Times’ı neden bırakmak zorunda kaldım

Times’ı neden bırakmak zorunda kaldım

 

Robert Fisk

(12 Haziran 2011 / The Independent)

 

Halife galiba, tam da Ortadoğulusundan.

Arap diktatörlerle ilgili bu tür kötü şeyler söylenir, ama onlarla karşılaşınca bir zarafet örneği görürsünüz. Bir keresinde Hafız Esad elimi tutmuş ve babacan bir tebessümle uzun süre bırakmamıştı. Yok canım, o kadar da kötü olamaz bu adam, demiştim neredeyse kendi kendime –1982’deki Hama katliamından çok önceydi. Kral Hüseyin bana ve pek çok başka gazeteciye “Sir” diye hitap ederdi. Bu hükümdarlar bakanlarıyla halkın önünde sık sık şakalaşırlardı. Hatalar affedilebilirdi.

“Hitler Günlükleri”Murdoch’ın kendi hatasıydı, “uzmanları” Times ve Sunday Times baskıya girmeden saatler önce belgelere ilişkin görüşlerini değiştirdiyse de onlara kulak asmadı. Aylar sonra, Beyrut’a geri dönerken gazetenin Londra ofisine uğradığımda, o zaman dış haberler editörü olan Ivan Barnes, Reuters’ın Bonn’dan geçtiği teleksi almış sallıyordu. “Aha!” diye gürledi. Günlükler sahte!” Batı Alman hükümeti Führer’in ölümünden çok sonra yazıldıklarını kanıtlamıştı.

Barnes beni Reuters’in haberiyle editör Charles Douglas-Home’un odasına gönderdi ve içeri girdiğimde Charlie’yi Murdoch’ı ağırlarken buldum. “Sahte olduklarını söylüyorlar Charlie” dedim, Murdoch’a bakmamaya çalışarak. Ama karşılık verince baktım. “Şu işe bak” dedi büyük patron kıkırdayarak. “Risk olmadan kazanç olmaz.” Bayağı neşeli. Adamın vurdumduymazlığı neredeyse bulaşıcıydı. Büyük Haber'di. Ama bir sorun vardı. Doğru değildi. Enteresandır, şu son birkaç günde hiç de öyle şeytani, karanlık ve zehirli bir şey gibi görünmemişti. Belki de editörleri, alt-editörleri ve muhabirleri, Murdoch leb demeden sürekli leblebiyi anladığı için. Ben 1982’de İsrail’in kanlı Lübnan işgali ve istilasıyla ilgili haberler yaparken Times’ın sahibi Murdoch'tı. İsrail’e karşı ne kadar eleştirel olursa olsun haberlerimden bir tek satır bile çıkarılmadı. İşgalden sonra İsrailliler, Douglas-Home ve Murdoch’ı Lübnan’da askeri bir helikopterle geziye davet etti. İsrailliler benim haberlerimi değersizleştirmeye çalışmış; Douglas-Home orada bana arka çıktığını söyledi. Londra’ya dönerken uçakta Murdoch'la yanyana oturuyorlarmış. “Rupert ne yazdığımı merak ediyordu” dedi. “Doğrudan sormayıp benim söylememi bekledi. Yazıyı göstermedim.”

Fakat işler değişti. Douglas-Home editör olmadan önce, Arapça El Mecelle dergisine, çoğunlukla İsrail’i sert bir şekilde eleştiren yazılar yazıyordu. Şimdi Times’daki başyazılarındaysa İsrail işgaliyle ilgili iyimser bir bakış hakimdi. “Şu an dünyanın konuşabileceği değerde bir Filistinli yok” diyordu ve –Tanrı aşkına— “belki artık Batı Şeria’daki ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinliler de Arafat gibi kasıntı sahne karakterlerinin kendilerini İsrail’le iş yapmaktan mucizevi bir şekilde kurtaracağını ummayı bırakırlar”dı.

Tabii, bunların hepsi o zaman İsrail hükümetinin resmi politikasıydı.

