Önder Özdemir*
Son derece pahalıya mal olan TV kanalı kurmak, günlük gazete çıkarmak gibi geleneksel iletişim mecraları üzerinden alternatif içerik iletmek için eldeki kısıtlı kaynakları harcamanın anlamı sorgulanmalıdır. Bugün mevcut eğilimleri ve verileri kullanarak mecra tercihi yapılması, yeni iletişim mecralarının en etkin biçimde kullanılmasının hedeflenmesi gerekmektedir.
1990’lı yıllarda sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinin yaptıkları eylemler öncesinde sıkça yaşadığımız bir durumu unutamam. 1994’te kriz ve 5 Nisan kararları ortamında sıklıkla sokak eylemleri yapardık. Bu eylemlerin kararları alınırken, yapılacak eylemin saati tartışılmaya başladığında mutlaka içimizden birileri televizyon kanallarının haber yapabilmesinin göz önüne alınması gereğini hatırlatırdı. Televizyonların ana haber bülteni saatine yetişecek bir haber olarak eylem kurgulanırdı. İşin ilginç tarafı bu hatırlatmalara itiraz eden hiç kimse de olmazdı. Yani eylemin neredeyse en önemli amacı televizyonda haber olmaktı. Eylem sonrasında da “heyecanla” televizyon açılır ve hangi televizyon kanalında kaç saniyelik bir haber olunduğu tespit edilerek, eylem etkinliği, deyim yerindeyse “eylem reytingi” ölçülürdü.
Bu arada, bu heyecanla beklenen haberler ise, “aslında bunlar hep olay çıkarırlar” dercesine “olaysız dağıldı” kalıbıyla ya da eylem sonrasında meydanın temizlik işçileri tarafından temizleme görüntüleri ile biterdi. Eğer polis müdahalesi olmuşsa yine hazır haber kalıpları ve negatif algı yaratan seçilmiş görüntülerle haberler verilir ya da arada sırada gündemdeki etki düzeyine göre “siyaset meydanı” formatındaki, sunucunun manipüle ettiği curcunada birkaç slogan içerikli söz ile temsil edilme şansı yakalanırdı. Ama olsundu. Yine de o büyülü kutuda görünülüyordu ya! Özetle 1990’lı yıllarda muhalefet hareketi için medya, özel olarak da televizyon çok ama çok önem verilen bir araçtı.
Aradan 20 yılı aşkın zaman geçti. O yıllarda muhalefetin bunca önemsediği televizyona dair sorular hala yanıtlanmamış olarak duruyor. Gerçekten televizyon denilen araçta görünmek varsayıldığı kadar önemli miydi? Televizyonda haber olan eylemler izleyenler tarafından nasıl algılanıyordu? O dönemin televizyon izleyicileri kimdi, hangi demografik özelliklere sahiplerdi? 20 yıldır Türkiye’deki medya çalışmalarını yakından takip eden birisi olarak bu sorulara ne o yıllarda, ne de günümüzde net yanıtlar veren bir araştırmayı hatırlamıyorum.
Günümüzde iletişim araçlarının etkisi, iletilen mesajlar, medya platformlarındaki dönüşüm ve alternatif medya konusu geçmiştekine oranla çok daha yoğun olarak tartışılıyor. Pek çok veri, bilgi ve deneyimin oluştuğunu görebiliyoruz. Her şeyin ötesinde medya ile muhalefet arasındaki ilişkinin niteliğine dair Haziran Direnişi süresince 1990’lı yılların varsayımlarını, duygu hallerini aşan bir farkındalık, bilinç hali de oluşmuş durumda. Bu yazıda 1990’lı yılların TV algısına dair medyaya yönelik yanıtlanmamış, hatta sorulmamış soruları, günümüze dair olarak sormayı ve yanıtlanmasına temel oluşturabilecek deneyim ve gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
1990’lı yıllarda televizyonun her şeyi belirlediği, toplum mühendisliğinin en önemli aracı olduğu algısına sahip olanlardan bazıları zamanla önemli pozisyonlar elde ettiler. Bu pozisyonların sağladığı olanaklarla
1990’lı yıllardaki medya algılarına uygun adımlar attılar. Bugün AKP iktidarının dilinden düşürmediği 28 Şubat döneminde medyanın tavrı bunun en açık örneğidir. Diğer yandan, Cem Uzan’ın Genç Parti’sinin
2002 seçimlerinde aldığı %7 oyda medyanın doğrudan etkili olduğu iddiası da bu duruma başka bir örneği teşkil etmektedir. Bu ve benzeri pek çok örnek, bugünün muktedirlerinin televizyon ve gazete sahipliğini ve kontrolünü saplantı seviyesine getirmesinde rol oynamış olmalıdır.
