T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Ex Libris/Dünya bunları okuyor" adlı köşesinde "Tek çıkış kapısının üzerinde ‘hata’ yazıyorsa"başlığıyla yayımlanan (27 Kasım 2010) yazısı şöyle:Tek çıkış kapısının üzerinde ‘hata’ yazıyorsaKovmakla gururlanmak tuhaf; kaçmaktan farkı yok ki kovmanın. Yalnızlığa hamd edenlerimize değil sözüm; ama hayatlarını ancak kalabalıklar içinde manalandırabilenlerimiz, vicdanla vakar arasındaki yakınlığın ne kadar farkındalar acaba? Ve kibri, vakardan çok ince bir çizginin ayırdığını düşünüyorlar mı hiç? Kaderini kelimelerin kuvvetine emanet eden bir kavga, huzursuz bir sürgünün sessizliğinde gettolaşmaktan evlâ değil midir? En keskin, en hırpalayıcı yüzleşmeler bile, içimizi köpürten öfkeyi karanlık kuyularda demlendirmekten daha vakur, daha vicdanlı bir tercih değil mi aslında? Görüşlerini nahoş buldukları bir yazara, memleketin kapılarını kapatanların tatmin duygusunu anlamak, belki biraz da bu sorular aklımı kemirdiği için zor geldi bana; kendimi, en iyi romanlarından birini “Katolikler, kanayan bir kuklaya tapınırlar” cümlesinin çevresinde kuran, buna rağmen, hattâ belki biraz da bunun için, Katolik âleminde çok okunan, çok tartışılan, günümüzün en üretken, en şaşırtıcı ve okura en çok soru sorduran yazarlarından birini tanıma çabasına verdim.
Saf hikâyeye sadık bir hercai...
Barcelona’dan gelen “bayram” hediyesinin kapağında, açılmış bir “kapak” var; bir tabutun kapağı. Şöyle içine girmek istercesine eğilip, üzerinde düşünmedikçe sırrını elevermeyen bir resim. Kapağı açılmış bir tabuttan dışarıya bakıyorsunuz; tabutun üzerinde bir haç işareti var; belli ki birisi yeni çıkmış içinden; hatta o da ne, ayakkabılarını bırakmış geride... Bir bahçeye açılıyor tabut; mezarlık belki, belki de değil; görünürde başka mezar yok; güzel bir bahçe, iki yanında ağaçlarla, kıvrılan bir yol; beyaz bir çit, demek ki birileri yaşıyor burada; hava da güzel üstelik, gökyüzünde birkaç beyaz bulutçuk, ama akıllarında yağmur olmadığı belli, onların marifeti huzur olmalı ve belki biraz da mizah; bulutların altında, ufka doğru, elinde sopasıyla yürüyen adamın silueti sizi ister istemez gülümsetiyor zira; baktıkça şöyle derin, rahat bir nefese dönüşüyor resim... Tabutunuzun kapağını kaldırıp, yalınayak hayata çıkmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Yoksa burası cennet mi?
Bazen böyle olur; yıllardır sizden habersiz yazıp durmuş bir yazarın adını tesadüfen keşfeder, gecikmişlik duygusunun büsbütün kışkırttığı bir merakla peşine düşersiniz. César Aira’nın adını, birkaç hafta önce El Pais’te, İspanya’da yeni yayımlanan romanı El error (Hata) üzerine bir söyleşi vesilesiyle duydum. Barcelona yolcusu arkadaşımdan kitabın sözünü aldıktan sonra da, bunun nasıl sürprizli, nasıl beni sarmalayan bir serüven olacağını pek bilmeksizin, Aira’nın yazısının izini sürmeye başladım. 1949 doğumlu bu Arjantinli yazar, bugün ülkesinin en önemli üç edebiyatçısından biri sayılıyor ama El Pais’teki söyleşinin bana verdiği “onu okusam” duygusunu, sakin bir ihtimal olmaktan çıkarıp iştahlı bir telaşa taşıyan, Roberto Bolaño’nun Aira hakkında söyledikleriydi. Şili’nin, 2003’te, henüz elli yaşındayken bizi bırakıp giden kuvvetli kalemi, Arjantinli yazar için, “Hiçbir sınıflamaya sığmaz” demiş, “ama onu bir kez okudunuz mu, hep okumak istersiniz.”
