'Tedirgin edilmeden yazmak' dışında ritüeli yok

Parasız Yatılı’yı okumayanınız var mı? Peki ya ‘Benim Sinemalarım’ı izlemeyeniniz? Füruzan’ı tanımayanınız? Onun hikâyeleri sadece bize değil, çevrildiği İtalyancadan Fransızcaya, İngilizceden Japoncaya ve İspanyolcaya kadar pek çok dilden ulaştı okuyucusuna. 1-9 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur konuğu Füruzan, aynı zamanda iki panelle de okuyucusuyla buluşacak. Tabii önce bizimle buluştu. İşte Füruzan’ın yazın serüveni... İlk kitabınız ‘Parasız Yatılı’yla başlayalım. Nasıl bir hikâyesi var Füruzan’ın yazın hayatına başlamasının? Yazarlığın başlangıcı hangi noktada oldu? Belki çok küçük yaşta, tüm çocuklar gibi her gördüğüne, içine katıldığı dünyaya -nerede hangi koşullarda, hangi ailede doğduysa- ilgiyle, şaşkınlıkla, öğrenme çabasıyla doğrultulu olabilir. Bilme, görme, ad koyma, onun küçük varlığının doğduğu coğrafyaya yönelik merak katsayısı ne ölçüde yüksekse... Bence çocuklar meraklıdır, görüş açısını genişletir, görsel algısının üst üste binen resimleriyle onun dünyası çoğalır, renklenir. Sıra tüm bu biriktirdiklerinin söze geçmesine gelecektir, sözcükleri, daha o gizemli işaretleri, rakamları, harfleri bilmez... Çocuk eğitimcilerinin (psikologlar, psikiyatrlar, pedagoglar) son yıllardaki en çarpıcı vurgusu şu: Sıfır-beş yaş dönemi önemlidir, her şey orada başlıyor. İşte konuya bu değerlendirmeden bakıyorum. Tanımlamaya çalıştığım da tam o sınırdaki beş yaş. Sözcükleri öğrenme katmanlı bir aşama, ardından ilk özel görme belgelerini doğmadan çok çok önce takılmış adlarıyla yeniden görmek. Görmek, işte bu geçmiş insanı, hayatındaki toplama önce ait kılınma, ehlileştirme sürecidir. Sözcüklerle nesneler arasında bağlantılandırma ise olağanüstü bir serüvendir. Bu başladığında, çocukların çoğunluğu anlatıcı konumuna geçer, kendine özgü bir yol alır. Bu, bence sözlü edebiyatın en şaşırtıcı ilk adımıdır. Kimi zaman çevresini saran nesnelere ve öteki canlılara adları kendi de takabilir, elbette büyükler ikide bir tatlı sert yol göstericiliklerini ortaya koymazlarsa... Ben ilkokulu evimize yakın okullarda okudum. Ders bitimi eve döndüğümde, o 10 dakikalık yolda neler neler olmazdı ki ve ben bunları annem evdeyse peşine takılıp coşkulu bir gevezelikle anlatmaya girişirdim. Annem arada bana bakıp, “Nereden çıkarıyorsun bunları, iki adım yolda bunca şey her gün nasıl olur, haydi haydi derslerine bak, işim var benim, işim var” derdi. Bu, aramızda hemen her gün yaşanırdı. Yeter ki annem evde olsun. Çocukların oyun kurma yetisini düşünürsek, onların nasıl birer düş gezgini, uçarılar olduğunu kavrayabiliriz. Yazarlığın ilk adımı bence budur. Sonra çocukların özellikle yarattığı bir oyuncaksı nesneye, tenhasına çekilip onunla neler neler konuştuğuna kulak verirsek, nesneyle kurduğu ilişkinin canlılığı, verimi şaşırtıcıdır. Son dönemde, çocukların yedi değil çok daha erken yaşta eğitilmeleri konusunda, okullara gitmelerini savunan, bunu hayata geçiren ülkeler ve pedagoji bilimcileri var. Ben her çocuğun engin bir anlatıcı, saflığın şaşırtıcı renk kullanımlarını bilen bir ressam olduğunu vb. biliyorum. Tüm bu yeteneklerini sonra niçin yitiriyorlar? Yeşil bir denizin