Türkiye’de ‘Toplumsal Hassasiyetler’ ve Tophane Vakası başlıklı yazı dizisinde Tophane’nin tarihini, mahallenin yapısını ve günümüzde mahallenin nasıl anlatıldığını ele alıyorum. Dizinin bu bölümünde Tophane’nin sicilinde ilk sıraya yerleşen 21 Eylül 2010 tarihli saldırıyı genel hatlarıyla anlattıktan sonra, saldırı gerekçesi olarak öne sürülen “mahallenin hassasiyetleri”nin neler olduğuna bakacağım.
İstanbul Modern Müzesi, Türkiye’nin önde gelen sermaye gruplarından biri olan Eczacıbaşı ailesinin önderliğinde kurulan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) bünyesinde, uzun yıllar uygun yer arandıktan sonra 2004’te Karaköy’de açıldı. Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi olma niteliği taşıyan İstanbul Modern’in kuruluşu ardından Beyoğlu ve müze arasındaki güzergâh, kiraların da görece düşük olmasının da etkisiyle, merkeze yakın olmak isteyen galeriler açısından ilgi çekici bir yer haline gelmeye başladı.
Tophane semtinde mekân açmaya başlayan galeriler, güzergâhın çağdaş sanat takipçileri tarafından daha çok kullanılmasını sağlamak amacıyla “Tophane Art Walk” (Tophane Sanat Güzergâhı) adıyla ortak bir platform kurdular. Bu işbirliği çerçevesinde galeriler bazı sergi açılışlarını aynı gün yapmaya ve ayda bir kez pazar günü mekânlarını ziyarete açmaya karar verdiler. Saldırının olduğu 21 Eylül 2010 gecesinde, Tophane Art Walk çerçevesinde Outlet, Elipsis, Galeri Non, Pi Artworks ve Galeri Apel ortak sergi açılışı düzenlemekteydi. Saat 20:00 civarında yaklaşık 50-70 kişilik bir grup ellerinde sopalar ve biber gazlarıyla “Burada içki içemezsiniz”, “Buradan defolacaksınız” diye bağırarak açılışa gelen ziyaretçilere saldırmaya başladı. Yakında karakol olmasına rağmen polis olay yerine yarım saat sonra geldi.
Polisin gelmesi saldıran grubu durdurmadı; polise olayı aktarmaya çalışan ziyaretçiler polisin önünde dayak yemeye devam ettiler. Saldırı sonucunda onlarca kişi tartaklandı ve yaralanan beş kişi hastanede tedavi altına alındı. Saldırı haberi sosyal medyada hızlıca yayıldıktan sonra, aynı gece görsel basında da tartışmaya açıldı. Ertesi gün, galeri yöneticileri ve yaralanan sanatçılar bir basın açıklaması yaptılar. Açıklamada şöyle deniyordu:
“Tophane sanat galerilerinin ortak açılışı sırasında düzenlenen örgütlü saldırıda sergi açılışına katılan sanat izleyicileri tartaklandı. Galeriler tahrip edildi. Aralarında sanatçılar, yazarlar, öğrenciler Türkiye’den ve yurtdışından gazeteciler, yabancı ülkelerin kültür ateşeleri olan sanatsever topluluğun üzerinde tam bir terör ortamı yaratıldı. Saldırıda gaz spreyi, bıçak, kırık şişeler ve coplar kullanıldı. Bir süreden beri Tophane’de bir grubun galerilerin çalışmalarına engellemeye yönelik, şiddet içeren eylemlerine şahit olduk. Çeşitli defalar sanat evlerimiz, taciz edildi, tehdit edildi. Saldırganların, İnternet üzerinden örgütlenen bir grup, olduğunu biliyoruz. Mahalleye geldiğimiz ilk günden beri komşularla iletişim içerisinde olduk. Biz Tophane’deki çeşitliliğin bir parçası olduğumuza inanıyoruz. Bu örgütlü saldırılar Tophane sakinlerine mâledilemez.”
Basın açıklaması saldırganların tespitinin yapılması ve yasal işlemlerin takip edilmesi talebiyle son buluyordu.
