HDP Eş Başkanı Sezai Temelli, Abdullah Öcalan’ın İstanbul’da yenilenen belediye başkanlığı seçimi öncesi gündeme gelen mektubunun partide kırılma bir yana çatlak bile yaratmadığını belirterek, “Öcalan’ın bir politik, ideolojik, felsefik bir dili, üslubu yöntemi var. Bu yönteme hâkim olarak okumak gerekiyor. Bu anlamı ile son 4 mektubunu bütünlüklü olarak ele aldığımızda aslında önemli bir açılımı tekrar Türkiye’nin önüne koyuyor” dedi. Temelli, Selahattin Demirtaş ile Öcalan arasında bir tercih yapılması gerektiği yönündeki yaklaşım için de Demirtaş’ın bu konuda gerekli yanıtı verdiğini söyledi. HDP’nin siyasetini “üçüncü yol” olarak nitelendiren Temelli, yeni anayasa çağrısını yineledi.
Meclis’te bir grup gazetecinin sorularını yanıtlayan Temelli, şunları söyledi:
- Meclis’in yüzlerce tutukluyu yakından ilgilendiren yargı paketi gündeme gelmeden tatil edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son bir yıla baktığımızda Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi altında geçti. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ve Meclis'in bir yıllık dönemi bu açıdan değerlendirilmeli. Sistem, Türkiye’de her şeyden önce yasama üzerinde bir vesayet oluşturuyor. Meclis bu anlamıyla etkin, verimli çalışamadı, çalışamaz da. Böyle bir sistemle kuvvetler ayrılığının, böyle bir sistemle yasama faaliyetlerinin etkin yürütülmesini beklemek zaten hayal. Sistem bu anlamıyla uyumsuz. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi dediğiniz şey, bir sistem değil her şeyden önce. Bir sistemsizlik, bir sistem kuramama halini bize gösteriyor.
Meclis çalışmalarından beklediğimiz sonuçları alamadık. En basiti mesela Yargı Reformu Strateji Belgesi denilen bir şey ortaya konuldu. Cumhurbaşkanı bunu sundu. ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uzun süre üzerinde çalıştığı bir şey’ denildi. Fakat bu konuda Meclis'in işlevsiz kaldığını gördük. Oysa yargı reformu dediğimiz meselede Meclis adım atmalıydı. Meclisteki bütün partiler bir araya gelmeliydi. Ve mesela Türkiye’nin en önemli sorunu yargıysa eğer bu konuda inisiyatif Mecliste olmalıydı. Fakat Meclis bu konuda adım atamıyor. Kutuplaşmış bir siyaset meclisin içine de sirayet etmiş durumda. Bir tarafta Cumhur blogu, bir tarafta Millet ittifakı. Dolayısıyla biz bu konuda, yargı reformu olsun anayasa olsun diğer konularda olsun, kürsüye taşıdığımız şeyler; duymazlıktan, görmezden geliniyor yani Meclis kendi iradesiyle bir adım atmıyor. 5 tane siyasi parti var tamam ama genel olarak orada halkın, Türkiye toplumunun temsiliyeti söz konusu olmalı. Türkiye’deki bütün kesimler yargı reformunu bekliyor. Meclis bu yargı reformu konusunda bir adım atmadan tatile giriyor. Dolayısıyla diğer gelip geçen yasalara baktığımızda Türkiye’nin hiçbir kronik sorununa çözüm getirmiyor. İktidarın gününü kurtarmaya yönelik yasalar geliyor. Bu yasalar bugün hükûmetin gününü kurtarabilir ama Türkiye’nin geleceğini ciddi anlamda riske atacak yasalar. Ama Türkiye toplumunun beklediği hiçbir derde derman olamadan bir yılı geride bıraktık. Bunun en temel sebebi de Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'dir.
-Siz bir revizyon beklentisi içinde misiniz?
Revizyon, rehabilite sözcüğü kullanıldı, ‘MR çekilecek’, diğer partilerle görüşeceğiz dendi. Bunların hepsi bize şunu gösteriyor. Demek ki sistem çalışmıyor. Birinci yılında kendi içlerinden bile bunun dillendirilmesi, AKP tarafından da dillendirilmesi aslında bize bir şeyi işaret ediyor. Bir sorun var. Fakat biz bu sorunun bu sistemsizlik haliyle aşılabileceğine inanmıyoruz.
Aşılabilmesi için sadece Meclis değil, Meclis'in dışında da Türkiye şuna ikna olmalı: Biz bir anayasa yapmalıyız. Bizim bir anayasaya ihtiyacımız var. Anayasa dediğiniz şey bir toplum sözleşmesidir. Bir toplumsal mutabakat arayışıdır, demokratik bir müzakere zeminidir. Türkiye’nin bütün sorunlarının aslında çözümü için atılacak ilk adım bir anayasa zemininde buluşmaktır. Bu başarılmalıdır. Yoksa mevcut yapının MR’ını çekerek, mevcut yapı üzerine tıbbi alandan çözümler arayarak bir şey üretmeniz mümkün değil. Üretilemiyor da zaten. Ben revizyon konusundaki tartışmaları samimi görmüyorum.Dolayısıyla bu anlamda muhalefete çok daha fazla sorumluluk düşüyor. Muhalefet bu konuda Türkiye’nin gerçek ihtiyacını, beklentilerini daha fazla dillendirip, bunun siyasetini yürütmelidir.