Aira’nın kitaplarının geniş coğrafyasına bir ucundan girdiğinizde, Bolaño’nun övgüsünün derinliğini de anlıyorsunuz. Otuzdan fazla roman yazmış, hikâye ve denemeleriyle birlikte altmışın üzerinde kitap yayımlamış, Balzacvari bir bereketle üreten bir yazar Aira; ama Balzac’tan farklı olarak, genellikle yüz sayfayı aşmayan kısa romanlarla yetiniyor ve hemen her romanında sadece kendisi için değil, edebiyat için de yeni bir şeyler deniyor. Dolayısıyla, bir kitabı diğerine pek benzemeyen, edebî bereketi, yazdıklarının hacminden ziyade çeşitliliğinde tezahür eden biri o. Bu tarif, deneysellik karşısında şüphesi merakına ağır basan “klasikçi” okurları irkiltebilir. Oysa ben, birbirine benzemeyen üç kitabını okuduktan sonra, Aira’nın yazarlığının, tutarlı bir hercailikten ziyade, hercai bir tutarlılık yansıttığını düşündüm. Bütün değişkenliği ve deneyselliği içinde, lineer akışa tamamen boş verdiği, hattâ grotesk, saçma ya da gerçeküstü olanla cilveleştiği zamanlarda bile, asla savrulmuyor Aira; kendisinin “çıplak edebiyat” adını verdiği, benim “saf hikâye” demeyi tercih ettiğim bir öze sağlam bir sadakatle yazıyor. Kimi yerde, son romanı El error’da yaptığı gibi, hikâyeleri çekirdeklerine indirgeyip, bu çekirdekleri, felsefi bir denemenin ortasına birer anekdot gibi serpiştirerek kuruyor romanını; bazen de, 2000’de yayımlanan Un episodio en la vida del pintor viajero (Gezgin bir ressamın hayatından bir bölüm) adlı romanındaki gibi “klasik” denebilecek bir akış içinde, insanın içini birer kağıt kesiği gibi acıtan güzellikte sahneler yazıyor. El error’un kısa, yalın cümleleri, gücünü kelimelerin yerindeliğinden alırken, adeta şeffaflaşıyor dil; Un episodio’da ise Alman manzara ressamı Rugendas’ın 1837’de And Dağları’nda yaptığı yolculuğu, okuru “yıldızları ve dağları, iskambil kağıtları gibi yeniden karan bir rüzgârın” içinden geçirip, “koyun kadar somonların” yüzdüğü dereleri aşırtarak anlatırken, bu kez müziğe dönüşüyor.
İleriye doğru uçarak yazmak
“Klasik romanları tutkuyla seviyorum” diyor Aira; belki de bu yüzden, en “deneysel” anlarında bile, klasik müzik eğitiminden geçmiş bir piyanistin caz çalışındakine benzer bir “tonal” arka plan var onun yazısında; tutukluk değil, sağlamlık hissi veren bir arka plan. Bunun farkında kuşkusuz; “la huida hacia adelante” ya da “el continuo,” yani “ileriye doğru uçuş” ve “süreklilik” adını verdiği yazma tekniğini, bu farkındalık sayesinde uygulayabildiğini sanıyorum. Bu teknik, yazdığını düzeltmeme; romanda ilerlerken sürekli geri dönüp metni değiştirmeme; romanı, her bölümü önceden planlanmış bir mükemmeliyeti yakalayıncaya dek yeniden inşa edilecek bir mimari proje gibi kurgulamama esasına dayanıyor. Yazarken durup düzeltmenin, yazının sürekliliğini bozduğuna inanıyor Aira ama daha önemlisi, hataları seviyor; hatasız bir hayat gibi, hatalardan arınmış bir metnin de, edebiyatın çıplaklığını bozduğuna inanıyor; sıkı bir editörün mükemmelleştiridiği bir metin, tıpkı bizatihi kusurlarından ötürü güzel olan bir vücudu, bıçak darbeleriyle “kusursuz” ve aslında “çirkin” hale getirmeyi başaran estetik cerrahların marifeti gibi “plastik” geliyor ona.
“Bir romancı için olabilecek en kötü şey kendini tekrarlamaktır; okurun sizden ne beklediğini bilmesi sizi bitirir” derken de hatalarına güveniyor belki. Evet, hatalarını tekrarlamaya meyyal bir yaratık insan; ama elini tutmadan yazan maceracı bir yazarın yeni yollarda yeni tuzaklara düşerek hatalarını çeşitlendirme ihtimali, kafasında kurduğu ya da okurların, eleştirmenlerin dayattığı beklentilerle beslenen bir mükemmeliyet şablonunu çeşitlendirme imkânından daha kuvvetli sanırım.
Aira, lineer anlatıma da, yine benzer nedenlerle mesafeli. Romanın, kronolojik bir şablondan ziyade, bizim yılları, mevsimleri, günleri birbirinin içinden geçirerek, zamanı sürekli baştan yaratan kendi içsel saatimize ayak uydurmasından yana. “Unutmak” diyor Aira, “hikâye anlatmanın esasıdır. ‘Açıklamak,’ gerçek hikâyenin kimyasında barınmaz. Hikâye, her zaman açıklanamaz bir şey hakkındadır. Açıklamaya başladığınızda, anlatı sanatı inişe geçer. Unutarak, eksik bırakarak yazmaktan çekinmemeli insan. Zira hafıza, ne de olsa,bir açıklama biçimidir ve hikâyeyi yavaş yavaş öldürür.”
