Bu yıl üçüncüsü verilen Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü Alnı Mavide adlı yapıtıyla Ahmet Büke kazandı. Büke, Taraf'ın edebiyat ve yazarlık hakkındaki sorularını yanıtladı.Oğuz Atay Hikâye Ödülü'nü kazandınız. Oğuz Atay'ı yazar olarak sever misiniz? Elbette. Ancak hikâyeci olduğum için daha çok hikâyelerini severim. Atay, daha ziyade toplumla devlet arasında sıkışmış insanları anlatıyor ve bu benim ilgimi çekiyor. Bende arada kalmışlık, sıkışmışlık, çıkışsızlık duygusu yaratan yazarları seviyorum. Siz de kendinizi öyle mi hissediyorsunuz? Daha çok öyle insanları yazdığımı söyleyebilirim. Belki de kendimi yazıyorum. Oğuz Atay da çıkışsızlıkla ilgili bir adam. Onun çıkışsızlık yaşayan tipleri, daha çok aydınlar, küçük burjuvalar, yani Tutunamayanlar'da anlattıkları... Bense daha ziyade tutunma şansı bile olmayanları, yok sayılanları anlatıyorum. Tutunma şansı olmayanlar neden bu kadar çok ilginizi çekiyor? Dünya onların dünyası çünkü. O kadar çoklar ki... Çokuz yani... Neden tutunamayanlardan bahsederken sürekli "biz" diyorsunuz? Onlarla duygudaşlık kuruyor olabilirim. Onları yazıyorum ben. İçinde o insanlardan bir şeyler olmadan onları yazmak pek mümkün değil. Daha çok yaşadığın gibi düşünürsün, yaşadığın gibi de yazarsın. İyi yazarlık sizce nedir? Kendinden uzaklaşıp kendini anlatmaktan vazgeçtiğin anda iyi bir yazar olabiliyorsun. Bunu yapabildiğim öyküler var, ancak ne yazık ki yapamadıklarım da var. Bir yazıyı okuduktan sonra onun iyi bir yazı olduğuna düşünerek mi karar verirsiniz yoksa hislerinizle mi? Bence iyi bir öykü, anlatmaktan ziyade hissettirir. Çünkü boşlukludur, sürekli bir tamamlanmamışlık hissi vardır. Karakalem resimde siyah çizgilerin ve beyaz boşlukların bir bütünlük oluşturması gibi bir şey vardır öyküde de. Hikâyede anlatmaya çalışmazsın, çünkü anlatmaya çalışırsan çuvallayabilirsin. O yüzden hissettiren hikâyeler daha iyi gibi geliyor bana. Edebiyatta kesinlikle duygu daha önemlidir. Yazar hikâyesinin konusunu düşünerek bulur, peki sizce yazar hikâyesini düşünerek mi yazar, yoksa bir noktadan sonra düşünceleriyle kurduğu bağlantının koptuğunu hissettiği olur mu? Hikâyenin kendi içinde bir dinamiği vardır. İş, atın dizginlerini tutabilmekle başlıyor sanırım. Daha öykünün kendi dinamiği devreye giriyor ve kendi kendini götürüyor. Aslında yazar kendini hikâyeye teslim etmek zorundadır. Arada bir sağını solunu düzeltirsin, kurgusunu gözden geçirirsin ama hikâyenin kurgusuna saygı duyman gerekir bunu yaparken. Bence hikâyede en önemli şey, kurgudur. Hikâyeyi götüren her şeyden önce kurgudur çünkü. Çok açık, çok net yazıyorsunuz. Söylemek istediklerinizi okuyucunun anlamasına müsaade etmiyor... Bu bir tercih değil. Aslına bakarsanız rahat, fikirlerini sertlikle ortaya koyan bir adam değilimdir. Belki yazarken bu yanım ortaya çıkıyor. Türkan Şoray'ın oynadığı karakterler gibi: Çok utangaç ama aynı zamanda çok şuh da olabilir ya... Öyle biri olmak istiyorum herhalde ama olamıyorum. Siz çok fazla karakter yaratıyorsunuz ve bunları kimi zaman bilinç akışı tekniğini kullanarak anlattığınız oluyor. Kendi düşüncelerinizin karakterlerinizin düşüncelerine karışmasından, onlara belli bir mesafede duramamaktan korkuyor musunuz? En çok sıkıntı çektiğim konulardan biri bu. Orada bir sınır çizemezsem, kötü bir şey olacağını biliyorum. O noktada tedirgin ve rahatsızımdır. Ama hepsinin ipini ayrı ayrı tutabiliyorum. Bu, insanları çok fazla gözlemlemekle ilgili bir şey sanırım. Çocukken bir kamera objektifinden ibaretmiş gibi hissederdim kendimi. Sürekli bir şeyleri filme çekme halindeydim. Sonra, "ben" diye bir şey olduğunu fark edince çok rahatsızlık çektim. "Nasıl ben diye bir şey mi var? Her şey bir film değil miydi?" Hâlâ insanlara ısrarla bakıyor musunuz? Birilerine ısrarla bakma huyum yüzünden dayak yemekten zor kurtulduğum çok zaman olmuştur. Vapurda mesela, birinden "Ne var, ne bakıyorsun?" sözlerini çok duymuşumdur. "Özür dilerim, gözüm daldı" diyorum o zamanlarda. Siz birilerini böyle seyrederken birilerinin de sizi aynı dikkatle seyrebileceğini düşünüyor olmalısınız. Bu rahatsızlık verici değil mi? Benim kadar bakana hiç rastlamadım. Kızarırdım belki. Bakarken hep hikâyesini düşünürüm, "Bu adam ne iş yapıyor, bu kadın evde nasıl sevişiyor?" Bunlardan bazıları; bir an, bir mimik, bir hareket, bilinçaltıma bir kıymık gibi batıyor ve yazarken çıkıyor ortaya, o zaman ipliğin ucunu yakalayıp oradan bir şey yaratabiliyorum. Herkesin hikâyesini birbirine karıştırdığım duygusu var bende. Belki de bu yüzden çok karakter yaratıyorum. Sadece kadın karakterlerde başarısız olduğumu düşünüyorum. Neden? Tanımıyorum kadınları çünkü. Anlamıyorum onları. Hayatınıza çok kadın girmediği sonucu çıkıyor bundan? Çok olmadı. Birkaç sevgilim olmuştu. Ama çok anlamıyorum kadınlardan. Hâlâ mı? Evet, hâlâ. Genellikle kadınlar hakkında yazmamayı tercih ederim, karakterlerim daha çok erkektir. Yazarlık ne demek sizce? Ben yazar değilim. Olmak da istemiyorum, ben bir şey olmak istemiyorum, daha doğrusu "hiçbir şey" olmak istiyorum. "Hiçbir şey" olmak isteyen biri yazı yazar mı? Yazı yazmak sizin "hiçbir" şey olmanızı engellemeyecek mi? Anlamsız geliyor bu bana. Bir şey olmak istemiyorum. Biraz daha samimi bir hayat yaşamak istiyorum ve yazmak da samimi geliyor bana. Siz ölüp bedenen yok olsanız da yazdıklarınız geride kalacak. Bu yüzden "hiçbir şey" olma şansınız yok... "Hiçbir şey" lafı uyumsuzlukla ilgili... Yazarlık, edebiyatçılık, bunların verdiği kartvizit, statü, farklılık; bunlar benim rahatsız olduğum, hoşuma gitmeyen şeyler. O yüzden söyleşi yapamıyorum, edebiyat günlerine çıkamıyorum. Arkamdan koşturan yok tabii... Ama daha çok köşemde oturup yazıp sonra da hayata karışmak istiyorum. Siz geçiminizi memurluk yaparak sağlıyorsunuz. Her gün sekiz saat mesaiye rağmen nasıl bu kadar üretken olabiliyorsunuz? Çalışıyor olmak yazmamı zorlaştıran bir şey değil. Aslında belki de kolaylaştırıyor, çünkü işe tahammül etmek için yazıyorum bazen. Öğle tatilimde bir saat vaktim varken yazıyorum ama çok boş vakti olan bir adam olsam belki de bu kadar çok yazmazdım. Mesai saatleri boyunca gayet ciddi, kesin bir adamken akşam eve dönüp de yazmaya başlamak zor değil mi? Farklı değil mi iki ruh hali birbirinden? Bu yaşamla başa çıkamayacağımı düşünüyorum. Başa çıkamadığında ne yaparsın? Kaçak dövüşürsün, en uygun yerde gider vurursun, yeri geldiğinde sinersin, susarsın, saklanırsın, bunu bir oyuna dönüştürdüm ben de. Sekiz saat bir yerde çalışıyorum ve o yüke tahammül edebilmek için, onun beni yenmesini engellemek için saat beş buçuk olunca her şeyi orada bırakıp oturup yazabiliyorum. Kendimi yenilemek, yeniden doğurmak için. Her şeyi bırakıp sadece yazarak yaşamak istediğiniz olmadı mı? İsterdim, hem de çok isterdim. Ama bu cesaretle ilgili bir şey, ben bu konuda çok cesur değilim sanırım. Sadece yazarlık yaparak yaşayabilmek için çok büyük acılar çeken birçok yazar var. Dostoyevski, bunun için büyük borçların altında ezildi, Henry Miller karısının fahişelik yapmasına bile katlandı. Bazı tercihlerinizin sonuçları sadece sizi değil etrafınızdakileri de ilgilendiriyor. Neden eşimi öyle bir hayata mahkum edeyim? O evi geçindirmeye çalışırken benim "Ben romancı olacağım" deyip evde oturmak bana yanlış geliyor. Siz iyi bir yazarsınız. Sadece yazı yazarak yaşayabileceğiniz bir ortam bulamadığınız için bu topluma kızdığınız olmuyor mu? Topluma değil, kendime öfkeleniyorum bunun için. Çünkü bu benim tercihim. Deliler arasında bir çocukluk Hikâyelerinizde çok fazla deli var. Delilerle ilişkiniz nasıl? Çocukluğum delilerin arasında geçti. Küçük bir kasabada büyüdüm. Babam esnaftı, delileri çok sever ve onların istediklerini hep yapardı. Annem evde onlara yemek yedirirdi. Yukarı mahallede dayak yerken "Vay bu Ergün Abi'nin oğlu" diye beni kurtardıklarını bile bilirim. Karakterlerinizin yaptıklarını yargılamadan anlatıyorsunuz. İyilik ve kötülükle ilgili tanımlarınız var mı? İyilikle kötülük çok içiçe geçmiş durumda. O yüzden, bu kavramların mutlaklaştırılmasıyla ilgili sıkıntılarım var. İyilik kavramına çok takılıp da bu kavramın dışında kalan birini kötü olarak tanımlamak yanlış geliyor bana. Burada bir ikiyüzlülük var. Belki de bunu anlatabilmek için iyi ile kötünün içiçe geçtiği kahramanlar yaratıyorum. İnsanlar, sizi kullandığınız cinselliğin dozu ya da kitaplarınızda işlediğiniz ensest ilişkiler nedeniyle eleştiriyor. Bu tür şeyler yok sayılıyor çünkü. Ama aslında bu var ve çok da yakın bize. Bu, daha önce bahsettiğim o ikiyüzlülüğümüzle ilgili. Tüm bunlarla yanyana yaşıyoruz ve bunları yok sayarken faillerden biri de biz oluyoruz. Bir de bu fazlasıyla insana dair bir konu.