R. Tayyip Erdoğan başbakan olduğu andan itibaren kendi medya ağını oluşturmak için kolları sıvadı ve bunun için çok çaba harcadı. Bugünlerde moda terim olan algı yönetimi yoluyla memleketi yönetmeyi tercih eden başbakan, algı yönetimi için ön koşul olarak kabul ettiği televizyon kanalları ve gazeteleri ya kendi çevresine satın aldırdı ya da televizyon kanalı ve gazete sahibi olan sermaye gruplarını havuç/sopa taktiği ile kendisine bağladı. 2014 yılının ilk aylarının gündemine damgasını vuran “ALO Fatih” olarak adlandırılan olay tam da bu durumun kanıtıdır. “ALO Fatih” ses kayıtları, tüm haberlerin başbakan tarafından nasıl titizlikle takip edildiğinin ve müdahalelere uğradığının, muhalif haberlere imza atan gazetecilerin nasıl işten attırıldığının sadece HaberTürk medya grubu örneğinde yaşanan kısmını ortaya koymuştur. Ancak bu denetim ve müdahalelerin HaberTürk’e özel olmadığı, Türkiye’de ana akım medyayı oluşturan televizyon ve gazetelerin tamamı için geçerli olduğu, aynı manşetle çıkan gazetelerden, işten çıkartılan gazetecilerden[1], her şeyin ötesinde Haziran Direnişi sırasında televizyonlarda dönen penguen belgesellerinden anlaşılmaktadır.
1990’lı yılları yaşamış ve bugün hala muhalefeti oluşturan birçok aktörün de ilk olanak çıktığında “televizyon ve gazete sahibi olmadan muhalefet yapmak zordur” algısının peşinden gittiği görülmektedir. CHP’nin yıllardır bir şekilde bağlantılı olduğu HalkTV yanında, Ulusal Kanal, HayatTV, IMCTV, YOLTV ve arada kurulup bir süre yayınını sürdüren ve kapanan birçok televizyon kanalı buna örnek teşkil eder[2]. Ancak bu kanalların ne kadar ve kimler tarafından izlendikleri, etkinlik düzeyleri belirsizdir. Hal böyle iken “medya o kadar güçlü bir araç ki bir televizyon kanalı bir de gazete olsa Türkiye’de muhalefet hareketi başka türlü olurdu” tespitine sahip parti-grup ve çevreler bu yolda çok önemli kaynaklarını “harcadılar”. Çünkü televizyon kanalı sahibi olmak ve uydudan yayın yapmak oldukça pahalıdır ve bu koşullarda “atılan taş ile ürkütülen kurbağa” ilişkisinin sorgulanması büyük önem taşımaktadır[3].
Bugün internet haber siteleri ve sosyal medya olanaklarının geleneksel iletişim araçlarından daha güçlü ve etkili olduğunu Haziran Direnişi herkese göstermiştir. İnternet sitelerinin kullanıcı sayıları, dolayısıyla yayınladıkları haberin kaç kişiye ulaştığı gazetelerin ve televizyonun aksine net olarak sayılabilmektedir. Önemli bir haberi, bilgiyi, belgeyi çok okuyucusu olan internet siteleri ve sosyal medya üzerinden çok fazla kişiye eriştirmek mümkündür[4]. Televizyon kanalları ve gazetelerin “çok önemli” olduğu dolayısıyla da orada haberin yer bulmasının önemli olduğu algısı, 90’lı yıllardan kalmadır.[5] Elbette ki bu algının 90’lı yıllardan bu yana sürekli besleniyor olmasının ekonomi-politiğini, medyanın bir sermaye birikim alanı olarak da inşasının başlıca nedenini reklamcılık endüstrisi ve reklamlarda aramamız gerekir. Şimdilik ne medya endüstrisi ne de reklam endüstrisi reyting-reklam-kar üzerine kurulmuş olan bu düzeni bozmak istememekte ve ömrünü uzatabildiği ölçüde uzatmak istemektedir.