- Samimiyet testi olarak değerlendirirsek, olmazsa olmazınız nedir?
Bir kere her şeyden önce eğer böyle bir adım atacaklarsa tavsiyem ya da olmazsa olmaz olarak nitelendireceğiniz bir konu şu olmalıdır; her şeyden önce Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'nin, hükûmetin, Meclis üzerindeki vesayetini kaldıracak adım bir an önce atılmalıdır. Yani Meclis kuvvetler ayrılığı çerçevesinde yasama fonksiyonuna kavuşmalıdır. Kanun Hükmünde Kararname dediğimiz aslında şimdi Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi olarak nitelendirilen meseleden Türkiye kurtulmalıdır, bu birincisi. İkincisi partili Cumhurbaşkanı dediğimiz mesele ikinci önemli başlıktır. Bu konularda atılacak adımlar belki sonrası açısından şöyle umut var bir tablo ortaya koyabilir.
Türkiye anayasasını yapabilmesi açısından Meclis kendi iradesini ön plana taşıyabilir. Meclis içi bir müzakere zemini yaratılabilir. Yani bu vesayeti iktidarın, hükûmetin sürekli olarak Meclis'i işlevsizleştirip, Meclis'teki AKP ya da Cumhur bloğu üzerinden kurguladığı bu vesayetçi anlayış kalkarsa, Meclis çalışabilir, yasama faaliyetini yapabilir, kuvvetler ayrılığı dediğimiz meseledeki önemli bir eksiklik giderilebilir. Diğer taraftan partili cumhurbaşkanı meselesindeki en bariz sıkıntıyı kampanya döneminde gördük. Yani parti başkanı mısın, Cumhurbaşkanı mısın? Bunlar birbirinden ayırt edilebilecek meselelerken benim iki şapkam var deyip, şapkaları üst üste taktığınızda Türkiye belki de en ciddi trajikomik sahnelerinden birini yaşadı. Hem 31 Mart hem de 23 Haziran seçim kampanyasında bunu çok net bir şekilde gördük. Bazı şeylerde öyle çok şapkalılık mümkün değil çünkü.
- Erdoğan’ın sistemden vazgeçeceğini, eline geçen bu gücü bırakacağını düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin belki de en temel sorunlarından biri bu. Yani gücü eline geçiren denetimsiz bir ortamda ve gücü devretme arzusundan yoksun kalarak o güce sımsıkı sarılıyor ve Türkiye her seferinde bizim tabirimizle o darbe mekaniğinin gizli etkisiyle diktatöryal bir yere doğru savruluyor. Bugünkü şema bize otoriter bir rejim sunuyor. Yani bu rejim otoriter bir rejimdir ve giderek daha da otoriterleşme eğilimini içinde taşıyor. Bunun gidebileceği nokta diktatöryal bir rejimdir. Bunun adını açık koymak lazım.
Türkiye bu gidişattan bir an önce dönmelidir. Son vermenin yolu, demokratik zeminde herkesin bu haklara sahip çıkarak, demokrasiyi savunarak bir demokrasi ittifakında buluşmasından geçer. İktidarın gücü bir yönetme meselesi ile sınırlı kalmayıp bütün siyaseti düzenleyen bir hale geliyorsa zaten orada siyaset gerçek anlamıyla tüketilmiş oluyor. Geçen gün Meclis'te 15 Temmuz’un yıl dönümünde konuşmaları dinledik. Orada HDP olarak ortaya koyduğumuz görüşler önemliydi. Biz bütün tarihi bağlamda değerlendirdik. 60 darbesinden bugüne kadar aslında nasıl bizim demokratik yaşamımıza eşlik eden bir darbe mekaniğinin olduğundan bahsettik ki bu demokratik hayatın gelişmesindeki en büyük engel. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde de bunu görüyoruz. O yüzden böyle bir güç kabul edilemez, böyle bir güce karşı demokratik hayatın, demokrasi zeminin muhakkak kendisini örgütlemesi, yapılandırması ve bu değerlere sahip çıkması gerekiyor. 31 Mart’tan hemen sonra dile getirdiğimiz demokrasi ittifakı tamamen bu çerçevede dile getirilmiş bir çağrıdır.