ufkunda batan mor bir güneş çizdiğinde -ki morla yeşil beklenmedik bir uyum taşırlar. “Hayır, deniz mavidir, güneş de sarı, ona göre yap resmini” demekten cayacak büyüklerin sayısı ne de azdır. Benim anladığımca, “Örneklediğim 10 dakikalık yola sığdırdığım bitmez olaylar neydi?” diye düşündüğümde, anımsadıklarım çoğunlukla beni gülümsetiyor. Demek ki her gün yeni bir öykü uydurabiliyordum, elbette onlara öykü denebilirse. Sonra okuma düşkünlüğü, ardından resim, müzik, sinema girdi hayatınızaBunlar, konusunu ancak girişip caymak zorunda kaldığım arayışlar sıralamasıydı. Yazar olmayı düşünerek hiçbir şeyi öğrenmeye, bilmeye davranmadım. Ne zaman sonlanacağını bilmediğiniz hayatınız, olanın ne olduğu, hayatın ne olduğu, elbette bence olağanüstü çekici, tükenmez bir öğrenme tutkusunu besler. Gördüklerini, bildiklerini, birikimleri doğrultusunda çocuklar için büyüme yıllarında değişik yanlardan yeniden yeniden görmekse şaşırtıcıdır. “Demek ki aslında bu böyleymiş” diyebilmenin hem tadı hem ürkütücülüğü yeni soruları besleyip durur. Tüm bu süreçlerden geçip hiç düşünmediğim yazmak kararını ancak verebilen biriyim ben. Bendeki karşı çıkışları, anlamam gerekenlerle yüzleşmek zorundaymışım. Hemen hemen bütün öyküleriniz geçmişe dönük izler taşıyor. Geçmişle bağınızı nasıl ifade edersiniz. Bugünü de ‘ileride bir gün’ için biriktiriyor musunuz örneğin? Satırlarınızda hayat bulan kültür zenginliğinin bugünkü hayatta bir karşılığı olduğunu düşünüyor musunuz? O yılların hainliklerini 900 ayar gümüşün altınla kaplı zarfların süslediği gerçek kesme kristal çay bardaklarında tüten çayların süslediği, Art Deco sehpaların Brüksel dantelleriyle bezeli küçük çay servisi peçetelerinin eşliğinde sunulurdu. En seçkin pastanelerden getirtilmiş ‘petitfour’lar da bardak takımına eşlik eden bir kıyısı altın kakmalı üç harfin olduğu (ailenin ilk, orta ve soyadlarını belirten) küçük tabaklara aktarırlardı. Luchino Visconti’nin unutulmaz ‘Leopar’ filminden prensin değişen sosyal, politik oluşumlara bakıp para, varlık, parayı Tanrı katına oturtan algı, İtalya’yı edinme tutumlarındaki kabalıklarını vurguladığı unutulmaz cümlesi ise mealen şudur: “Leoparlar çekiliyor, meydan çakallara kaldı.” Hem doymazlık hem cehalet, üstelik cüret, bu demin çizmeye çalıştığım incelikten artık öylesine uzak ki. Değişim engellenemez fakat bir görmemişlik resmini çizmem gerekirse -ki halen içinde yaşıyoruz- herkes özendirilen nesneleri edinip kendi kimliği sayıp alabildiğine sergilemekte. Şu gerçek de ortada, Kadıköy’deki o köşkler, konaklar, gül, manolya, ful, yasemin, taze biçilmiş çim kokularının tümü 1980’lerde kazındı, kesildi. Aynı girişimler aynı doymazlıkla sürmekte. Biliyoruz ki sanatın sadece edebiyat yanıyla değil, resim yanıyla da ilgilisiniz. Bunlar sizin için birbirini tamamlayıcı mı, yoksa birinin kendinizi ifade etmediği yerde diğerinin yetiştiği bir can simidi mi? Bu sıraladığınız sanat disiplinleri kaçınılmaz olarak birbirini besler, biri ötekinin yerini kimi zaman somut olarak almasa da, ‘çizmek, boyamak, karalamak, vb.’ zihinsel birikiminizdedirler, bize açılımlar yaratır. Bir sanatçı bu dalların yakın akrabasıdır. Tedirgin edilmeden yazmakYazmak deyince