Bu yazı dizisinin ikinci bölümünü oluşturan “Tophane halkı neyi istemiyor?” başlıklı yazıda 2010 yılında Tophane’de çağdaş sanat galerine yönelik saldırının mahalleli tarafından nasıl algılandığını anlatmıştım. Mahalleye yeni taşınan galeriler ve mahalleli arasındaki ilişkiler nasıl? 2010’da gerçekleşen saldırıyı bir linç girişimi olarak görebilir miyiz? Mahalleyi saldırıda harekete geçiren nasıl bir motivasyondu? Bu bölümde bu sorulara yanıt arayacağım.
21 Eylül 2010 akşamı Tophane’deki beş galerinin ortaklaşa düzenledikleri sergi açılışına katılan ziyaretçilerin bir güruh tarafından saldırıya uğraması çağdaş sanat ortamında bir şok etkisi yarattı. Daha önce birçok kez devlet veya sivil vatandaş tarafından çağdaş sanat sergileri ve sanat eserleri engellenmiş veya sansürlenmişti, fakat doğrudan böyle bir şiddete maruz kalmamışlardı. Çağdaş sanatın şehirlerin daha risksiz bölgelerinde (İstanbul’da Beyoğlu, Nişantaşı gibi semtler) üretildiği ve sergilendiği için farklı yaşam pratikleriyle pek yan yana gelmemesi ve böyle açık bir çatışmanın içinde yer almaması bu şokun nedenlerinden biriydi.
Nitekim, bu hadiseden sonra galeriler dışarıya içkiyle çıkanları engellemek amacıyla kapıda güvenlik görevlisi bulundurmaya ve açılışlar sırasında mahalleyi rahatsız etmeyecek şekilde etkinliklerini planlamaya başladılar. Fakat tüm bu önlemlere rağmen 9 Mayıs 2014 tarihinde Boğazkesen üzerindeki Mixer galerisinde bir olay gerçekleşti.
Sergi açılışı sırasında dışarıda biriken kalabalıktan rahatsız olan dört kişi tehditlerle galerinin camını kırdı. Bunun üzerine ziyaretçiler içeriye kaçıp polisi beklemeye başladı. Galeri yöneticileri mobeselerden tespit ettikleri kişilerden şikayetçi oldular. Karakolda, saldırganların özür dilemesi şartıyla uzlaşma protokolü imzalamayı önerdiler ve ‘’mahalle büyükleri’’yle bir araya gelerek protokolü imzaladılar.
Yine benzer bir olay, Şubat ayında Daire Sanat Galerisi’nde gerçekleşti. Galeri, ilk saldırıdan bir ay sonra kiraların görece ucuzluğu nedeniyle ve daha fazla ziyaretçi çekmek amacıyla Cihangir’den Tophane’ye taşınmıştı. Galeri yöneticisi tedbirini baştan almış ve dışarıda içki içilmesini engellemek amacıyla sergi açılışlarında kapıya bir görevli yerleştirmişti. Olay, sergi açılışı sırasında dışarıda bir çiftin mahallelinin deyimiyle “sokakta sevişmeleri” nedeniyle uyarılması ve bu uyarıya “yeşil mantolu” erkek ziyaretçinin tepki göstermesi ile patlak verdi. Tartışma sürerken mahalleden erkekler galerinin önünde toplanmaya başladı. Galeri yöneticisi “mahallede böyle ahlaksızca davranılamayacağını” söyleyen grupla konuşmaya ve olayın nasıl geliştiğini anlamaya çalışırken, gerginliğin yükselmesiyle tüm ziyaretçileri galerinin içine alıp polisi beklemeye başladı.
Mahalleli, galeri yöneticisi tarafından arabuluculuk yapması için çağrılan mahalle büyüklerinden, “yeşil mantolu”nun özür dilemesini talep etti. Olay esnasında fotoğraf ve video çeken ziyaretçilerin tehditle bu görüntüleri silmeleri sağlandı. Tüm bunlar polisin gözleri önünde gerçekleşti.
Bu hadise üzerine görüştüğüm galeri yöneticisi Selin Söl’e 2010’daki saldırının Tophane’ye taşınma kararını nasıl etkilediğini sordum. O dönem olayın duygusal tramvasını bizzat yaşamadığından taşınma kararını verirken daha iyimser olduğunu ve sergi açılışlarında dışarıda içki içilmesini engellediği sürece semt sakini ile herhangi bir sorun yaşamayacağını düşündüğünü söyledi. Söl ayrıca çevre esnaftan alışveriş yapmaya özen göstermiş ve birkaç sergi açılışında gürültü nedeniyle polis çağıran komşusuyla görüşerek anlaşmazlıkları yüz yüze çözmeye çalışmış.