- 31 Mart’ta strateji olarak AKP-MHP’yi gerileteceğiz dediniz, gerilettiğinizi düşünüyor musunuz, seçim sonuçlarına bakarak? İktidarda bir çözülme var mı, yeni parti girişimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet gerilettik. Şu çok net; seçim meydanlarında da söyledik. Bu 4 yıl böyle geldi ama önümüzdeki 4 yıl böyle gitmeyecek. Ve hemen iktidar telaşla hep şunu söyledi: 4 yıl daha iktidardayız, seçimler 2023’te olacak. Seçimler 2023’te mi olur,2022’de mi olur bugünden kestiremeyiz. Ama şu artık çok net: Geride bıraktığımız 4 yıl gibi önümüzdeki 4 yıl aynı hatta yürümeyecek, değişecek. Zaten iktidardan gelen refleksler de bunu gösteriyor. Bu tepkilerin kimi zaman sisteme sahip çıkarak, kimi zaman sisteme dair revizyondan bahsederek kimi zaman saldırgan bir üslupla, kimi zaman uzlaşmacı bir üslupla karşımıza çıktığını görüyoruz. Ama demek ki gerilemiştir, demek ki kendi içine bakar bir hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye önümüzdeki 4 yıl boyunca birçok değişimlere hazırdır. Bunun ne yönde olacağı bugün için önemli. Türkiye şimdi artık Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ni mi revize edecek, başka bir anayasa üzerinde tartışmaya mı başlayacak, yargı reformuyla bir yol temizliği yapacak mı, tecritleşmiş bir akıldan kendisini kurtaracak mı, işte bunların hepsi tartışılıyor. Bu tartışmanın başlaması önemli. 31 Mart seçimlerine giderken ülkede tecrit vardı, ülke beka meselesini tartışıyordu, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ni sanki tamam bütün her şeyiyle kurumsallaşmış ve yerleşmiş gibi bir algıya sahipti.
Biz 31 Mart’ta bu sisteme müdahale ederek aslında “Kral çıplak” dedik. Şimdi herkes öyle ya da böyle siyasetin hangi yelpazesinde yer alırsa alsın, bu sistem üzerinden konuşmaya başladı. Bu şu demek: Bu böyle gitmeyecek.
-Yeni parti oluşumları da 'bu böyle gitmeyecek'in bir sonucu mu?
Tam da bu konuya dair bir mesele. Şöyle düşünün 31 Mart'ta biz bu etkiyi yaratmasaydık ve AKP-MHP bloğu büyükşehirlerin hepsini alsaydı ki biz olmasaydık alıyordu. Mesela biz şöyle bir seçim stratejisiyle ortaya çıksaydık; bütün büyük şehirlerde adaylar çıkarsaydık, sonuçlar tüm büyük şehirlerde böyle olmasaydı, bugün bu tartışmalar olur muydu? Olmazdı. Yeni parti dahil hiçbir konu olamazdı. Eninde sonunda bizim müdahalemizle siyaset yeniden şekilleniyor, şekillenmek zorundadır. Bu partilerin kurulması ne derece mümkün olacak ya da nasıl olacağına dair bugünden bir şey kestiremiyoruz. Ama tartışıldı. Sadece AKP içinden değil. Diğer partilerinde büyük olasılıkla içinde tartışmalar başlamıştır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'ne göre kendini konumlandırmış, muhalefetini ya da iktidarını ona göre biçimlendirmiş bütün yapılar şimdi yeni duruma göre kendisini gözden geçirecektir.
-Bir değişimden bahsettiniz, önümüzdeki dört sene bir önceki dört sene gibi olmayacak dediniz. Bu değişimde sizin beklentiniz hangi yönde yani iktidar böyle daha kapsayıcı, kucaklayıcı daha yumuşak bir söyleme mi yoksa tam tersi muhalefete baskıcı, korumacısı sert bir söyleme mi doğru gidecek?
İlk gözlemlerimiz yani 23 Haziran’dan sonra baktığımızda böyle bir sessiz geçen bir iki haftadan sonra bugün iktidara bakıyoruz yine o alışıla gelmiş üslubuyla, yöntemiyle, söylemiyle devam ediyor. Hatta Cumhur bloğu açısından baktığımızda bunu görüyoruz. Nedir bu? İşte savaş politikalarında ısrar. Hem Suriye konusunda hem Pençe Harekatı çerçevesinde gördüğümüz anlayışta bu devam ediyor. Türkiye içinde yine o baskıcı dilin hâkim olduğunu görüyoruz. Sürekli olarak toplumun bütün kesimlerini terörize eden bir yaklaşımın devam ettiğini görüyoruz. Bu sadece siyasi alanda değil, iktisadi alanda da aslında gelen yasalarda ya da bütün adımlarda aynı yöntemde ısrarcı görüyoruz. Tabii bu bütün önümüzdeki dönemin böyle gideceğine dair bir işaret olmayabilir. Bu bir değişim geçirebilir. Bunun yolu da tabii muhalefetin siyasette yaratacağı etkiye bağlı olacaktır. Ama iktidar ilk elden yaklaşımı özellikle bu siyasette ısrar, bu siyasette ısrar ederken de toplumu ikna etme konusunda tırnak içerisinde işte bu revizyon dediği, rehabilitasyon dediği bir meseleyi önüne almaktır. Yani Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde belli kısmı adımlar atarak aslında 31 Mart’ta giderken tutturmuş olduğu politik hattı korumaya çalışıyor.