Sonra, 1983 baharında, bir değişiklik daha oldu. Sidon’da İsraillilerin elinde mahpus olan yedi Filistinli ve Lübnanlının ölümünü araştırmak için, Douglas-Home’un tam onayıyla, aylar geçirdim. Bu insanların öldürüldüğü çok açıktı –mezar kazıcı, cesetlerin elleri arkalarından bağlı olarak ve darbe izleri görünür halde kendisine getirildiğini bile söylemişti bana. Fakat şimdi Douglas-Home “olaydan bu kadar uzun zaman geçtikten sonra” haber yayınlamak için "makul bir gerekçe" bulamıyordu.

Başka bir deyişle, araştırmacı gazetecilik denen şey –olguları doğrulatma ve aylar süren mülakatlar— köstek haline gelmişti. Gerçeklere ulaştığımızda, basmak için artık çok geçti. İsraillilere askeri bir inceleme yapıp yapmayacaklarını sordum ve ne kadar insancıl olduklarını gösterme derdinde oldukları için, resmi bir soruşturma yapılacağını söylemekle yetindiler. İsrail “incelemesi” düzmeceydi, bana şüpheli görünüyordu. Ama benim uzun ve ayrıntılı haberimi yayınlamak için “makul bir gerekçe”ydi. İsraillilerin iyi adamlar gibi görünme ihtimali belirince, Douglas-Home’un endişeleri buharlaşırdı.

Kanserden ölünce yardımcısı Charles Wilson’ın gazete editörü olacağı ilan edildi. Murdoch'ın demesine göre "Charlie’nin seçimi"ydi --Wilson ve ben de, iyi, mesele yok diye düşündüm-- ta ki Charlie’nin dul karısıyla sohbet edene kadar, zira  Charlie’nin bu kararını karısı ilk kez duyuyordu. Hepimiz Murdoch’ın Times’ı satın aldığında her tür editoryal bağımsızlık, gözetim ve iyiniyet vaadlerini kayda geçirdiğini biliyorduk – ve peşinden ilk editörünü, Harold Evans’ı atmıştı. Sonra da sendikacıların hesabını görecekti.

Charles Wilson –çok sonra kısa bir dönem Independent’ın da editörü— ekibine hem sert hem de çok sevecen davranan, çetin ama samimi biriydi. Bana karşı da nazikti. Ama bir keresinde, Wilson’ı Londra’da ziyaret ettiğimde, odaya Murdoch girdi. Wilson’la matrak konuşmalarına başlamadan önce “Meraba Robert” diyerek beni selamladı. O gittikten sonra, Wilson sesini alçaltarak “Gördün mü sana nasıl ilk adınla hitab etti” dedi. Bu saçma bir şeydi. Çünkü Esad’ın gülümsemesi veya Kral Hüseyin’in “Sir”ü gibiydi. Bir anlamı yoktu. Murdoch bakanlarıyla ve maiyetiyle şakalaşıyordu.

Bir uyarı işareti. Onlarca yabancının kaçırıldığı batı Beyrut’taydım hâlâ ve Times’ı açınca gördüm ki, İsrail yanlısı bir yazar, orta sayfamızda, “terörizm”in yıldırdığı batı Beyrut’taki tüm gazetecilerin sadece “kanemici” sayılabileceğini iddia ediyor. Ben de mi kanemiciydim? Bütün bu zaman zarfında, Murdoch durmadan İsrail yanlısı görüşler dile getiriyordu ve önemli bir Yahudi-Amerikan örgütünden “Yılın Adamı” ödülü almıştı. Times’ın başyazıları giderek daha da İsrail yanlısı bir hale gelmiş, “terörist” kelimesi daha da yaygın kullanılır olmuştu.

USS Vincennes savaş gemisi 1988’de Basra Körfezi’nde bir İran yolcu uçağını vurup düşürdükten sonra Dubai’ye gittiğimde benim için işin sonu gelmiş oldu. Yirmi-dört saat içinde Dubai’deki İngiliz hava kontrol görevlileriyle konuşmuş, Amerikan gemilerinin düzenli olarak British Airways uçaklarını tehdit ettiğini keşfetmiş ve Vincennes mürettebatının paniklediğini öğrenmiştim. Dış haber masası haberin birinci sayfaya gireceğini söyledi bana. IranAir pilotunun Vincennes’e intihar saldırısı yapmaya çalıştığı yönündeki Amerikan “sızdırmasının” zırva olduğu konusunda uyardım onları. Ve onlar da tamam dediler.