Mahallede bulunan sekiz sivil toplum kuruluşu adına basın açıklaması ise dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın mahalleye ziyareti sırasında gerçekleşti. Açıklamayı yapan Outlet galerinin mal sahibi Hüseyin Dorman, “davetlilerin açılışlar sırasında kaldırımları işgal etmeleri üzerine semt sakinleri ve davetliler arasında tartışma çıktığını ve bunun sözlü ve fiziki bir saldırıya sebep olduğunu” söyledi. Ayrıca, “olayın organize bir girişim olmadığını tesadüfen gerçekleşmiş münferit bir olay olduğunu ve içki içilmesiyle ilgisi olmadığını” ekledi. Ertuğrul Günay ise “hiç kimsenin Anadolu'nun bir kasabasında yaşadığı hayat tarzını İstanbul'a dayatmaya, aynı şekilde hiç kimsenin de insanların yaşam tarzını, örfünü mahkûm etmeye hakkı olmadığını söyleyerek” olayın tatlıya bağlanmasını istedi.
Bu sözlere çok kızan Tophaneliler, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın demeciyle rahatladı. Erdoğan verdiği demeçte, Tophane’yi karış karış bildiğini söyleyerek, ortada mahalle baskısı gibi birşeyin söz konusu olmadığını, olayın yargıya intikal ettiğini ve daha fazla abartılmaması gerektiğini belirtti. Saldırıdan sonra galerilerin çoğu Beyoğlu’nda farklı muhitlere taşınırken, Tophane’de yeni galeriler açıldı. Karaköy sahil şeridini turistik bölgeye dönüştürmeyi amaçlayan Galataport projesinin de etkisiyle kiraların ve mülk değerlerinin hızla yükseldiği Tophane’de, galerilere yönelik tehdit ve saldırı bu olayla sınırlı kalmadı.
Mahalleliye o gün neler yaşandığını sorduğumda hikâye farklı tonlarda anlatıldı ama ortaklaşılan şu özet oldu: Sigara içmek veya sohbet etmek amacıyla içkileriyle dışarı çıkan ziyaretçiler kaldırımı kapatıyorlar. Bu esnada kaldırımdan geçmeye çalışan türbanlı bir kadına bir ziyaretçi “Burası İran mı? Defol git buradan, yobaz” diyerek laf atıyor. Kadın bunun üzerine, Tophane’nin cemaatte hatırı sayılı bir ismi olan eşini arıyor. Olaya öfkelenen adam, elinde sopayla galerilere doğru koşmaya başlıyor. Bunu gören cemaatten ve sokaktan diğer kişiler de destek vermek amacıyla adamın peşinden ziyaretçilere saldırıyor.
Olayın nasıl geliştiğine dair anlatımda nüanslar olsa da, mahalleli yaşananların arkasında herhangi bir örgütlülük aramanın gereksiz olduğu ve olayın tamamen spontane, semtçilik refleksi olarak geliştiği konusunda hemfikirdi.
Konuştuğum mahallelilerden biri detaya girdiğinde şunları söyledi: “Sadece kadının kocasında sopa varmış. Diğerleri yolda ne varsa buluyorlar. Masa ayaklarını alıyorlar. Peşinden koşanlar olayın ne olduğunu bilmiyorlar. Semtçilik böyle bir şey. Nasıl sizi tinerciye karşı savunursam, mahalleli de öyle yapmış.”
İlginçtir ki, görüştüğüm mahalleliler bunu bir saldırı olarak nitelemiyor. Onların deyişiyle “Tophaneli kendisine yönelik bir saldırı olmadığı sürece, kimseye saldırmıyor.”
Burada bahsedilen yalnızca fizikî bir saldırı değil. Kendi gelenek ve göreneklerine, mahallenin yerleşik değerlerine aykırı eylemleri de bir saldırı olarak görüyorlar ve yaptıkları şiddet eylemlerini Tophanelilerin “nefsi müdafaası” veya mahallenin geleneklerine uygun olmayan bir durumu düzeltmeye yönelik bir “müdahale” olarak değerlendiriyorlar.
Esnaftan biri olayın tahrik sonucu geliştiğini öne sürüyor: “Tanıdığımıza müdahale edilince biz de ederiz. Kavga ortamında seçici olmayız. Buradaki halkın haksızlığa tahammülü yok. Kanuna bakıyorsun, alkollüye daha fazla hak veriyorlar. Doğrudan saldırı yok, tahrik var!”
