Tayfun Atay: Dilek Dündar'ın başına gelenler Saddam Hüseyin'i hatırlattı

Tayfun Atay: Dilek Dündar'ın başına gelenler Saddam Hüseyin'i hatırlattı

Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay, gazetenin eski Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar'ın eşi Dilek Dündar'ın pasaportuna havalimanında el konmasıyla ilgili olarak "Benim aklıma hemen gelense çok daha yakın zaman ve yerden bir örnek olarakSaddam Hüseyin Irak’ı oldu" dedi.

T24 yazarı Hasan Cemal'i arayan Dilek Dündar pasaportuna el konarak havalimanında rehine tutulduğunu söylemiş, yurt dışına çıkış yasağı konduğu söylenen Dündar valizlerini almak üzere bir süre beklemişti.

Tayfun Atay'ın "Saddam’dan Humeyni’ye, Dilek’in çağrıştırdıkları" başlığıyla yayımlanan (5 Eylül 2016) yazısı şöyle:

Dilek Dündar’ın başına gelenler, yani havalimanı çıkışında pasaportuna el konulup kocası sebebiyle “rehin” durumuna düşürülmesi, kimilerine Nazi Almanya’sını, kimilerine de Stalin dönemi Sovyet- Rusya’sını çağrıştırdı.  Benim aklıma hemen gelense çok daha yakın zaman ve yerden bir örnek olarakSaddam Hüseyin Irak’ı oldu. Londra’da bulunduğum Birinci Körfez Savaşı (1990-91) yıllarında Saddam rejiminin nasıl işlediğine ilişkin izlediğim bir televizyon programında Irak’ın yurtdışı temsilcilikleriyle ilgili çarpıcı, şaşırtıcı bir bilgi vardı. Belirtildiğine göre, yabancı ülkelerde görevlendirilmiş Irak büyükelçilerinin eş ve çocuklarını yanlarında götürmeleri mümkün değildi. Yani büyükelçiler, “sap gibi”, ailelerinden mahrum bir hayat sürdürmek durumunda kalıyorlarmış atandıkları yabancı memleketlerde...  Nasıl olur, neden böyle dendiğinde, o aralar kendilerini yavaştan ve yüzünü-gözünü çok açık etmeden dışa vuran sürgündeki Irak muhalefeti sözcüleri şöyle açıklıyordu:  “Çünkü Saddam’ın kimseye güveni yok ve yurtdışına gönderdiği elçilerin de kafasının bir yerinde Irak’tan da, kendisinden de kurtulma arzusunun yattığını bilir, düşünür, hisseder. O yüzden yurtdışına gönderdiği diplomatların çoluğuçocuğuBağdat’ta ‘rehin’dir.”

***

“Saddam”, etnik ve dinsel açıdan pare pare bir coğrafyada İngiliz güdümünden çıkışla (1958) başlayıp epey sürmüş siyasi kaosu, toplumun farklı kesimlerini kendisinden “korku”da mutabık kılarak(!) ülkeyi istikrara kavuşturmanın adıydı. O, bir “korku cumhuriyeti” kurdu.  “Korku”yu Saddam Hüseyin kültünün “çimento”su olarak öne çıkarıp çalışmasına başlık yapmış Samir Al-Khalil müstear adlı Kanan Makiya’nın kitabı, “Republic of Fear” (1989) o Londra yıllarımda elimin altındaydı. Fakat şimdi de öyle olacağını hiç tahmin edemezdim! Ülkemde yaşananlar, onu benim için yine bir başucu kitabı yaptı!..

***

On yıl kadar fiilen ama perde gerisinde Irak’ın gidişatını belirledikten sonra 1979’da resmen iktidar olduğunda Saddam, “korkunun dağları beklemesi”nde en büyük yardımı da İran’la 8 yıllık savaştan görmüştür.  Saddam gibi Humeyni de iktidara 1979’da geldi. Hemen sonra Körfez Savaşı başladı (1980). Savaş, iki anti-demokratik rejimin konsolidasyonunda da “nimet”ti.  Saddam’ın “laik” otokrasisi de, Humeyni’nin teokratik totaliteryanizmi de sancılı başlangıçlarını İran-Irak Savaşı ile kalıcı istikrara kavuşturdular. 1-1.5 milyon insanın hayatını kaybettiği savaştan iktidarlarını pekiştirip, muhalefeti topyekûn ezip “tek-adam”laşma yolunda yararlandılar.

***

1988’de biten savaş, onlar için bir “son”u da ortaklaşmaya yol açtı denilebilir. Humeyni çok geçmeden mevta oldu (1989) ve onun ardından İran, “post-İslâmizm”de denen ve siyasi plânda İslâmcılığın hayli “tavsadığı” bir döneme doğru yelken açtı.  Saddam ise iktidarını sürekli kılmada sorun oluşturabilecek “savaş-boşluğu”nu giderme yolunda 1990’da Kuveyt’e saldırdığında sonun başlangıcına geldi. Ardından hep beraber, bitmiş bir Saddam’ın uzun ölümüne şahit olduk.

***

Kıssadan hisse, “Ortadoğu kazanı”na daldıysanız yolunuzun (ister etnik, ister dinsel vurgulu) otoriter ya da totaliter güzergâhlara uğraması kaçınılmaz.  Onca yıllık, düşe-kalka, ileri-geri, sancılı, ama yabana da atılmayacak laiklik ve demokrasi deneyimini harcama pahasına hem de...  İçeride insanlarınıza kutuplaşmış ve çatışmacı bir toplumsallığı reva görerek; onları bundan doğan “korku”da size razı ederek; ama kendinizden başka herkesten de korkup kimseye güvenmeyen bir “para-militer” politik tercihe sığınarak...  Dışarıda da cehenneme dönmüş topraklara gözü-kara dalıp size yönelik zaten mevcut tehditleri bire on katlayacak hamlelerle insanlarınızın gözünde “savaş-hali”ni kahredici şekilde olağanlaştıran militarist politikalara savrularak...  Bunlar, iktidarı tek elde tutabilmenin koşulları.  Sizden farklı, size muhalif, sizi eleştiren herkes düşmanlaştırılıp, hainleştirilip, şeytanlaştırılıp, teröristleştirilip, enterne edilip bir de pasaportsuzlaştırıldığında yolunuz açıktır ancak!..

***

Dilek’in başına gelenler bana bunları çağrıştırdı da...  Bunlar size ne çağrıştırır, bilmem.