Ertesi gün, tüm kaynaklarım hiçe sayılıp tüm Amerikan eleştirilerim silinerek çıktı haberim. Dahası, Times’ın başyazısında pilotun sahiden intiharcı olduğu dillendiriliyordu. Daha sonra bir ABD resmi raporu ve ABD deniz subaylarının ifadeleri benim geçtiğim haberin doğru olduğunu kanıtladı. Ama Times okurlarının bunu görmesine izin verilmedi. İşte ilk o zaman Independent’la irtibat kurdum. Artık Times’a güvenmiyordum –hele ki Rupert Murdoch’a.

Aylar sonra, benim Vincennes haberimin ulaştığı gece işin başında olan kıdemli bir gece editörü, mektubunda haberimi birinci sayfaya koyduğunu ama Wilson’ın şunu söylediğini yazdı: “Bunda bir şey yok. Bir olgu yok. Ben hiç basmazdım bile bu abuk sabuk şeyi.” Wilson, gece editörünün söylediğine göre, “saçma” ve “zırva” demiş haber için. Gece editörünün o günlüğü şöyle bitiyor: “Körfez hikayesinde rezalet, kaos. [George] Brock [Wilson’ın dış haber editörü] Fisk’i yeniden yazdı.”

İyi haber: Birkaç ay sonra Independent’ın Ortadoğu muhabiri oldum. Kötü haber: Yukarıdaki olayların hiçbirine Murdoch’ın bizzat müdahale ettiğine inanmıyorum. Etmesine gerek yoktu. Times’ı uysal, Muhafazakar parti yanlısı, İsrail yanlısı, editoryal bağımsızlıktan yoksun bir gazeteye çevirmişti. Ortadoğu’da yaşamıyor olsam, bunu anlamam daha zor olurdu tabii.

Ama ben oto-sansürün –ve doğrudan sansürün—önemini hemen her Arap gazetecinin bildiği ve krallarla diktatörlerin emir verme ihtiyacı duymadığı bir bölgede çalıştım. Onların arzularını, nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadıklarını bilen satrapları, bakanları ve kıdemli polisleri– ve “demokratik” hükümetleri – var. Tabii, hepsi bunun gerçek olmadığını söyledi bana ve krallarının / cumhurbaşkanlarının daima haklı olduğunu ileri sürmeye devam etti.

Şu son iki haftadır Murdoch için çalışmanın nasıl bir şey olduğu, neyin yanlış olduğu, vekaleten iktidar kullanmanın ne olduğu konularına kafa yoruyorum. Çünkü Murdoch'ı suçlamak mümkün değildi. Murdoch her zamankinden daha fazla halifeydi, bir başyazı ya da “haber”le ilgili sorumluluğu, Suriye cumhurbaşkanının bir katliamla ilgili sorumluluğundan fazla değildi –bu ikincisi, her zaman yargılanabilecek veya görevden alınabilecek ya da başbakana danışman olarak atanabilecek yöneticilerin talimatlarıyla yürütülür— ve lider oğlunu halefi olarak kutsar, bu değişmez. Hafız ve Beşar Esad’ı ya da Hüsnü ve Cemal Mübarek’i ya da Rupert ve James’i düşünün. Ortadoğu’da Arap gazeteciler sahiplerinin ne istediğini bilerek, özgürlük suyundan yoksun bir gazetecilik çölü, gerçeğin tamamen çarpıtılmış bir versiyonunu yaratmaya yardım ettiler. Murdoch imparatorluğu da aynı öyle.

Murdochların steril dünyasında insanları ifade özgürlüğünden ve mahremiyetten mahrum bırakmak için yeni teknoloji kullanıldı. Arap aleminde işbaşındaki hükümdarlar uysal başbakanlar atama konusunda hiç sorun yaşamaz. Risk olmadan kazanç olmaz.

Tercüme: BurakBengi