Canhıraş korumaya çalıştıkları bu değerlerin ne olduğunu sorduğumda bir kafe sahibinin yanıtı sloganvari oluyor: “İnanç, namus ve ekmek parası!”
Muhtar ise “karşılıklı saygı” olarak yanıtlıyor.
“Burada barlar caddesi olmasını bu halk kabul etmiyor...Saygıyı bileceksiniz.
Bizler de Marmaris, Bodrum’a gittik. Yazlıklarımız oldu. Bu hayatın nasıl olduğunu biliriz... Burnumuzun dibinde alkol alınmasını tasvip etmiyoruz...Alkol almış birinin beyni uyuşur.”
Uluslararası taşımacılık işinde çalışan ve kahvehanelerin birinde tanıştığım bu mahalleli ile Tophane’nin değişen sosyal yaşamı ile ilgili konuştuğumda, neden hoşnut olmadığını böyle ifade ediyor.
Yaptığım görüşmelerde, dışarıda içki içilmesinin neden rahatsız edici bulunduğuna yönelik sorular sordum. Zira, bazı mahalleliler Tophane halkının bir kısmının evlerinde veya başka kapalı alanlarda içki tükettiğini aktarmıştı. Ki caddenin başında mahallelinin de alışveriş ettiğini bildiğimiz bir tekel bayii mevcut. Mahallelinin bu konudaki sorulara verdiği yanıtlara göre, dışarıda içki içilmesinden duydukları rahatsızlığın arkasındaki en önemli sebep “ailelerini korumak.”
Çocuklarının sokaklarda bu tür sahnelere şahit olmalarını istemiyorlar. Ailelerini dış tehlikelerden korumak istiyorlar ve evlerini, mahallelerini “temiz” tutmak istiyorlar. Çocuklarının internette, televizyonda veya okulda bir mahallede şahit olacağı bu tür sahnelerden daha fazlasını görme ihtimali mahalle erkekleri için çok önemli değil. Kendi alanında bu tür sahnelere izin veren konumda olmak istemediklerini ima ediyorlar.
Esnaftan biri içki içilmesinden değil, içki içenlerin yapabileceklerinden çekindiğini ifade ediyor: “ İçki kötü birşey. İçki içip eşime o gözle bakmasını istemem. Alkol bastırılmış duyguları dışa vurmanıza neden oluyor...Evinde içse sorun değil. Evinde sızar. Ama dışarıda içerse saldırır. İçki içene karışmakla, hırsıza karışmak aynı şey. Demek ki içki değil, içki içip böyle yapılmasında bir sorun var.”
Kamusal alanda içki içildiğinde ne gibi sonuçlar doğuracağına ve evde içmekten farkının ne olduğuna dair sorular yöneltiyorum. Evde içki içilmesinde herhangi bir sorun olmadığını, çünkü içki içenin kontrol altında tutulabileceğinden, fakat dışarıda içki içenin saldırganlaşabileceğinden, ahlaka aykırı hareketlerde bulunacağından, kısaca “zıvanadan çıkacağından” bahsediyorlar ve buna bir sınırlama konması gerektiğini düşünüyorlar.
Sultanbeyli’de İslami hareketle ilgili araştırma yapan Cihan Tuğal’a göre “dinî denetim kişinin zayıf bir varlık olarak algılanmasıyla ilişkili. Çoğu insan yaradılışı bakımından kontrolden çıkmaya çok meyilli olduğunu düşünüyor ve dolayısıyla dışarıdan sınırlayıcı bir müdahalenin şart olduğuna inanıyor.”
Mahalleliye mahalle güvenliğinden ne kastettiklerini sorduğumda istisnasız hepsinin verdiği ilk örnek, kadın olarak yolda yürürken tacize uğramam halinde, tacizciye müdahale edecekleri, beni kurtaracakları ve böylece bana sahip çıkacaklarıydı. Başka bir deyişle, orada haber yapan Volkan Koç’un ifade ettiği gibi “erkekliği kadının aciziyeti ve tacizi üzerinden görüyorlar”.
