Özel üniversitelerin tercih edilmek adına aylar öncesinden başlattığı kampanyalar sürerken, üniversiteye girecek öğrenciler için tercih maratonu yarın başlıyor. Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay 'gönüllü seferberlik sergiliyor havasındalar' diye tanımladığı özel üniversiteler için, “Geeel vatandaş gel, çift ana dala, Erasmus’a, staj imkânına, akreditasyona, yüzde 50 bursa gel” çığırtkanlığı, kubbede bir boş seda olarak kalıyor" vurgusu yaptı. Atay, "Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada. Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir 'üniversite sektörü' var ortada..." diye yazdı.
Yazar, "İnanıyor musunuz?.. Yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye?!.. Gençlerin hatırı sayılır bir kesiminin o ya da bu üniversiteye burslu dahi olsa kayıt yaptırmayı reddedip tekrar sınava hazırlanma hedefine yönelmesinden biliyoruz. Yani papaz pilav yemiyor!.. " dedi.
Atay'ın "Üniversite pazarı" başlığıyla (06 Ağustos 2018) yayımlanan yazısı şöyle:
"Eskiden üniversite sınav dönemi, sınavın stresini liseden itibaren yaşamaya başlayan öğrenciler ve onların velileri için öncesiyle sonrasıyla telaşlı, heyecanlı bir süreci beraberinde getirirdi. Artık öyle değil. Sınava giren öğrencilerden de çocuklarını sınav kapılarında bekleyen, sonrasındaki gelişmeleri onlarla aynı heyecanla yaşayan anne-babalardan da daha büyük bir stresle, içleri pır pır, “Allahım n’olcak, sen hayırlısını bol bolamaç ver” diyerek bu dönemi geçiren bir kesim daha var. Popüler deyişle “özel üniversiteler”, daha formel deyişle, yüksek öğrenimin paralı olduğu vakıf üniversiteleri bunlar.
Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık billboardlarda araba, ayakkabı, çorap, eşarp, parfüm, kozmetik, film, dizi, bikini afişlerinin yerini falanca filanca üniversitenin “Gel vatandaş gel” nev’inden renkli, albenili tanıtımları alıyor. Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık gazete sayfalarında da boy boy, çarşaf çarşaf ve art arda “seç beğen al” nev’inden kendilerini anlata anlata bitiremeyen falanca filanca üniversite ilanlarından geçilmiyor. Ve üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık televizyon ekranlarında da hareketli mi hareketli, kıpır mı kıpır, fıkır mı fıkır, lafın belini kırmacasına mı kırmacasına ve baş döndürücü tempoda art arda falanca filanca üniversite tanıtım programlarından, daha doğrusu “program paketleri”nden geçilmiyor.
Ne billboardlarda ne gazetelerde ne de ekranlarda tabii ki hiç kimse “malım kötü” demiyor. Şu ara sık sık trafikte o televizyon yayınlarının radyodan sürümlerini dinliyorum. Her gün bir başka üniversitenin yetkilisi konuşuyor da konuşuyor. Lâkin dinlerken bir tuhaf oluyorum, kafam karışıyor. “Yahu ben bunu dün de evvelsi gün de dinlemedim mi” diye soruyorum kendime: “Bizde bol miktarda çift ana dal imkânı var. O yoksa yan dal var.” “İş dünyasıyla içli dışlıyız, şahane mi şahane staj imkânlarımız var, diplomasını alanın işi hazır!” “Dünyanın en önde gelen üniversiteleriyle anlaştık; öğrenci/hoca değiş tokuşumuz var; burada başla, git, dünyanın öbür ucunda bitir üniversiteyi!..” “Erasmus, Erasmus; Erasmus!” “Akrediteyiz, akrediteyiz, akrediteyiz!” “Yüzde 25 burs, yüzde 30 burs, yüzde 50 burs, yüzde 100, yüzde 200, yüzde bin 500 burs!..”
Hepsinin ağzında aynı terane.
Ve hepsi memleketin, toplumun, gençlerin üniversite ihtiyacını karşılamak, nüfus artışıyla giderek büyüyen yüksek öğrenim sorununun üstesinden gelmek için kolları sıvamış, kamu yararına gönüllü seferberlik sergiliyor havasındalar. İnanıyor musunuz?.. Yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye?!.. Önceki yıllarda kimsenin inanmadığını, tercih dönemi sonrası koca bir kara delik gibi açık kalan kontenjanlardan ve gençlerin hatırı sayılır bir kesiminin o ya da bu üniversiteye burslu dahi olsa kayıt yaptırmayı reddedip tekrar sınava hazırlanma hedefine yönelmesinden biliyoruz. Yani papaz pilav yemiyor!.. “Geeel vatandaş gel, çift ana dala, Erasmus’a, staj imkânına, akreditasyona, yüzde 50 bursa gel” çığırtkanlığı, kubbede bir boş seda olarak kalıyor.
Olan gayet açık: Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada. Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle; bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada. Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada...
“Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!.. “Eğitim-öğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz. Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “-mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz. Üniversitenin eğitsel değil endüstriyel öncelikli işlerlik kazandığı bir tekno-ekonomik düzenin kaçınılmaz sonucu bu. İnsanlığın değil, sadece ve sadece teknolojinin durmaksızın geliştiği, büyük iletişim/eğitim bilimci Neil Postman’ın niteliğini “Teknopoli” olarak netleştirdiği bugünün dünyasında... “Bilgi endüstrisi”nin; yani bilginin (daha doğrusu “enformasyon”un) bir seri üretim sürecinde ha bire sunulması sonucu bilgi nasıl ihtiyaç olmaktan çıkıp “atık” haline geldiyse... Bir “üniversite endüstrisi”nden söz eder olduğumuz şu “hali pürmelal” içinde üniversitenin de ihtiyaç olmaktan çıkıp atık haline gelmek üzere olduğu bir noktaya hızla ilerliyoruz. Daha yazacak çok şey var; hele şu tercihler bir belli olsun bakalım!."