Aira ile Harikalar Diyarı’nda...
1993 tarihli Como me hice monja (Nasıl rahibe oldum) romanında, “César Aira” adlı bir kız çocuğunu anlatıyor yazar: “Benim hikâyem, yani ‘nasıl rahibe olduğumun’ hikâyesi, hayatımın çok erken yıllarında başladı; altıncı yaş günümü daha yeni kutlamıştım.” Bu, küçük kızın nasıl rahibe olduğunun hikâyesini merak etmemizi sağlayan bir başlangıç cümlesi değil sadece. Çocuğun, romanın adını daha ilk cümlede kendinden emin biçimde kullanan bir anlatıcı olması, onun yazarla “adaş” olduğunu henüz öğrenmemiş olsak da, okuyacağımız metnin otobiyografik yanını düşündürüyor bize. Küçük kızın ilk kez tattığı çilekli dondurmadan zehirlenmesi ve babasının dondurmacıyı öldürmesiyle ivme kazanan tuhaf olaylar zinciri biraz ilerleyince, romanın aslında, Aira’nın kendi hayatı, özelde de yazarlık üzerine bir alegori olduğunu kavrıyoruz. Çilekli dondurma ve kız çocuklarının dünyasını dolduran bütün o pembe, şekerli, cicili bicili eşyalar, yiyecekler, Aira’nın edebiyatın süslü diliyle hesaplaşmasını da yansıtıyor sanki. Kendisini kelimelerin şehvetine fazlaca kaptıran bir yazarın, yine bir estetikçi misali, edebiyatın çıplak güzelliğini bozduğunu düşünüyor Aira. Ama bu düşünce, Un episodio’da tepesine yıldırım düşen ressam Rugendas’ı şu cümlelerle anlatmasını engellemiyor: “Çakan şimşeğin, gökyüzünde zikzak çizen muazzam bir kuşak boyu ilerlemesiyle, fırtına koptu. O kadar yakındı ki, Rugendas’ın yukarı bakarken şaşkın bir ifadeyle donup kalan yüzü beyaz bir ışıkla tamamen yıkandı. Işığın sinsi sıcaklığını yüzünde hissedebiliyordu ve göz bebekleri birer toplu iğne başı kadar küçülmüştü. Üzerine inen gök gürültüsü, iflah olmaz titremelerle sardı onu. At, altında dönmeye başladı. Kafasına yıldırım düştüğünde, hâlâ dönüyordu. İnsan ve hayvan, nikelden bir heykel gibi elektrikle aydınlandılar. Maalesef tekrarlanacak olan dehşet dolu bir anda, Rugendas kendi bedeninin pırıl pırıl parlayan hayaletini gördü. Atının yeleleri, bir kılıçbalığının sırtındaki yüzgeç gibi havaya dikilmişti.”
Bugünlerde, Aira’ya gösterilen ilginin ağırlık merkezini, kendi yarıküresinden atalarının diyarına taşıyan El error da, diğer iki romanı gibi, Alice Harikalar Diyarı’nda benzeri bir âlem değiştirme imkânı verdi bana. El error’un başında, bir kapı açılıyor. Önünüze uzanan dünya, labirent misali, farklı bölmelere ulaştırıyor sizi; her bölmede farklı hayatlarla karşılaşıyorsunuz. Kendisine eziyet eden kocasını öldüren bir kadın çıkıyor karşınıza; bir heykeltıraşın eserlerini keşfedince hayatları değişen bir başka karıkoca ve güzel kadınları baştan çıkaran bir kabadayı... Onların arasında gezinirken, “hayat bu” dedim kendi kendime, bütün tuhaflıklarıyla, eksikliğiyle, onmazlığıyla hayat, başka bir yerde değil; o kapıdan geçip, birer “ölümlü” olarak vaftiz edildikten sonraki her an, bizim hayatımız, başka bir şey değil. Kapaktakinin aksine, romandaki kapı bir tabutun kapağı değil ama. Aira, “Tek bir kapı vardı” diye başlıyor anlatmaya, “üzerindeki levhada ‘HATA’ yazıyordu. Lokanta ya da sinemalardaki gibi, birinde “Kadınlar,” diğerinde “Erkekler” yazan, kendinize uyanı seçeceğiniz iki komşu kapı yoktu. Tek bir tane vardı burada. Seçme hakkınız yoktu.” Çaresiz, o kapıyı açıyorsunuz siz de. Yaşamanın hata yapmak demek olduğunu hatırlayarak, tek çıkışın bu olduğunu bilerek çıkıyorsunuz. Sizden bir çift zırh parçası kalıyor geride... Yalınayak, hayata yürüyorsunuz.