itibaren hep var oldu. Buna bağlı olarak bir teyakkuz kaygısı da oldu. Savaşlardan çıkan bir ülke olmak, Dünya Savaşı tehdidi, Soğuk Savaş, Komünizm tehdidi ve sonrasında Kürt meselesi gibi saiklerle kendini yeniden üreten bir toplam duygu bu. Hatta bunun da alt zemininde Türkiye’nin gecikmiş bir modernleşme deneyimi yaşaması var. Bunu, sürece gecikmekle ve hızla telafi etmek isteğiyle birlikte düşünmek lazım. Türkiye’nin modernleşmesi geç yaşanmıştır, bu yüzden Türkiye’nin toplumsal şuur altında çok güçlü bir acilcilik vardır. Bu aslında bütün bu siyasal akımları yatay kesen çok güçlü bir politik psişik unsurdur. Sadece tehdit algısı değil onun da ötesinde bir gecikme ve hızla telafi etme acelesi... Bu algı sol için de geçerli olmuştur. Her zaman olağanüstü bir zamandır sol için.
Ben daha da derinde bu katmanlara da inebileceğimizi düşünüyorum. Bu katmanın daha üstünde ise milliyetçi zihniyet dünyasını kuşatan bu beka kaygısı ve teyakkuz ruhu var. Bunlar alt tabakalar ama bu atmosferi sarıyor ve etkiliyorlar. Daha aktüel, daha kısa vadeli bilinç açısından ise bir rövanşizm kaygısı söz konusu. Kemalizm’in on yıllarca sürmüş tahakkümünün ilk fırsat verildiğinde yeniden boy göstereceği kaygısı var.
Çok sevdiğim bir sözdür; ‘Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez’. Evet bir paranoya söz konusu olabilir, ama bir yandan nesnel bir tehdit de mevcut olabilir.
Peki yaşadığımız bu çatışmanın toplumsal karşılığı var mı sizce, Etyen Mahçupyan’ın bir sorusunu analım burada; ‘’ Kültür çatışmasından bahsettiğimiz için mi kültür çatışması diye bir kavram var, yoksa var olduğu için mi biz bundan bahsediyoruz’’?
Ben bunun yapay olduğunu sanmıyorum. Bu bir sorun. Türkiye’nin gerçekten kültürel farklılıkları var. Seküler hayat tarzı içinde yaşayanlar ile dini-muhafazakar bir hayat yaşayanlar arasında gerçekten bir kültür farkı söz konusu. Bence sorun bunun doğrudan doğruya politikayı belirleme gücünün devam etmesinde. Türkiye’deki meselenin, politikanın bu kültürel farkı aşabilen, ona tabi olmayan, onun tarafından bu kadar birebir belirlenmeyen bir yol bulamamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yoksa bunun gerçek dışı ve önemsiz olduğunu sanmıyorum. Politikanın hayat farklarını yatay kesen, başka çelişkileri, başka sorunları, başka vaatleri, başka ümitleri politize etme becerisinin olamaması, sosyolojik gerçekliği olan bu farkın belirleyiciliğini sürdürmesine yol açıyor.
Tabii politika derken bir şey daha söylemeli, bir ayrım yapmalıyım. Muhafazakar veya sağ politikalar açısından zaten bunun aynen böyle olması, böyle kalması iyidir. Sağ politika en soyut anlamda özsel, yani değişmez olana, insanın alnına yazılı kimliklere dayalı bir politikadır. Dolayısıyla bunu zaten değiştirmek istemez. Bahsettiğiniz çatışmanın yapay olduğunu sanmıyorum ama biz bu kültürel farklılıkları nasıl yorumlayacağız? Bu iki farklı dünyanın birbirine hiç mi geçişliliği yok? Tabii ki var. Tabii ki birbirine tercüme edilebilir, konuşabilir, anlaşabilir, pek çok ortak paydası olabilir. Bizim bunun yollarını bulmak, geçiş kapıları açmak ve onları politize etmekle ilgili bir sorunumuz olduğunu düşünüyorum. Bu politik sözün, politik etkinliğin becermesi gereken bir şey…