Bu yılın Şubat ayında, Daire Galeri’de davetliler ve mahalleli arasında davetlilerden bir çiftin sokakta sarılıp öpüşmeleri üzerine başlayan tartışmada, mahallelinin tam olarak neden rahatsız olduğunu anlamaya çalışan kadın yönetici asistanına “Sen gel buraya da, gösterelim ne olduğunu!” yanıtı verilmişti. 2010’da ve hâlâ saldırıya uğrayan galerilerin yöneticilerinin hepsinin kadın olması tesadüf değil. Bunlar ancak sponsor desteğiyle kurdukları galerileri ayakta tutmaya çalışan genç girişimci kadınlar. Kadın olmaları, hedef olmalarını kolaylaştırıyor. Nitekim, mahalleye büyük sermaye geldiğinde mahalleliye yine aynı şekilde mi tepki vereceklerini sorduğumda, bunu yapamayacaklarını kabul ediyorlar. Bu şimdilik dönüşümle beraber yitirdikleri hâkimiyeti daha güçsüz olan üzerinde kurmaya çalıştıklarını düşündürüyor.
Saldırılar öncesinde kışkırtıcılık yapmakla itham edilen Tophane Haber’in kurucusu Eyüp Güzel saldırı sonrası şüpheli olarak gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. 2014 yerel seçimlerinde Beyoğlu Belediyesi Meclis Üyesi Adayı da olan Eyüp Güzel’e göre saldırının sebebi içki değil. “Zaten Tophane içkiye yabancı bir yer değil”. Güzel, meselenin mahallede yaşanan değişimin türü olduğunu söylüyor. Onun deyişiyle, son yıllarda açılan apart otellerde “Kimin ne olduğu belli değil”, “Gelen müşteriler perdeleri açık kız erkek sevişiyorlar.”
Eyüp Güzel’in saldırının nedenlerini açıklarken sıraladığı diğer unsurlar şöyle: “Mahalleye yeni gelenler ezanın sesini kıstırıyorlar, ramazan davulcusunun başına içki şişesi atıyorlar. Mahalleye gay otel açılıyor, geceyarılarına kadar apartmanlarda kokteyler veriliyor.”
Bahsedilen gay hostel mahalleli için ortak bir dert. “Çocukları okula giderken iki erkeğin öpüştüğünü görmelerini” asla kabul etmeyeceklerini söylüyorlar. Nitekim belediyeye yaptıkları başvurular neticesinde gay hosteli kapattırıyorlar. Apart otellerden ise müşterilerini mahallenin kuralları konusunda bilgilendirmelerini talep ediyorlar. Muhtar şikayet edilen apart otellerden birine denetime gittiğinde perdenin yanında “lütfen perdeyi kapatınız” ibaresinin olduğunu, fakat bunun yetmeyeceğini ve otelin buzlu cam yaptırmasını istediğini anlatıyor.
“Bizi bu kadar köşeye neden sıkıştırıyorsunuz” diye soran Güzel’e göre, Tophane’de “mahalle baskısı değil, mahalleye baskı” var. Kendisiyle yaptığım görüşme sonrasında haber sitesine “Kimse Tophane’yi Ehlileştirmeye Kalkışmasın” başlıklı bir yazı ekliyor ve semte yeni yerleşenlerin Tophanelileri “ehlileştirilmesi gereken insanlar” olarak gördüklerini iddia ediyor.
Görüştüğüm kişilerden farklı olarak Güzel, tiyatro, galeriler gibi çağdaş sanat mekânlarının iletişim biçimine yönelik bir eleştiri getiriyor:
“Galeriler bizi ezdi, yok saydı...Galerilerdeki sanat nedir, anlamıyorum, ilgimi de çekmiyor. Semtin yarısının umurunda değil. Galerilere gittiğimizde bize Allah’ın ayısı diye bakıyorlar, siz anlamazsınız diye bakıyorlar. Oradaki sanat Avrupa’dan ithal Batı sanatları. Kibirli ve tepeden bir bakışları var. Sen bu işten ne anlarsın bakışı. Çağdaş sanatçının duruşu nedir, bilemiyorum.”
