Tayfun Atay: ‘En doğru, en hakiki tarikat' hangisi?

 Tayfun Atay: ‘En doğru, en hakiki tarikat' hangisi?

Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay köşesinde  Tarikat neye denir, cemaat neye” sorusunu gündeme getirdi. Atay yazısında Adnan Oktar olayının bahane edilerek  “dinbaz iktidarın organik münevverleri”nin öne sürüldüğünü,  din adına çürümenin, yozlaşmanın, bozulmanın tek sorumlusu olarak bu çevrelerin günah keçisi yapıldığını vurguladı.

'Yeni Türkiye'nin  'eski' tarikat-cemaat anlayışı 

İktidarın “Eski Türkiye”nin iktidar odakları gibi tarikat-cemaatlerin tasfiyesi yolunda adım attığını kaydeden yazar,   “Yeni Türkiye”de bozulmanın kısmî değil, bütün olarak tepeden tırnağa vuku bulduğunu gördüklerini, görseler de dillendirmekte zorlandıklarını yazdı. Atay, tarikat-cemaatler için iktidar nezdinde gelinen noktanın  Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Atatürk öncülüğünde ortaya konulmuş iradeyle benzerlik arz ettiğine dikkat çekti.  Yazısında Atatürk’ün sözüne yer veren Atay, "Belki son cümleye küçük bir şerh düşüp, “Tayyibîlik en doğru ve hakiki tarikattır” diyebilirler! " dedi. 

Cumhuriyet yazarı Atay'ın "En doğru, en hakiki tarikat’ hangisi?" başlığıyla bugün (25.07.2018) yayımlanan yazısı şöyle: 

"Şu ara tarikat-cemaatler bir kez daha ülke gündeminde. “Bir kez daha” diyorum, çünkü kendimi bildim bileli tarikat-cemaatler, bir medya gündemi olarak periyodik şekilde hep karşımızda oldu. Kendimi bildim bileli bu medyatik gündemde hep “Tarikat neye denir, cemaat neye” sorusunun cevabı tartışıldı ve bir türlü bulunamadı aslında çok basit bu cevap ki hâlâ da tartışılıyor… Kendimi bildim bileli, televizyonların “tartışma-şov”larında bu soruyu soran program moderatörleri yüzleri eskiyerek değiştiler, onların yerlerine yenileri geldi, ama bu soru yine de değişmedi. 

Kendimi bildim bileli birileri hep “İslam’da şeyhlik, dervişlik yok, Peygamber efendimiz zamanında tarikat mı vardı” diyegeldi; birileri de tasavvufun faziletlerinden, tarikatların “irfan yuvaları” olduğundan dem vurup bazı kötü niyetlilerin onları çirkin emellerine alet ederek insanları sömürdüğünü, aslolanın “doğru” tarikatı bilmek ve bulmak olduğunu söyledi durdu.

***

Onca yıldır bunlar değişmedi de eğer varsa bir değişme, o da şu: Düne kadar “Kemalist rejim”i tarikatları kapatmakla, şeyhlerin-mürşitlerin faaliyetlerini yasaklamakla suçlayıp kendi dinbaz devri iktidarlarında bunların önünü ha bire açmış olanların şimdi tam da şikâyetçi oldukları o “Eski Türkiye”nin iktidar odakları gibi tarikat-cemaatlerin tasfiyesi yolunda adım atmaları… Bu yolda kamuoyu oluşturma, bilinç inşa etme operasyonlarına medyada bir dizi yandaş amigoyu kullanarak başlamış olmaları…  Ekranda, daha doğrusu “iktidar ekranları”nda tarikatlar-cemaatler üzerine “ilimli” ya da “alaylı” bir dolu ağızdan söylenenlere, yapılan yorumlara bakıyorum, neredeyse başvurmadıkları bir tek Atatürk’ün şu meşhur sözü kalmış durumda:  “Efendiler ve ey millet, biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”  Belki son cümleye küçük bir şerh düşüp, “Tayyibîlik en doğru ve hakiki tarikattır” diyebilirler! Ama onun ötesinde tarikat-cemaatler için bugün iktidar nezdinde gelinen nokta, üç aşağı beş yukarı Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Atatürk öncülüğünde ortaya konulmuş iradeye benzerlik arz ediyor.  Gel gelelim bugün memlekette tarikatların da cemaatlerin de artık sabırları taşırdığını özellikle şu son Adnan Oktar olayını bahane ederek öne süren “dinbaz iktidarın organik münevverleri”, memlekette din adına çürümenin, yozlaşmanın, bozulmanın tek sorumlusu olarak bu çevreleri günah keçisi yapan bir söylem tutturmuş gidiyorlar.

***

Cumhuriyet’in kurucu iradesi tarikatları kapattığında dönemin en önde gelen bir “tarikat ehli” ismi, Nakşi meşâyihten Abdülhakim Arvasi, “Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı” demişti. Demişti, ama bu sözü sadece tekke-tarikatlarla sınırlı bir “dinde bozulma”yı işaret edermiş gibi yorumlamamak gerekir.  Çünkü Osmanlı’da “kendini kapatmış” olan, sadece tarikatlar değildi. Medreseler de bozulmuştu. “İlmiye sınıfı” ve Şeyhülislamlık da çözülmüştü. “İrade-i seniye” de (saltanat), “cenâb-ı hilâfet-penâhî” de (halifelik) kurumsal bakımdan tükenmiş, “kendini kapatmıştı”.  Yeni kurulmuş Cumhuriyet rejiminin, sistemik ve kurumsal çerçevede önceki sosyo-politik yapıdan kendince ve elbette toplumsal bakımdan sarsıcı sonuçlara da yol açarak “radikal bir arınma” seçeneğine yönelmiş olmasının da bir gerekçesidir bu.

***

Bir toplumsal zeminde hiçbir zaman bozulma, raydan çıkma, yozlaşma ve benzeri olumsuz dinamikler sadece tek boyutta, kurumda, zümrede karşımıza çıkmaz. Bu dün böyleydi, bugün de böyle.  Fethullahçılar’da da, Adnan Hocacılar’da da, belli ki ardından gelecek, getirilecek bir dizi cemaat-tarikat oluşumunda da çürüme, bozulma, istismar, fitne-fücur tespit etme cehdinde yarışan “mütefekkir” zevat, din söz konusu olduğunda “Yeni Türkiye”lerinde bozulmanın kısmî değil tekmil, yani bütün olarak tepeden tırnağa vuku bulduğunu görmekte, görseler de dillendirmekte zorlanıyorlar.  Elbette, balığın baştan koktuğunu da ne söyleyebiliyorlar, muhtemelen ne de düşünmeye cesaret edebiliyorlar."