Bugün internet ve sosyal medya toplumsal iletişimin merkezine artık yerleşmiş durumdadır. Televizyonun ise bir iletişim aracı olarak sadece nüfusun belli bir kesitine enformasyon taşıdığı varsayılmaktadır. İnternet ortamı her ne kadar egemenler tarafından denetlenmeye, salt bir sermaye birikim aracı olarak düzenlenmeye çalışılsa da üzerinde hala özgürlük alanları olduğu ve bu alanlarda insanların özgürce kendilerini ifade edebilme olanaklarının sürdüğü kabul edilmektedir. Başka bir deyişle internet her ne kadar egemenler tarafından bir bütün olarak zapt edilmeye çalışılsa da aralarda özgürlüğün boy verebileceği çatlaklar ve yarıklar hala mevcuttur.
Bugün televizyonlar, derbi maçlarında (eğer şifreli yayımlanmıyorsa) futbolseverlerin kitlesel olarak izlediği, ev işlerini yaparken bir taraftan da açık tutulan, bazı popüler diziler aracılığı ile hatırı sayılır izleyiciler bulabilen ama diğer yandan özellikle habere erişmek için popülaritesini hızla kaybeden bir iletişim ortamı durumundadır. Yani ekrana çıkanların sıkça dile getirdiği “76 milyon bizi izliyor” durumu geçerli bir durum değildir[6]. Televizyonları kaç kişinin izlediği sorusu en çok reklam verenleri ilgilendirmektedir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için de reyting ölçümleri yapılmaktadır. Ancak reyting ölçümleriyle neyin ölçülüyor olduğu da başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Televizyonların gelir sağlama yöntemlerinin başında reklamlar gelir. Bugün Türkiye’de de birçok kanal gelir sağlama yöntemi olarak reklamı tercih etmektedir. Yılda 3 milyar TL olan reklam pastasının TV kanalları tarafından paylaşımını belirleyen ise reyting, share[7] ölçümleridir.
Bugün ölçümleri yapılan reyting sistemi ile bir kanalı belli bir saatte kaç kişi izlemiş bilmenin imkanı yoktur. Sadece “hangi gelir grubundaki insanlar hangi saatlerde hangi tür programları izliyor” sorusuna sisteme dahil olan kanallar karşılaştırılarak yanıt vermeye çalışılmaktadır. İşte o kadar.
Rating denilen karmaşık, güvenilmez, bol rakamlı paraların paylaşıldığı, büyük bütçeli bir “oyunda” herkesin birbirine ve diğerlerine rol yaptığı “yalan bir dünya”dır televizyon. Türkiye’deki reyting sisteminin ayrıntılarını merak edenler için yazının sonundaki Meraklısı İçin Reyting Rehberi bölümünü öneririm.
Reyting ve share ölçümleri tüm kısıtlılıklarına ve sınırlılıklarına rağmen, bugün Türkiye’de televizyonun anlamına dair bir resim sunuyor. Medya, 4. Güç olarak adlandırılmasının kaynağı olan haber iletme niteliğini kaybetmiş durumda. Özellikle de Haziran Direnişi’nden sonra Türkiye’de televizyonların nesnel haber ileten bir araç olduğu düşüncesi ve ana akım medyanın inandırıcılığı ortadan kalkmış durumda. Bu da her evde var olan televizyonun bir haber alma aracından çok artık salt bir eğlence aracına dönüşmesini beraberinde getiriyor.
Televizyon kanalları yayın teknolojilerine göre, gelir elde etme modellerine göre, içeriklerine göre ve kapsama alanına göre 4 ayrı başlıkta sınıflandırılabilir:
- Uydu (TV izleyicilerinin %80’den fazlası bu teknolojiyi kullanıyor)
- Kablolu TV (sadece 21 ilde yaklaşık 3 milyon abonesi var)
- Analog Karasal TV (Havadan TV yayınlarının iletildiği en eski TV yayıncılık teknolojisidir. Anadolu’da daha çok yerel TV’ler bu teknolojiyi kullanıyorlar. Plana göre 2015 yılında çatılardaki antenlerle yapılan yayıncılık olan analog karasal yayın tamamen sonlandırılacaktır. Bu teknolojinin kullandığı frekansların cep telefonu vb. diğer teknolojilere verileceği iddia edilmektedir.)