Bizim çağrımız ise hem demokrasi ittifakı anlamında hem demokratik müzakere anlamında herkesin kendisini demokrasi zemininde yeniden değerlendirmesi konusundadır. Türkiye’de anayasa tartışmasını başlatmamızın nedeni de budur. Bugün anayasa tartışmasını bütün partiler yapıyor, bu önemlidir. Bunu ilk gün dile getirdiğimizde aslında bir refleks görmemiştik ama bugün bir bakıyoruz görüyoruz ki bütün partiler, parlamentoda olan partiler de parlamento dışı partiler de anayasayı konuşuyor. Bu güzel, iyi. Bunu tartışalım, bunu konuşalım, bunu konuşmak iktidar için de önemli. Neden, çünkü demokratik bir anayasa üzerinde konuşmaya başladığınız andan itibaren aslında tam da demokrasiden bizi neler uzaklaştırıyor, demokratik bir sistemi neden var edemiyoruz, demokratik bir yaşamın en temel göstereni olan kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, insan hakları, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü konularından neden uzağız meseleleri aslında kendiliğinden de ortaya çıkmaya başlayacak. Bu iktidar açısından da bu bütün demokratik kurumlar açısından da önemli bir başlangıç olabilir. Dolayısıyla şimdi kısa vadede kısa evrimli olarak gördüğümüz bu statükocu yaklaşım bu anlamıyla bu tartışma sürecinde yeni süreçte kendisini gözden geçirecektir. Bu önemlidir. Türkiye’de hem yargı reformu konusu hem anayasa tartışmaları aslında bütün siyaseti demokrasi zeminine davettir. Bu anlamı ile Türkiye tartışırsa önemli gelişmeleri hep birlikte izleyeceğiz.
Biraz önceki soruyla bağlantı kurarsak aslında yeni siyasi parti arayışları da aslında Türkiye’deki demokrasiye dair bir meseledir. Yani Türkiye’nin demokrasi zemininden uzaklaştığı bir yerde aslında tam da kendi iç dünyalarında AKP’nin iç dünyasındaki tartışmalar sonucu ortaya çıkmış bir durumdur.
-Demokrasi İttifakı’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bu demokrasi ittifakı çalışmalarımız bizim aslında geçen yıl Ağustos ayında başladı. Biliyorsunuz Türkiye’de siyaset genellikle mevcut parlamentodaki siyasi partilerin bir araya gelip yaptığı pazarlıkla olur ve buna da ittifak denir. Biz bu kutuplaşmış siyaseti kabul etmeyeceğimizi söyledik, zaten kuruluş dönemimizden itibaren aslında en temel iddiamız üçüncü yoldur. Yani Türkiye’nin bu kutuplaşmış, kamplaşmış, kendini tekrar eden ve bir gerilim hattını topluma dayatan siyasetine karşı halkların ittifakını önemsedik, Halkların Demokratik Kongresi ile dile getirdiğimiz siyaset de buydu. Geçen Ağustos ayında toplumun tüm kesimlerine ulaştık, hatta daha öncesine giderseniz Cumhurbaşkanı adayımızın belirlenmesinde bile biz bu yöntemi tercih etmiştik. Yani Selahattin Bey’in adaylığını biz çıkıp 2018 seçimleri için söylüyorum biz çıkıp adayımız budur demedik, görüşmeler yaptık, kendisi üzerine bir ortaklaşma olunca kamuoyuna açıkladık. Hatta o dönemde bize şu eleştiriler geliyordu; açıklamak için ne bekliyorsunuz. Halbuki biz bu demokrasi ittifakını önemsiyorduk. Tüm kamuoyu ile yaptığımız çalışmalarda istişarelerde aslında bizim stratejimize uygun dönüşler oldu. Yani demokrasi güçlerinin adayları etrafında buluşalım. Tabii önde olan partinin adayı bir yerde bu işlevi yüklenmiş oldu. Tabii ki, demokratik kamuoyu bir aday çıkartıp onda buluşmak da olabilirdi ya da önde olan partide AKP-MHP bloğuna karşı bir ortaklaşma olabilirdi. Batıda genelde böyle oldu.
Ama bu Ağustos’ta başlayan görüşmeler sürüyor. O anlamıyla zeminde demokrasi ittifakı konusunda önemli bir kararlılık var. Önümüzdeki dönemde bunu daha da geniş bir çembere yaymayı düşünüyoruz. Yerellerde özellikle halk buluşmalarıyla, konferanslarla ve ekim ayına kadar yoğun bir program önümüze koyduk. Çünkü demokrasi ittifakında buluşma bir yandan bu yeni anayasanın önünü açacaktır, diğer taraftan bu yol temizliği dediğimiz meselede toplumun yan yana gelerek sesini gücünü örgütlenmesine katkı sağlayacaktır.