Güzel’e Yala ama Yutma oyunuyla ilgili sanatçıları hedef gösteren haberi İslamcı gazeteye servis eden gazetecinin kendisi olduğunu hatırlatarak, sanat mekânlarını ziyaret ettiğinde mekân sahiplerinin yine böyle birşey yapabileceğine dair tedirginlik yaşayabileceklerinden bahsediyorum. Güzel buna karşı çıkıyor ve çağdaş sanat mekânlarındaki kibirli bakışa vurgu yapıyor ve “galerilerin bu dokunulmazlığı nereden kaynaklanıyor? Galeriler hatalı olamaz mı?” diye soruyor. Güzel’e göre galeriler geldiklerinde mahalleli ile iletişim kurmaya çalışmadılar ve galerilerin bu tavrı yüzünden ilişkiler bu noktaya geldi. Güzel “Galeriler en baştan kendileriyle iletişime geçselerdi sorunun büyük çoğunluğu hallolurdu” diye ekliyor.
Nasıl bir iletişimi kastettiğini sorduğumda ise Tayfunspor’dan Mustafa Yalçın yanıt veriyor: “Buraya mekân açmadan önce Tophane’yi bileceksin. Kabul etmesen bile, yapacağın işe gelecek tepkiyi de karşılayabileceksin. Buranın yerlisine esnafına gidip bir sıkıntı olacak mı diye soracak. Talep sizden gelmeli. Talep eden sizsiniz. Sizlerin saygı göstermesi gerekli.”
Oysa ki saldırıdan sonra bazı galeri yöneticileri semt sakinleri ve esnafla iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdiklerini, saygılı davrandıkları, sadece kişisel değil, ekonomik ilişkileri de sıcak tuttuklarını, yani mahalle esnafından alışveriş ettiklerini, gerekli tamir ve tadilat işlerini esnafa yaptırdıklarını söylemişlerdi.
Saldırı sonrasında sanat camiasında genel kanı saldırının sergilerdeki sanat işlerine yönelik olmadığıydı. Fakat görüşme yaptığım mahalleden birinin ifadesi böyle bir ihtimalin varlığına işaret ediyor:
“İçeride bir masa vardı. Ayakları minareden. Üzerinden JB viski dökülüyordu...O işe müdahale ettik. Türbanlı kadın olayı olmasaydı da bunu yapacaktık”
Bahsedilen sanat eseri, Galeri Non’da sergilenen Extramücadele’nin Düvel-i Muazzama isimli işi. Sanatçının web sitesinde de görüleceği gibi, aslında masanın üzerinden viski dökülmüyor.
Aynı kişi sanat mekânlarını nasıl ve neden tehdit ettiğini görüşmemiz sırasında bana açıkça anlatıyor. Bir sanatçının atölyesinin camında bulunan çıplak kadın heykellerinden rahatsız oluyor ve atölyeyi ziyaret ederek o heykellerin oradan kaldırmasını istiyor. Sanatçı başlarda dirense de, tehdit karşısında kaldırmak zorunda kalıyor. O heykelin ne gibi bir tehlike oluşturabileceğini sorduğumda ise görüşmeci şöyle yanıt veriyor:
“(Atölye sahibinin) art niyeti var, kışkırtmak istiyor. Onun o heykeli oraya koyarkenki ideolojisine karşıyız. O bir şekilde bize meydan okuyor. Sen gelip düşüncelerimi neden kirletiyorsun? Yemem bu numaraları, sana da iyi davranmam. Benim temizlediğim yerleri sen neden pisletiyorsun?”
Görüştüğüm Tophane sakinlerinin büyük bir kısmı gerçekleşen şiddet eylemlerinin tüm Tophane halkına mal edilmemesi gerektiğini ve Tophane’de şiddetin kanıksandığına dair bir algıdan rahatsız olduklarını belirttiler. Bir görüşmecinin ifadesine göre bu saldırıları gerçekleştiren “kötü karakterler var, bunun toplulukla ilgisi yok”.
Tophane sakinleri arasında bu saldırıya dair tek bir algılama biçiminden bahsetmek mümkün değilse de farklı çözüm önerileri olabileceği de aşikâr. Fakat farklı çözüm önerileri neden konuşulamıyor? Sanat mekânlarına ve bazı işyerlerine yönelik tehdit ve saldırıların hâlâ devam ettiğini düşünürsek, bu sürekliliği mümkün kılan nedir? Mahalle kimliğinin bir parçası haline gelmiş bu şiddet, belli gruplar tarafından nasıl kullanılıyor ve meşrulaştırılıyor? Bir sonraki yazıda yakın zamanda meydana gelen olayları özetleyip, bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım.