Taşgetiren 'Cirane olayı'nı yazdı: Ensarın gençleri, muhacirlere fazla ganimet verince Hz. Muhammed'e itiraz etmişti

Taşgetiren 'Cirane olayı'nı yazdı: Ensarın gençleri, muhacirlere fazla ganimet verince Hz. Muhammed'e itiraz etmişti

Karar yazarı Ahmet Taşgetiren ülkeleri Suriye'den iç savaş nedeniyle Türkiye'ye gelen kişiler için Türkiye hükûmetinin uygulamalarını değerlendiren bir yazı kaleme aldı. Taşgetiren hükümet kanadından sıklıkla dile getirilen "Muhacir - ensar" söyleminin detaylarına aktarırken o dönem meydana gelen "Cirane olayı"nı da anlattı. Taşgetiren'in anlattığı göre Huneyn Savaşı’ndan sonra ganimet dağıtımının gerçekleştiği Cirane’de dramatik anlar yaşandı. Hz. Muhammed ganimeti dağıtırken muhacirlere daha fazla pay verdi. Bunun üzerine ensarın gençleri Hz. Muhammed'e itiraz etti. 

O dönem itiraz edenlerden bazıları "Hz. Muhammed'in hemşerilerini koruduğunu" bile söyledi. Taşgetiren bu sözler üzerine "Hazreti Peygamber çok üzüldü" iddiasını yazarken Hz. Muhammed'in ensara şunları söylediğini kaydetti:

“Fazla mal verdiklerim onu alıp gidecekler, ben sizinle kalacağım. Ben size yetmiyor muyum?”

Taşgetiren'in "Cirane olayı" başlığıyla yayımlanan yazısı aynen şöyle:

"Suriyeli mülteciler” söz konusu olduğunda sokaktaki insanın kültürüne de giren “Muhacir – Ensar” vakıası, tarihte eşine az rastlanan bir olaydır.  Baskılar sonucu Hazreti Peygamber’in peşinden Mekke’den Medine’ye sığınan Müslümanlar “Muhacir” olarak anıldı, onlara kucak açan insanlara ise “yardım edenler”anlamına “Ensar” dendi.

Bu ilişkinin gerçekten muhteşem insanlık örnekleri oldu. Hazreti Peygamber iki topluluk arasında “Muâhât – Kardeşleşme” gerçekleştirdi. Ensar kardeş, Muhacir kardeşe her şeyini sundu.

Ancak bu ilişkinin zor zamanları da oldu. Huneyn Savaşı’ndan sonra ganimet dağıtımının gerçekleştiği Cirane’de gerçekten dramatik anlar yaşandı. Hazreti Peygamber ganimetleri dağıtırken, “müellefe-i kulub – kalbleri İslam’a ısındırılacak olanlar” kapsamında Muhacirlerden bir kısmına fazla miktarda pay ayırdı. Buna Ensar’ın gençlerinden itiraz oldu. Hatta, kimilerinden Hazret-i Peygamber’in hemşerilerini koruduğu gibi sözler çıktı. Hazreti Peygamber çok üzüldü. Ensarı topladı. Onlara “Fazla mal verdiklerim onu alıp gidecekler, ben sizinle kalacağım. Ben size yetmiyor muyum?” dedi. Ensar’ın büyükleri çok üzüldü, yapılandan dolayı özür diledi.

***

Ensar, Muhacir, Ganimetin dağıtılması sorunu ve Hazreti Peygamber’in hukukunu ortaya koyması ile sakinleşme…

Niye hatırladık bunu? Bu tür işlerin ne kadar zor olduğunu ifade etmek için…

***

4 milyon Suriyeli mülteciyi içine almak ve Müslüman bir ülkenin Ensar - Muhacir hafızası içinde hazmetmek… Tayyip Erdoğan’ın İslam kültür birikimi ile yürüttüğü iletişim dilinin bu işi kolaylaştırması.