-S-400 meselesi üzerinde ABD ile yaşanan bir kriz var. Aynı zamanda Suriye sınırına yönelik bir sevkiyat var. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde ‘düşmanlarımızı azaltacağız, dostlarımızı fazlalaştıracağız’ gibi bir cümle kullandı. Bunun mümkün olabileceğini düşünüyor musunuz?
Mümkün olamayacak tabii. Cumhurbaşkanı kendisini mahalledeki komşular içerisinde sanıyor. Dış politikayı da böyle anlıyor. Yani mahallede iyi komşu, kötü komşu gibi. Öyle bir dış politika olmaz. Türkiye’nin bir dış politikası yok. Nasıl Türkiye’nin iç siyasetinde bir siyasetsizliği yaşıyoruz ve siyasetsizlik her gün arttıkça Türkiye’de baskı ve şiddet artıyor, dış politika konusuna da geldiğinizde Türkiye’nin bir dış politikası yok. Dış politika olmadığı için savaş politikalarıyla dış politika sürdürülmeye çalışılıyor. Savaş politikalarının aracı da tabi silahlanma. Rusya’dan S-400 ABD’den F-35 alacağız ve sürekli savaş politikaları dile getirerek aslında bir yönetememe halini bir stand by durumunda muhafaza edeceğiz. Türkiye’nin içinde yaşadığı durum bu. Aslında yönetemiyor. Barış konusunda adım atamıyor hem iç barış, toplumsal barış hem bölge barışı konusunda tam tersi yönde gittiği içinde sürekli olarak bir stres ortamında ayakta durmaya çalışıyor.
Türkiye’nin S-400’e ihtiyacı yok ısrarla söylüyoruz, ısrarla bize Türkiye’nin ciddi güvenlik problemi olduğu söyleniyor. Türkiye’nin ciddi bir güvenlik problemi varsa eğer bunu Meclis’e getirsinler tartışalım, nereden kaynaklanıyor, bu güvenlik problemi nedir, Türkiye bir saldırı altında mı? S-400’lere ihtiyaç duyacağımız bir aşamaya sürüklendiysek nasıl sürüklendik, tehdit nereden geliyor? Ama afaki olarak deniyor ki, tehdit var, S-400 ihtiyacımız var. Fakat S-400’lerin gelmesi, yerleştirilmesi, üzerinde konuşulan şeylere baktığınızda dış politikasızlığı ikame eden bir savaş aklının hakim olduğunu görüyoruz. Aynı şeyi Doğu Akdeniz’de görüyorsunuz. Yani bizim AB ile Yunanistan ile birlikte Kıbrıs’ta orta çözümler üretebileceğimiz barış politikaları vaat edebileceğimiz yerde neredeyse Kardak günlerine geri dönme arifesindeyiz. Böyle bir zihniyetten kurtulmamız lazım. Türkiye hem içeride hem dışarıda barışı vadedebilecek politikalara sahip olmalıdır. Çünkü siyaset dediğiniz zaten barış ikliminin bir sonucudur. Ortada barış yoksa savaş varsa ortada bir siyasetsizlik vardır. Türkiye içeride ve dışarıda bu siyasetsizliğini ancak mermiyle, topla, tüfekle S-400’le kapatmaya çalışıyor.
Bugün işte baktığınızda ABD mi Rusya mı? İkili kutup içinde bir tercih hattına sıkışmışız gibi bir algı var. Türkiye, Rusya-ABD arasına sıkışmaktan daha çok bölgede gerçek anlamda bir güç olmak istiyorsa ki ben buna inanıyorum Türkiye büyük bir ülke, ama Türkiye’nin talihsizliği şu ki basiretsiz yöneticilerle basiretsiz siyasetçilerle zamanını yok eden siyaseti yok eden bir yerde. Türkiye bölgede ve kendi içerisinde güçlü bir ülke olmak istiyorsa barışı tercih etmelidir, tartışmasız barış politikalarını var etmelidir. Kürtlerle barışarak, bölge halklarının haklarını savunarak, tüm bölgeye barış ihraç ederek, kendi içinde de toplumsal barışı var ederek ayakta durabilir. Yoksa ABD tartışması, Rusya tartışması bunlar Türkiye’nin politikasız kaldığı bir yerde nasıl ki içeride Cumhur İttifakı, Millet İttifakı arasında gerilim siyasetine Türkiye toplumu sıkıştırılıyor, bölgede Rusya-ABD hattına sıkıştırılarak aslında Türkiye’nin atması gereken adımlar atılamamış oluyor.
-S-400 ihtiyaç değil dediniz ama ABD-Rusya çelişkisinden yararlanıp bir politik rol mü üstlenmeye çalışıyor Türkiye?