Ancak Söl artık bu kadar iyimser değil. Olayın zaten önlem aldıkları içkiden değil, bir çiftin sokakta yakınlaşmasından çıkması ve mahallelinin kendisinden böyle davrananlara da müdahale etmesini, bir nevi kendi deyimiyle “ahlak bekçiliği” yapmasını talep etmesi galerinin oradaki varlığını güçleştirmiş görünüyor. Söl, olaydan sonra sanatatak sitesinde “yok, olamayacağım” başlığıyla yazdığı yazıda şöyle diyor:
“Ben’liğimin, başkalarının değer yargılarının üstünlüğü adına sindirildiğini hissettiğim bir çevrede, hele hele 14-15 yaşında, bıyıkları henüz yeni terlemiş gencin bana ‘sen kadınsın, konuşma’ diye haykırmasına müsamaha gösterilen bir yerde, kalmam. Bu onları kazanmış mı addeder? İnsanlık namına? Allah katında? Hiç zannetmiyorum…”
Gezi eylemleri sırasında Tophane’de sopalı grupların eylemcilere saldırdığı görüntüler sosyal medyada dolaştı ve tepki ile karşılandı. Tophanelilere göre, “Esnaf dükkânların camlarını kıran eylemcilerin saldırılarına karşı kendini korumak zorundaydı. Protestocular esnafı tahrik ediyorlardı, böyle bir durumda esnaf da sorunu kendi yöntemleriyle çözüyordu”. Gezi eylemlerinin toplumu ikiye bölen etkisi mahalledeki ilişkilerde bir kırılma yarattı. Yaptığım görüşmelerde, özellikle Gezi eylemlerinden sonra mahalleli ve yeni gelenler arasında temassızlığın, iletişimsizliğin, veya “tatsızlığın” arttığı sıkça dillendirildi. Bir esnaf Gezi eylemleri sonrası durumu şöyle tarif etti: “Olaylardan sonra bir tuhaflaşma olmuştur. Eski samimiyet olmadı.”
Galeri yöneticilerinden biri ise Gezi eylemlerinden sonra farklılıklara toleransın iyice azaldığını, esnafla aralarında restleşmeye varan tartışmaların yaşandığını ve dilin karşılıklı olarak bir nebze sertleştiğini söyledi.
Bir süre Tophane’de yaşamış olan antropolog-gazeteci Ayşe Çavdar, ilk saldırı ile günümüzdeki olayların motivasyonlarının farklılığına işaret ederek, “günümüzdekilerin artık bir performansa dönüştüğünü” iddia ediyor:
“İlk saldırı bir refleksti. Bu refleksin işe yaradığını görünce devam ettiler ve nihayet bu bir performansa dönüştü. İlki kamuoyunda görünürlük sağlayınca, hadi bakalım deyip devam ettiler. Kendilerini Tayyip Erdoğan'a çok yakın hissediyorlardı en başından bu yana. 'Onun için zamanında çok para topladık. Şimdi mahallemizi başkalarına vermeye çalışıyor' diyorlardı. Galataport hem umutlarını hem endişelerini artırmıştı. Bir yandan sahip oldukları yerden nihayet para kazanma umudu vardı, bir yandan da Tarlabaşı'nda olduğu gibi oyuna getirilip umdukları kazancı elde etmeden mahalleden uzaklaştırılma endişesi. Belediyeye gidemiyorlar, gitseler bile açık bir cevap alamıyorlardı. Ama artık mahallelerini korumak için yapmıyorlar bu performansı. Ucunu gördükleri bir rant var. Bu rantı elde edebilmek için ortaya konulan bir performans bu. Örgütlü ve bilinçli bir şiddet performansı bu. Mevcut kutuplaşma içerisinde bir söz söyleme çabası olarak da görülebilir bu yönüyle. Türkiye zaten yarılmış durumda, onlar da bu yarılma içindeki yerlerini belli ederek taleplerini elde etmede bir avantaj sağlamaya çalışıyorlar. Demek istiyorlar ki, ‘bu şehir sizin değil, bizim.' Günlük şiddettin yansımasından başka bir şey değil bu anlamıyla. Çünkü dönüşüm, hızıyla ve kapsayıcılığıyla bu şiddeti en küçük sokak aralığına kadar yaygınlaştırıyor. Bu insanlar da kendi destekledikleri siyasi güç tarafından yerinden ediliyorlar. Bu noktada da başka bir çatışma görünürleşiyor. Geleneksel ve neo-İslam arasındaki yarılmadan kaynaklanan çatışma. Tophaneli alanını koruyamasa, içten içe mahalleyi ve umudunu kaybetmekte olduğunu görse de, namını korumaya çalışıyor.”
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Biray Kolluoğlu da “Beş yıl önceki saldırıda olduğu gibi günümüzdeki olayları mutenalaşma gibi dinamiklerle açıklamanın yetersiz olacağını” belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
“Oradaki saldırıyı mutenalaşma ile sanat dünyasının oraya girmesiyle, iki farklı grubunun karşılaşmasıyla anlayabileceğimizi düşünmüyorum. Mutenalaşma her zaman böyle bir çatışma yaratmak zorunda değildir. Bence zaten içinde bulunduğumuz artan faşizm ve polarizasyon bu karşılaşmaların bu kadar düşmanca olmasını sağlıyor.”