Ama gel – gör ki, kan birliği içindeki iki kardeş ailenin bile uzun süre iç içeliğinde yaşanacak sorunun 4 milyon insanın birlikteliğinde yaşanmaması mümkün değil. “Konuk olan”ın her yaptığının göze batması, bu işin psikolojik zemininde ortaya çıkması kaçınılmaz durumlardan. 

Türkiye çok şey yaptı, gerçekten gerek devlet gerek sivil toplum kuruluşları olarak mültecilerle ilişkinin niteliği tam bir “bağrına basma” halidir. Ama ne Suriye’den gelenler tek tiptir ne de Türkiye’de onlarla münasebeti olanlar… Ailede problem çıkıyor, İslam ne kadar ortak payda olursa olsun, farklı kültür ikliminden gelen ve yurdunu yuvasını terkedip geldiği yerde “Tutunma çabası”nda olanlarla yerleşikler arasında problem çıkmaması mümkün değildir. Hele Cirane’dekine benzer “paylaşım” sorunları da ortaya çıkmışsa…

Sorun potansiyel nitelikte vardı, sonra sonra ete-kemiğe büründü. Siyasi sonuçlar da doğurunca İktidar – Devlet ne denirse, yeni bir noktaya geldi: Bu işi bir düzene koyalım.

“Yeni düzen”in ipuçlarını görmeye başladık:

-Arapça tabelaların Latinize edilmesi. Bu, Suriyelilerin yoğun olduğu sokakların “Suriye sokağı”na dönüştüğü algısından duyulan rahatsızlığın tepkisi idi. Tabelaların değişimi başladı. Her tür yabancı dildeki tabelalar varlığını korurken bu uygulama biraz absürd gözükse de gene de “Suriyeli mülteci”ye tepkiyi absorbe etme noktasında “zevahiri kurtarma” niteliğinde bir davranış oldu.

-Suriye’ye geri gönderme. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklaması: “Geçen sene 56 bin kaçak göçmeni sınır dışı ettik. Bu yıl itibariyle de ortalama 80 bin kişi sınır dışı edilecek.” 

-Seyahat kısıtlaması: İstanbul Valiliği, İstanbul ilinde kaydı olmayan (diğer illere kayıtlı) Suriye uyruklu yabancılara, kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verildiğini açıkladı. Açıklamaya göre “otogar, gar, havalimanları ve tüm ulaşım vasıtalarında, ‘Yol İzin Belgesi’ kontrolleri sürekli olarak yapılacak, geçerli belgesi olmayan geçici koruma kapsamındaki Suriyeli misafirler, kayıtlı olduğu illere geri gönderilecek.”

Türkiye, bir dönem “Mültecilere kucak açan ülke” oldu. Hakikaten, dünyada hiçbir ülkenin göğüsleyemeyeceği bir yükü sırtlandı. Dünyaya “insanlık dersi” verdi.

Ama bu sürecin sorun biriktirmesi kaçınılmazdı, şimdi o günlere geldik.

Yukarda sayılan uygulamalardan gerek “Geri gönderme” gerekse “Seyahat kısıtlaması” diye ifade ettiğim ama gerçekte çok daha kapsamlı bir “ikamete mecburiyet”, ciddi problemlere yol açacak ve global medyaya yansıdığı ölçüde Türkiye’nin imajını yaralayacak gibi görünüyor. Kaldı ki global medyaya yansımama ihtimali de mümkün değil. Çünkü bunların tamamı “Dramatik aile görüntüleri” görüntüleri ortaya çıkaracak nitelikte işler. Ayrıca diyelim Gaziantep’te iş yapan bir Suriyeli’nin İstanbul’daki iş bağlantısını sürdürmesi ikamet mecburiyeti ile nasıl bağdaştırılacak, sorusunun cevabı ne? Bu tür soruları Suriyeli sayısınca çoğaltmak mümkün. Hassas, çok hassas bir noktadayız, diyerek bitireyim yazıyı.