Evet, çünkü bölgeye baktığınızda, özellikle Suriye olsun, burada hem batı blokunun oradaki Suriye’ye yaklaşımı hem de Rusya’nın Suriye’ye yaklaşımı henüz bir hamlesizlik halini gösteriyor. Yani şu an için herkes pozisyonunu koruyor yeni bir siyasi hamle yapamaz haldeler. Böyle bir durumda Türkiye bu ikili yapı içinde kendisini tutundurmaya çalışıyor. Bu tutunma çabalarından biri S-400 almak, diğeri ABD’den F-35 almak. Bu bir tutunma hali. Fakat bu tutunma hali bölge ülkeleri ve Türkiye açısından çok yüksek maliyetlere neden oluyor. Bunu aşmanın yolu Türkiye’nin hem iç hem de dış siyasetinde politika üretmesi ile mümkün. Bu da barış zemininde üretilecek politikalarla mümkün olabilir. Türkiye potansiyel olan bu gücünün farkına vararak, demokratik müzakere zeminini var ederek meclis inisiyatif alarak, meclis dışında bütün yapılar inisiyatif alarak, mesela anayasa tartışması da bununla alakalı. Siyasetsiz kalmış bir tutumla daha ne kadar yol alabilir aslında tartışılabilir bir durum.
-Öcalan mektubu seçim sonrasında da partide tartışıldı mı, bir kırılma yarattı mı? Erdoğan da Öcalan mı Demirtaş mı, parti karar vermeli gibi sözleri vardı. Bu arada avukatları ile yine görüş olmadı...
Maalesef. 23 Haziran seçimlerinden sonra bir görüşme olmadı. Çünkü izin verilmiyor. Tecrit halinin bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Öcalan’ın mektuplarını titizlikle okuyoruz.
Öcalan’ın bir politik, ideolojik, felsefik bir dili, üslubu yöntemi var. Bu yönteme hakim olarak okumak gerekiyor. Bu anlamı ile son 4 mektubunu bütünlüklü olarak ele aldığımızda aslında önemli bir açılım tekrar Türkiye’nin önüne koyuyor. Gelen mektupların Türkiye halkları, toplumu ile buluşmasını önemsiyoruz. Görüşmeler devam etmeli. Görüşmeler sadece avukatları ile de sınırlı olmamalı. Gazeteciler de, toplumun çeşitli kesimleri de gidip görüşmeli. Orada dile getirilen, özellikle 2013’ten bu yana dile getirdiği hattı koruyarak dile getirilen şeyler önemli. Bugün Türkiye demokratik anayasa tartışıyor, yargı reformu, bölge barışını tartışıyor. Buna dair çözümler üreten bir yerden Öcalan meselesi önemlidir. Seçimler meselesine dair söyledikleri, tartışılmıyor. Öcalan mektupları ya da yaklaşımları parti içinde kırılmalara yol açmaz. Çünkü biz demokratik bir partiyiz. Yaklaşımlarımız belli. Bugüne kadar da, özellikle 2013-2015 döneminden, -partimizin kurulma meseleleri de tam buna dayanıyor-, önemli referanslar olarak gördük bu mesajları, mektupları. Yine böyle görüyoruz. Bırakın kırılmalara yol açmayı, ortada kırıklar, çatlaklıklar varsa bunu telafi eder bunu onarır. Böyle bir yaklaşımı var.
Günlük siyasetle çok ilgilenmiyor. Seçimmiş, aktüel siyasetmiş bunlar değil. Çok daha farklı bir perspektiften bakıyor. Bölgeyi ele alırken demokratik ulus zemini ile Suriye, Irak, tüm bölgede olası, tüm halkların ortak çözümüne dair konuşuyor. Çünkü şunu biliyoruz. Bu işi birlikte çözeceğiz. Son mektuplarından birinde “hassasiyetlerden” bahsetti. Kimse sınır meselesini tartışmıyor. Sınırların içinde üreteceğiniz çözümler, o hassasiyeti dikkate alarak üreteceğiniz çözümler ortak çözümlere en fazla katkıyı sağlayacak şeydir. Bunu ortaya koydu. Bunlar önemli. Dolayısıyla parti içinde bir kırılmaya yol açması mümkün değil. Bugüne kadar bundan dolayı bir kırılmayı bırakın çatlak bile görmedim.
Bazen şöyle şeyler duyuyor, eğleniyoruz. Mesela Öcalan-Demirtaş tartışmaları... Buna en güzel yanıtı yine çıkıyor Demirtaş veriyor. Böyle bir şeyin olmasının mümkün olmayacağını kendisi açıklıyor. Böyle açıklamalar yapmak zorunda kalıyoruz. İktidar bu huyundan vazgeçmiyor. HDP’yi düşmanlaştırmak, kötülemek, HDP’ye yönelik kara propaganda yapmak iktidarın vazgeçemeyeceği bir tutumu. O siyasetsizliğini böyle telafi etmek istiyor. Düşman yaratmak, burada bizi hedefe koymak, HDP’nin söylediklerini dinlemekten çok, HDP hakkında bir ön yargı oluşturmak en önemli taktiklerinden biri. Tam seçimlere giderken böyle bir şeyi önümüze getirmeyi amaçladılar. Apar topar TV programı yaptılar. O zaman en güzel cevap nerede verilirdi. Sanıkta verilirdi. İstanbul’da 910 bin olan desteğimiz 1 milyon 30 bine çıktı. 120 bin ilave oyla aslında yanıt verilmiş oldu.
-Van Büyükşehir Belediye Başkanı ve Meclis üyeleri hakkında yeni bir soruşturma var. Bunlar görevden alma ile sonuçlanabilir mi? Bir yeni kayyım süreci yaşanır mı? Yaşanırsa ne olur?
Kayyım süreci yaşanmayacak artık ama şöyle şeyler yaşanabilir. Bunun ilk örneği Tatvan’da yaşandı. Tatvan’da belediye meclis üyeleri hakkında yanılmıyorsam 17 Nisan’da valilik soruşturma açtı. Vali arkadaşlarımızı görevden aldı. Böylece Meclis’teki çoğunluk AKP’ye geçti. Zihniyet bu. Kayyım atamıyorlar, ama kayyım zihniyeti devam ediyor. Kayyım dönemi suçları bütün çıplaklığı ile ortada. Savcıların yapması gereken bu suçlara dair soruşturma açmaktır. Bu suçu işleyenler hala vali, kaymakamdır. Bunlara dair İçişleri Bakanlığı, bu vali ve kaymakamları merkeze çekip haklarında idari soruşturma açması gerekirken hala HDP’li seçilmişlere yönelik böyle bir tavır ile karşı karşıyayız. Hatırlayın Diyadin Belediye binamıza polis saldırdı. Belediye başkanlarımızı darp etti. Bu kayyım zihniyetini koruyan bir anlayıştır. Şimdi diyorlar ki, biz sistemin işlemeyen yerlerinin MR’ını çekeceğiz. MR çekmenize gerek yok. Atlayın Diyadin’e gidin görün, sistemin neden işlemediği tam da orada. Suçlarını örtbas etmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin her yerindeki yurttaşlar katlanıyor. Çünkü siz Hazine’yi zarara uğratmışsınız. Hala Mardin, Van’da kayyım döneminde bu meseleleri yaratmış olanlar iş başındadır. Buna karşı halkımız gereken tepkiyi verecektir. İradesinin gasp edilmesine asla sessiz kalmayacaktır. Kayyımlar OHAL dönemimin sonucuydu. Bakın OHAL zihniyetinin de devam ettiğini görüyoruz. Fakat OHAL zihniyetine karşı çıkmak Van halkının, Mardin, Tatvan halkının sorumluluğunda kalmamalı. Bütün Türkiye bu zihniyete karşı çıkmalıdır.
-Başka illerdeki HDP’li belediyelere yönelik yardım yapıldığı suçlaması var...
Kesinlikle, külliyen yalan. Neden yalan? Yardım edilecek bir hal bırakmamışlar. O denli borçlu. Yardım etmek istese nasıl yardım edecek. Kaldı ki, ben biliyorum bütün belediye başkanlarımız, bütün ilçe belediye başkanlarımızla, hangi partiden seçilmiş olurlarsa olsunlar, toplantı yaptılar ve siyasetimiz gereği herkese şunu söylediler ki, hangi partiden olursanız olun biz artık birlikte çalışacağız, halkımıza hizmet edeceğiz. Ahmet Türk geçen gün bu toplantıyı yaptı. Bizim siyaseten zaten varlık nedenimiz budur. Ayrımcılık asla bizim siyasetimiz içinde var olamaz. Böyle bir anlayışa sahip arkadaş zaten HDP’li olamaz. Bu külliyen yalandır. İlk defa karşımıza çıkmıyor. Bunla bizi suçlayarak, bize karşı bu kara kampanyalar yaparak aslında kendi suçlarını örtmeye çalışıyorlar.
-Merkez Bankası başkanının görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz söyledik zaten bu faizlerle ilgili çok laf ediyorlar, indirsinler dedik. Fon sıkıntısının nedenleri ortada. Yanlış ekonomi politikaları. Bakın bugün bir rakam açıklandı bir yıl önceye göre konut satışlarındaki gerileme ortaya çıktı. Şimdi fon bulmaya çalışıyorlar. Şimdi pahalı aldığınız fonları içeride ucuza satarsanız bütçe açığını kapatamazsınız, satarsanız işte Merkez Bankası’nın o yedek akçelerine ihtiyat akçesine saldırmak zorunda kalırsınız. Bu işte yönetememe halidir. İşte torba yasaya baktığınızda da bu şeyden medet umar hale gelmiş bir ekonomiyiz, yurt dışına çıkanlardan 15 lira yerine 50 lira alalım, o 15 lira zaten ayıp bir şey o nedir öyle, şimdi bunu 50’ye çıkarıyor. Buna muhtaç olacak bir acze sürüklendik.
Merkez Bankası başkanı zaten Merkez Bankası başkanı değil. Talimatla çalışan ve o talimatlar sonucunda da ekonomiye çok ciddi zarar veren bir haldeydi. Talimatları derken sadece iktidardan değil, uluslararası finans çevrelerinin ortaya koyduğu sonuçlara göre hareket ediliyordu. Bizim iddiamız şuydu. Merkez Bankaları bağımsız olmaz, olmamalıdır, kaldı ki Merkez Bankaları iktidara da bağımlı olmamalıdır. Bizim tezimiz Merkez Bankaları özerk olmalıdır. Özerk kurumların başındaki insanlar da böyle görevden alınamaz. Özerk kurumlar özellikle bir resmi denetime açık olur iki toplumsal denetime açık olur. Yerel yönetimler de özerk oldukça vesayetten kurtulabilir. İşte Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı gibi.
Merkez Bankaları özerk olmadığı sürece IMF’nin talimatı ile gelir iktidarın talimatı ile gider. Merkez Bankası Başkanı’nın bu şekilde görevden alınması işte yeni sistemin en önemli sorunlarından birinin teşhiri. Peki görevden alındı yerine gelen kişiyle beraber Merkez Bankası doğru kararlar alacak ve ekonomide iyileşme mi yaşanacak? Mümkün değil. Siyaset kötüye giderken ekonomi kendi başına iyiye gidemez. Bu ikisi arasındaki diyalektik önemlidir. İkincisi ekonomideki en temel sorun Merkez Bankası politikaları değil yapısal sorunlardır. Bu yapısal sorunların altında da AKP’nin 17 yıldır sürdürdüğü iktisat anlayışı vardır. AKP için ultra neoliberal politikalardan bahsedebiliriz. Bu konuda biliyorsunuz kendilerine bayağı bir ödül de verildi, IMF tarafından Dünya Bankası tarafından. Yeni siyaset diye ortaya çıkan arkadaşlar bu konuda bayağı ödül aldılar, ülkenin kaynaklarını uluslararası finansın emrine açtıklarından dolayı. İşte o ödüllerin bedelini Türkiye toplumu, emekçileri bugün ödüyor.
70 milyar dolarlık özelleştirmeden yaratılmış fon ne oldu ki bugün Türkiye böyle bir fon kıtlığı yaşıyor, nerede bu fonlar? Türkiye bu dönemde 500 milyar dolar ilave borçlanmaya gitmiş, nerede bu fonlar, nereye gitti, ne yaptınız? Yeni borçlanmaya bağlı olarak da işte içinde yaşadığımız bu kriz haline sürüklenmiş durumdayız. Tabi hem siyaseten hem iktisadi olarak demokrasi adına adım atmadığımız sürece bu gidişat böyle daha da kötü bir yere doğru sürüklenecektir.
-Öcalan ile görüşmeler seçimden sonra yapılmadı, avukatların başvuruları reddedildi. Önceki dönemlerde bazı kampanyalar yapılmıştı şimdi bu yeni döneme ilişkin bir planlaması var mı HDP’nin?
Bu demokrasi ittifakı başlığında bütün bunları topladık. Yani hem bu tecritleşme sürecine çünkü bu sadece Öcalan’a uygulanmıyor, Türkiye’de bir hukuksuzluğa mahkum ediliyor, hem yargı reformu hem diğer yol temizliği dediğimiz mesele çerçevesinde işte bu terörle mücadele kanunu, insan hakları konusu, diğer taraftan uluslararası siyasete, politikaya yönelik barış, savaş karşıtı politikalarda buluşma hepsini demokrasi ittifakı meselesi içerisinde. Yani şunu amaçlıyoruz, toplumun bütün kesimleri şunu bilmeli ki herhangi bir yerde bir sorun varsa bu soruna sırtınızı dönüp sessiz kalırsanız bilin ki o sorun sizin kapınızı mutlaka çalacaktır. Çünkü toplumu bir arada tutan şey ortak sorunlara ortak çözüm üretme anlayışıdır. Bu anlayıştan yoksun bırakılmış, ayrıştırılmış, kamplaştırılmış, bölünmüş bir toplumsal hayatımız var. Demokrasi ittifakı bunu amaçlıyor. Kürt sorunundan, savaş meselesine, tecrit meselesine, emeğin haklarından kadın meselesine kadar bütün bunları birlikte ele alan bir şey. Bir yanıyla yol temizliği bir yanıyla anayasa derken bunun başlıca konularından biri de tecrit. Düşünsenize bir ülkede tecrit varken demokratik bir anayasa yapılabilir mi? Bir ülkede Terörle Mücadele Kanunu varken demokratik bir anayasa yapabilir misiniz? Yani kalkacaksınız siz diyelim ki bir konuda bir laf edeceksiniz ertesi gün size savcılık soruşturma acıyor. Yani demokratik anayasa istediğiniz için bile size soruşturma açılabilir bu ülkede. Ana dilde eğitimden tutun da her türlü kültürel toplumsal insan haklarına dair her türlü talebiniz bugün Türkiye’de soruşturma konusu olabilir. Bütün bu ihlallerinin, insan hakları ihlallerinin en temel nedeni Türkiye’deki devletin kendi halkına yaklaşım.