- Sayısal Karasal TV (Yine havadan ama başka bir frekansta sayısal teknoloji ile TV yayınlarının iletilmesidir. Bu teknolojiye geçişin ihalesi yapılmıştır ve ulusal, bölgesel ve yerel olarak kanallar belirlenmiştir. 2014 yılında başlaması planlansa da mevzuat, bürokrasi. vb bir dizi beceriksizlikle birleşince ise süreç uzamıştır.)
- IPTV (Tivibu gibi internet üzerinden ama evdeki alıcı cihazla çalışan sabit sistemler. Türkiye’de yaygın olarak kullanılmıyor.)
- Internet TV (izleyicinin bilgisayar ve akıllı telefonlarla her yerden erişebildiği her geçen gün yaygınlaşan bir teknoloji.)
2- Gelir Modellerine Göre Televizyon Kanalları[8]
- Reklam gelirine dayalı model (Reklam verenler reyting tablolarına bakarak karar veriyor.)
- Ücretli şifreli abonelik (Maç, sinema vb. yayınlar için kullanılan bir model.)
- Alışveriş kanalları (TV aracılığıyla doğrudan ürün satışı.)
- Özel gelirler sağlayan program satan kanallar (Müzik kanalları, iş çevrelerine yayın yapan özel küçük kanallar.)
3- İçeriklerine Göre
- Haber - Eğlence - Belgesel - Tematik (YabanTV, At Yarışı, BereketTV gibi) - Eğitim
- Birçok ülkeyi içeren uydu kapsama alanı
- Ulusal
- Bölgesel, yerel ve il bazında karasal yayınlar
Bugün bu sınıflandırmaya uygun olarak Türkiye’de Türkçe yayın yapan 330 adet televizyon kanalı bulunmaktadır. Hala en fazla izlenen televizyon kanalları eğlence içeriği olan kanallardır. Bu kanallar dizileri, yarışmaları, sinema filmleri için özetle eğlence için izlenmektedir. Ancak eğlence için izleniyor olmaları, elbette ki televizyon içeriklerinin ideolojik niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Zira eğlence içeriği verili ideolojinin yeniden üretilmesi noktasında haberlerden ya da tartışmalardan çok daha etkin olarak kabul edilebilir[9].
Türkiye’de bu konuda gerçekleştirilmiş yeterli ve doyurucu araştırmalar bulunmuyor olsa da, Dünyada habere ulaşmak için televizyon, gazete, radyo ve internet gibi araçların kullanımı üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, internet artık habere erişimin merkezine yerleşmeye başlamıştır. Özellikle gençler arasında habere ulaşmanın başlıca yolu artık internet olarak görünmektedir.
Bu araştırmalardan birisi olan Reuters Enstitüsü Dijital Haber Raporu’ndan (Reuters Institute Digital News Report, 2013 www.digitalnewsreport.org) birkaç araştırma verisine bakalım:
İngiltere, ABD, Danimarka, Japonya, İspanya, Fransa, İtalya, Brezilya ve Almanya’da yapılan araştırmaya katılanlara bir hafta önceki haberleri esas olarak hangi platformlardan elde ettikleri sorulmuş. 18-24 yaş kuşağının %56’sı internetten, %28 si televizyondan derken, 55 ve üzeri yaşta olanların sadece %21’i internetten buna karşılık %55’i televizyondan diye yanıtlamıştır. Yani gençler habere ulaşmak için daha çok interneti tercih etmişler; yaş ilerledikçe televizyondan habere ulaşma oranı artmıştır.
Aynı soruya sadece ABD’dekilerin yanıtları göz önüne alındığında ise görülüyor ki, 18-24 yaşındakilerin %64’ü interneti tercih ederken, bu yaştakilerin sadece %24’ü televizyonu tercih ettiğini belirtmiştir. Yani ülkeden ülkeye bu oranlar farklılıklar gösterse de temel eğilim aynı kalmaktadır.
İngiltere’de araştırmaya katılanlara “sıradan bir günde haberlere erişmek için TV, radyo, basılı yayın, bilgisayar, cep telefonu, tablet, e-reader (Türkiye’de çok yaygın olmayan Kindle gibi e-okuyucu tabletler) akıllı TV araçlarının her birinde kaç dakika harcıyorsunuz?” sorusu sorulmuştur. Yaş gruplarına göre bu süreler yukarıdaki tabloda ayrıntılı verilmektedir. TV, radyo ve basılı yayın gibi geleneksel medya araçlarında 55 ve üzeri daha yaşlı gruplar daha fazla vakit harcarken, gençlerin geleneksel cihazlarda harcadığı zaman hızla azalmaktadır.
Danimarka’da yapılan araştırma ise insanların haberlere hangi mekanlarda hangi araçlarla ulaştıklarını saptamıştır. Örneğin tüm ailenin hep beraber olduğu evin salonu gibi ortamlarda %87 ile TV en fazla oranda iken, evde kendi odasında zaman geçirenler için %59 ile bilgisayar üzerinden internet, işyerinde ofiste ise %79 ile bilgisayar, otobüs, tren, metro, tramvay vb. toplu taşıma araçlarında ise %63 akıllı telefonlarla mobil internet, özel otomobil ortamında ise %94 ile radyo çıkmıştır.
Kişilerin daha çok nerede zaman geçirdikleri sorusuna verilen yanıt ile hangi iletişim mecrasının habere erişmek için daha çok kullanıldığı arasında yakından ilişki vardır.
Türkiye’de Facebook ve Twitter kullanımının Avrupa ortalamasının üzerinde olduğu verisinden hareketle Türkiye’de de genç kuşakların habere erişim için artık geleneksel iletişim araçlarını kullanmadıkları rahatlıkla ileri sürülebilir. Diğer yandan 55 yaş altındaki yaş gruplarının dizi ve eğlenceyi de, televizyon cihazı yerine bilgisayar ve internet üzerinden takip ediyor olması başka bir gözlemlenebilir gerçekliktir.
Geleneksel medyanın sansür ve karartmasına rağmen Gezi ve Haziran Direnişi süreçlerinin hızla yayılması da bu iddiayı güçlendirmektedir. Diğer yandan direnişi yaratanlar kendi medyalarını sosyal medya ve internet üzerinden oluşturarak sansür ve karartmalara hızla yanıt vermiştir. ÇapulTV başta olmak üzere Haziran Direnişi ile doğan yepyeni haberleşme mecraları söz konusudur.
Haziran Direnişi öncesinde Türkiye’de 1.8 milyon olan Twitter kullanıcı sayısı Direniş sonrasında 10 milyona ulaşmıştır. Bu artış, Direniş sürecini görmeyen ana akım medyaya tepki olarak Twitter ile hiç tanışmamış milyonların Twitter kullanmaya başladığını göstermektedir. Haziran Direnişi süresince Twitter platformunda etiketli ya da etiketsiz 60 milyondan fazla tekil mesaj paylaşılmıştır.
Tüm bunlar göstermektedir ki, Türkiye’de habere erişmek için televizyon, gazete ve internet kullanımı ile ilgili hala kapsamlı araştırmalara ihtiyaç olsa da bu araştırmaların sonuçları aşağı yukarı tahmin edilebilir durumdadır ve dünyadaki genel eğilimden çok ciddi bir kopuş olasılığı bulunmamaktadır[10].
Bu koşullarda Türkiye’de ana akım medya karşısında muhalif ve alternatif bir medya yapılandırmaya çalışılırken en fazla insana erişmenin ve gerçekleri ulaştırmanın yolları üzerine daha derinlikli düşünmek gerektiği belirtilmelidir. Artık muhalefet hareketleri tarafından yapılan eylemlerle ana akım medyada temsil edilmek için çaba göstermek anlamını yitirmiştir. Ya da son derece pahalıya mal olan TV kanalı kurmak, günlük gazete çıkarmak gibi geleneksel iletişim mecraları üzerinden alternatif içerik iletmek için eldeki kısıtlı kaynakları harcamanın anlamı sorgulanmalıdır. Bugün mevcut eğilimleri ve verileri kullanarak mecra tercihi yapılması, yeni iletişim mecralarının en etkin biçimde kullanılmasının hedeflenmesi gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki internet gibi yeni iletişim mecraları henüz siyasi ve ekonomik egemenler tarafından tamamen ele geçirilememiştir. Hala muhalif ve alternatif olanın kendini ifadesine olanak sağlayan özgür alanlar barındırmaktadır. Bu özgür alanların varlığı ve genişleyerek tüm iletişim mecralarını kapsar hale gelmesi ise direniş ve mücadelenin halk lehine sonuçlanmasına bağlıdır.
Tekrarlamak gerekir ki, asıl olan sokaktır. Sokaktaki gerçek insanların, gerçek direnişi ve mücadelesi her koşulda kendi iletişim mecralarını da yaratır; var olan iletişim mecralarını da özgürleştirir.
Yeter ki televizyon endüstrisinin reklam verenleri ikna etmek için yarattığı “76 milyon izliyor” illüzyonuna kapılmayalım.
***
Türkiye’de reyting ölçümlerinin kısa tarihi
Türkiye’de ilk özel televizyon Mayıs 1990’da yayına başladı. Bu tarihe kadar kamu yayıncılığı iddiası ile devlet mülkiyetindeki TRT kanalları yayın yapıyordu. Reklam verenlerin zorunlu olarak tek bir adresi vardı. Özel bir televizyonun kurulmasıyla reklam verenler, hangi kanalı tercih edeceklerini belirleyebilmek için kimlerin hangi kanalı izliyor olduğu sorusunun yanıtını aramaya başladı.
1992 yılında bu ölçümleri yaptırmak üzere TİAK[11] kuruldu ve yapılan 3 yıllık reyting ölçüm ihalesini AGB isimli uluslararası firmaya verdi. Yapılan ek sözleşmelerle bu firma 2012 yılına kadar tüm televizyon sektörü için hayati verileri sağladı. Başlangıçta net olmayan ölçüm esasları ise 1994 Mayıs ayında kurulan RTÜK tarafından belirlendi. AGB, TRT izlenme oranlarını ölçmediği için, TRT 2009 yılında “TİAK’ın tek bir ihale ile uzun yıllar ölçüm işinin AGB’ye yaptırılmasını, AGB’nin ise gerek panel üyelerinin seçimi ve değişimi gerekse de ham verilerin işlenmesi sürecinde yaptığı düşünülen usulsüzlükleri” gerekçe göstererek Rekabet Kurulu’na başvuru yaptı. 2009 Ağustos ayında TRT kendi ölçümünü ayrı yapma kararı verdi ve SBT Analiz isimli bir firmayla anlaştı. 2009 Ekim ayında Rekabet Kurulu TİAK’ın AGB firması ile yaptığı sözleşmeyi iptal etti ve yeniden yapılan ihaleyi TNS isimli başka bir uluslararası ölçüm firması kazandı. Yeni sistemin kurulması ve faaliyete başlaması 2011 yılında gerçekleşeceğinden AGB o tarihe kadar ölçüm yapmaya devam etti. Bu arada TRT de TİAK reyting sisteminden çıktığını duyurdu.
2010 Aralık ayında daha önce yasal yapısı uygun olmayan TİAK, ölçümleri yapmak üzere TİAK A.Ş olarak yeniden yapılandı. 2011 Eylül ayında TNS ile Mayıs 2012’den itibaren 4 yıl ölçüm yapmak üzere sözleşme imzalandı.
Bu arada aynı yıl TRT de, SBT Analiz firması ile kendi ölçümlerini yapmaya başladı. Bu sistemi Ankara Üniversitesi denetliyor ve sistem saniyelik veri aktarıyor. Oysa, AGB yerine 2011 yılında ölçümleri yapmaya başlayan TİAK sisteminde TNS’nin sistemi dakikalık olarak veri aktarıyordu.
Aralık 2011’de, hangi evlerde reyting cihazı kurulu olduğunun TV program yapımcısı şirketlere sızdırıldığı ve rüşvet yoluyla reytinglere müdahale edildiği iddiası ile AGB’ye polis baskını yapıldı[12]. Nisan 2012’de sistemi denetlemekle görevli Marmara Üniversitesi heyeti yeni firma TNS’nin denek listesinin, eski firma AGB’den de kötü olduğu, Türkiye’yi yansıtmadığı vb. gerekçelerle istifa etti. 2012 Ekim ayına kadar 9 ay hiç reyting ölçümü yapılmadı. Ekim ayında TNS ölçümlere yeniden başladı.