de sadece edebiyat değil, aynı zamanda ‘Benim Sinemalarım’ gibi unutulmayan bir film de var Füruzan’ın ve tabii ki bizlerin hayatında. Edebiyatın Türk sinemasındaki yerini yeterli buluyor musunuz? Bir yazarın kendi metnini filmleştirme süreci çok uzun. ‘Benim Sinemalarım’ın senaryo aşaması aylarımı aldı. Bir de öykünün çetin bir zaman akışı var. Olay yaşanmış bitmiş bir durumu anlatmaktaydı; geçişleri öylesine kurgulamalıydım ki izleyici bu noktayı hiç zorlanmadan, ilk elden anlasın. Özellikle Cannes’a katıldığımda bunu başarmış olduğumu açıkça gördüm. Edebiyatımızda sinemaya aktarılabilecek değerli kitaplar elbette var. Bilinen, neredeyse atasözüne dönüşen, “İyi bir edebiyat örneğinden iyi film olmaz” önyargısı da var. Sık olmasa da benim hemen anımsadığım bir-iki örnek söyleyebilirim, Suskind’in ‘Das Parfüm’ü, Zola’nın ‘Germinal’i gibi... Bu örnekler çoğaltılabilir. Edebi bir metnin yazınsal arka planını görselliğe, sinemanın verileriyle yansıtabilirseniz, sonuç olumlu oluyor. Sözcükler sizin için ne ifade ediyor? Örneğin yanlış kullanıldıklarında öfkeleniyor, doğru kullanıldıklarında hayranlık mı duyuyorsunuz? Nasıl bir ilişkiniz var sözcüklerle? Türkçeyi yanlış kullanmaktır bu. Cümlenizin kuruluşunu zayıflatır. Türkçe çok eski bir dil, aşamalar geçirmiş, geçirmekte. Fakat Türkçeyi temel alarak geçirmesini savunurum bu aşamaları. Doğru kullananın önce kendisini mutlu sayması gerek. Beni de bir okur-yazar olarak sevindirir. Başka dilleri özentiyle edinmek çok gülünç. Ciddi bir anlayışla yabancı bir dil öğrenmek elbette zenginleştiricidir. Füruzan’ın yazarken bir ritüeli var mı? Benim belirlenmiş yazma zamanlarım yoktur, keşke olabilse. Böyle bir duruma yatkınlık kazanmış olmayı doğrusu isterdim... Yoğunlaşarak çalışırım, konunun olgunlaştığına karar verdiğimde. ‘Ritüel’ denebilirse, bende böyle gelişiyor. Olmazsa olmaz koşullarımsa yalnız olmak isterim çalışırken, tek başıma, tedirgin edilmeden... İşte buna ‘ritüel’ denebilir belki. TÜYAP onur yazarının Türk edebiyat okuruyla ilgili düşünceleri neler? Gelenlerin kitaplar için geldikleri açık. Değişik türde kitaplar olabilir ilgilendikleri, bu bir seçim. Ben her şeyden önce bir okur olduğumdan kitap fuarlarını sürgit önemseyen biriyim. Yazarlar ne yazık ki okurlarını tanımazlar, ender karşılaşmalar olur okurlarla. Böylesi karşılaşmalarda benim güzel anlarım, anılarım oldu. Son olarak Füruzan bugünlerde neler yapıyor, yakında bir kitap var mı? Faruk Şüyun’un hazırladığı ‘TÜYAP Füruzan Kitabı’ için üç ayı geçen bir çalışmadan henüz çıktım. Neredeyse bir roman çalışması niteliğini taşıyor sanırım bu kitap. Yeni bir kitap tasarısı yazarların kafalarında onlarla birlikte dolaşır durur, en azından ben böyle biriyim. Yapıtları Öykü: Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gül Mevsimidir (uzun öykü, 1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982), Sevda Dolu Bir Yaz (1999). Roman: Kırk Yedi’liler (1974), Berlin’in Nar Çiçeği (1988). Röportaj: Yeni Konuklar (1977). Gezi: Ev Sahipleri (1981), Balkan Yolcusu (1994). Oyun: Redife’ye Güzelleme (1981), Kış Gelmeden (1997). Çocuk Kitabı: Die Kinder der Türkei (1979, Türkiye Çocukları). Şiir: Lodoslar Kenti (1991).