2012 Ekim ayında RTÜK “Yayın Hizmetlerinin İzlenme ve Dinlenme Oranı Ölçümlerinin Yapılmasına ve Denetlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” yayımladı. 2013 Şubat ayında ise TRT, yeniden TİAK’ın TNS ölçüm sistemine dahil oldu. TRT hem kendi sistemi ile hem de TİAK’ın TNS sistemi ile ölçülmeye başlandı. TNS TNS sistemi İstanbul Ticaret Üniversitesi tarafından denetlenmektedir.
TNS reyting ölçümleri 30 ulusal kanal için 40 ilde 3500 hanede kurulu peoplemeter adı verilen cihazlarla yapılıyor. 3500 cihaz ile alınan verilerin Türkiye nüfusunun 52 milyonunu temsil ettiği varsayılıyor. Ancak bu veri de reklam verenler açısından fazla anlamlı bir veri değil. Çünkü reklam verenler aynı zamanda izleyenlerin toplumsal statülerini de bilmek istiyorlar. Yani bir programın sosyo-ekonomik olarak AB grubundan, y yaştaki ve z cinsiyetteki kişi tarafından hangi oranda izlendiğini bilmek bir başka deyişle reklamlarının doğru tüketici gruplarına ulaşıp ulaşmadığını bilmek istiyorlar. Statü-grupları olarak adlandırılan bu gruplar, toplumsal yapıyı belli özelliklerine göre gruplamaya dayanıyor. Gruplar, AB, C1, C2 ve DE olarak geçiyor. Bu grupların oluşturulması için Türkiye’de 2010 ve 2012 yıllarında Türkiye Araştırmacılar Derneği’nin (TÜAD), Reklam Verenler Derneği için yaptığı iki araştırma ile hem TRT’nin ölçüm sisteminin, hem de TİAK’ın ölçüm sisteminin kendi veri tabanını gruplandırabilmesi için temel oluşturuluyor. Tüm dünyadaki reklam sistemi bu gruplamalar üzerine kurulmuş durumda.
TV seyircilerinin reklam verenler için ölçümünü hedefleyen bu sistemler ve yapılan ölçümler ilk bakışta bile kendi içinde önemli sınırlılıklar ve kısıtlar taşıyor. 3500 eve yerleştirilen cihaz ile Türkiye’de yaşayan 52 milyon insanın ne izlediğinin, ne kadar izlediğinin ortaya çıkartılabilmesinin olanaksızlığı açıkça görülebiliyor.
[1] TGS verilerine göre Haziran 2013 ile Ekim 2013 arasında 69 gazeteci ya işten atıldı ya da istifaya zorlandı. SPJ’ye göre aralık 2013 itibarı ile 40 gazeteci cezaevinde.
[2] Bu kanallar reyting sistemine dahil olmadıkları için reklam dünyasında ölçülebilir durumda değiller. İçerikleri itibarı ile çok az izlendiklerini söylemek zor olmakla birlikte reyting dışında sermayenin reklam vermeyeceği ortadadır. Bu nedenle tişört, tüy dökme ilaçları vb. reklamlarla ilginç bir görünüm sergilemektedir.
[3] Bugün uydudan yayın yapmanın aylık maliyeti herkes tarafından biliniyor. En düşük bütçeli televizyonun personel ve program üretim maliyeti dışında zorunlu giderlerinin aylık 50 bin dolar seviyesinde olduğu söylediğimizde maliyetin büyüklüğü hakkında fikir edinilebilir.
[4] Nitekim iktidar Şubat 2014’te çıkardığı internet sansür yasası ile bunu engellemeye çalışmaktadır.
[5] Ya 1990’lı yılların algılarıyla refleks gösteren bugünün kitle örgütü, sendika yöneticilerine, hatta muhalif bireylere ne demeli? Bir haberi, bir olayı ve bir belgeyi daha çok kişiye ulaşacağı kesin olan bir internet sitesine vermek yerine, ana akım medya grubunun tirajı çok düşük günlük bir gazetesinin “ünlü” muhabirine vermenin 1990’lı yıllardan kalma aynı algı yanılmasından, bu illüzyona kapılmış olmaktan başka bir açıklaması olabilir mi sizce?
[6] Sadece 3500 adet peoplemeter ismini verdikleri reyting ölçer cihazı evlere yerleştirerek nüfusun 52 milyonu hakkında tahminde bulanma iddiasında olan bir sistemden bahsediyoruz. 20 yıl boyunca Türkiye’de bu işi yapmış AGB isimli firmanın sözleşmesi, verileri manipüle etmeye sebep olacak olaylar ayyuka çıkınca feshedildi. Bugün reyting ölçümleri yine aynı teknoloji ile başka bir firma tarafından yapılıyor. Ne kadar güvenilir ve manipülasyona açık olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.
[7] Rating: O programı peoplemeter cihaz kurulu olanlardan yüzde kaçı izliyor? Share: Cihaz kurulu ve Televizyonu açık olanlar içinde kaç kişi/hangi yüzde izliyor?
[8] Bu noktada televizyon kanalı işletenlerin gelir elde etmekten ziyade, ellerindeki medya olanağını kullanarak başka alanlarda yaptıkları işleri kolaylaştırdıkları ve televizyondan elde ettikleri geliri ya da zararları fazla önemsemedikleri iddiaları hatırlanmalıdır.
[9] Bugün televizyon kanalı açarak mevcut yayınlara alternatif olmak isteyenler haber kanalı formatını tercih ediyorlar. Bu kanallar dünyadan ve Türkiye’den haberlerin önemli bir bölümünü ajanslardan karşılıyorlar (Bu durum gazeteler için de geçerlidir). Bunun temel nedeni haber üretim sürecinin pahalı olması. Diğer yandan bu sürecin ideolojik tuzaklarla dolu bir mayın tarlası olduğu da belirtilmelidir. Ajanslardan alınan haberleri ideolojik içeriğinden arındırmak zorundalar. Diğer yandan da haber dışında kalan süreyi değerlendirmek üzere yorum ve tartışma programları üretiyorlar. Belgeselcilikte “konuşan kafalar” olarak tanımlanan bu tür programlar alternatif kanalların haber dışı program içeriğinin önemli bir kısmını oluşturuyor. Eğlence içeriği (diziler, yarışmalar ve müzik programları) konusunda ise önemli sıkıntılar var. Ana akım televizyon kanallarındaki eğlence programları ile rekabet edecek bir içerik üretimi devasa bütçeler gerektiriyor. Ayrıca hem ana akım kanallardaki eğlence içeriği ile rekabet edecek, hem de ona muhalif ve alternatif olabilecek bir biçim ve içerik tasarlamak son derece uzun bir süreci gerektiriyor. Bu alternatif biçim ve içeriğe dair henüz hiç bir standart açığa çıkmış değil.
[10] Tüm bu araştırmaların net gerçek sayıları vermekten çok sadece fikir verebilir olduğunu hatırlatmak isterim.
[11] TİAK (Televizyon İzleme Araştırmaları Komitesi), Reklamverenler Derneği, Reklamcılar Derneği, Uluslararası Reklamcılık Derneği’nin üçer, televizyon kanallarının ise altı temsilcisinin bulunduğu 15 kişi ve komite tarafından atanan, sistemin işleyişini ve verileri kontrol eden bir denetçiden olmak üzere toplamda 16 kişiden oluşur. Televizyon kuruluşlarından ATV, Kanal 7, Fox TV, TRT, Show TV, Samanyolu TV, Kanal D, Star TV, CNN Türk, Dream TV temsilcileri TİAK’ta yer alır.
[12] Fatih Karaca başkanlığındaki RTÜK, AGB’nin ölçümlerinin yanlış olduğunu ileri sürerek, Ölçümleri RTÜK’ün yapması gerektiğini belirtmiştir. Karaca’ya göre toplumu temsil edip etmediği belli olmayan bir örneklemle yapılan ölçüm, tüm toplumu temsil ediyormuş gibi sunulmaktadır.
*Bu yazı sendika.org adresinden alınmıştır