Mahalleyi çok iyi bilen muhafazakâr kanattan bir sanatçı ise bu şiddet eylemlerinde üç etkiden bahsedilebileceğini söylüyor:
“İlki, Tophane’ye içkin olan psiko-sosyal dinamikler, yani kabadayılık, bıçkınlık gibi. İkincisi mahalle sakinleri ve yeni gelenler arasındaki ideoloji ve yaşantı farklılıkları. Üçüncü etken ise makro dil, yani devletin şiddet dili.”
Sanatçıya göre “Bu bağlamda birbirinden farklı iki grubu nerede yan yana getirirseniz getirin, benzer bir çatışmaya yol açacaktır. Bu sebeple, meseleyi tek bir bölge üzerinden anlamaya çalışmak, o yeri değersizleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bunun yerine şu soru sorulmalıdır: Neden farklı yapılar bir yerde iktidar alanı kurduklarında bu kadar kolay şiddet üretiyorlar?”
Sistematik saldırıların dışında Tophane’de şiddetin kanıksandığını gösteren nitelikte münferit tehdit ve saldırılar da gerçekleşiyor. Benim yaptığım söyleşilerde dile getirilen birçok olay, mesela “öpüşen çiftlerin, camii etrafında içki içen gençlerin “sertçe” uyarılması, silah sesinden korkup koşmaya başlayan birinin veya yıllardır mahallede yaşayan bir sanatçının bir tartışma nedeniyle hareket edemez hale getirilinceye kadar dövülmesi, bir erkek turistin apartman içine çekilerek tartaklanması” gibi olaylar bunlardan birkaçı. Üstelik bu şiddet sanıldığı gibi sadece yeni gelenlere veya “mahallenin hassasiyetlerine uygun davranmayanlar”a yönelik değil. Mahalledeki aileler ve esnaf arasında da kişisel meselelerden dolayı, mesela park yeri yüzünden kavgalar çıkabiliyor. Bunlar sıradan bir mahalle yaşantısının doğal olayları olarak görülebiliyor. Görüşmecilerden birinin “kavgada ölünür, bunu kimse yadırgamaz, yanlışlıkla ölen çok oldu” sözleriyle ifade ettiği gibi şiddetin sonuçları burada olağan karşılanabiliyor. Fakat şu sorular hâlâ geçerliliğini koruyor: Böyle bir şiddet nasıl destek görüyor, meşrulaşıyor? Her mutenalaşma deneyiminde veya farklı yaşam pratiklerini yan yana getirdiğinizde böyle bir şiddet kaçınılmaz mı? Şiddeti sıradanlaştıran mekanizmaların, mahalledeki ideolojik yapılarla ilişkisi nedir?
Görüşmelerde aktarıldığı üzere tehditlerin ve saldırıların nedenleri farklıydı. Kimisi oradaki bir sanat eserinden dolayı, kimisi çağdaş sanat mekânlarında küçümsendiğini düşündüğünü için, kimisi sergi açılışlarına gelen ziyaretçiler sokakta öpüştükleri, içki içtikleri, kimisi ise galericilerin tavırlarından hoşlanmadığı için tehdit ediyor veya şiddet uyguluyordu. Başka bir deyişle her zaman bir “günah keçisi” bulunuyordu.
Bu, tam da Tanıl Bora’nın Türkiye’nin Linç Rejimi başlıklı kitabında anlattığı çeşitli linç girişimlerinde görülen “linci haklılaştırma” çabası. Polisin ve yerel yönetimlerin mahallelinin “huzurunu bozan” gruplara gerekli cezayı vermediğini ve müdahale etmediğini düşünen mahalleli meseleyi kendi yöntemleriyle çözmeye karar veriyor, cezayı kendisi kesiyor. Bu tepkilerini ise Bora’nın sözleriyle, “Tepkinin kontrol edilemez dışavurumu olarak doğallaştırıyorlar”. Başka bir deyişle, o kadar tahrik oluyorlar ki, lince varan tepkileri “eksik adaleti, eksik polis önlemini ikame etmek üzere devreye giren bir doğal âfet gibi izah ediliyor”. Hukukun askıya alındığı, hukuksuzluk ânının normalleştiği bu durumlarda devletin devlet dışı aktörlerle işbirliğine tanık oluyoruz. Devlet linci bir yönetme tekniği olarak kullanıyor; kendi tekelindeki şiddeti bir süreliğine bu aktörlere devrediyor, lincin faillerini milli, dinî hassasiyetler gibi gerekçelerle destekliyor, onları hukuki yaptırımlardan azade kılıyor. Devletin suç ortaklığı, bundan güç alan ve üstelik herhangi bir yaptırım ile karşılaşmayacağını bilen güruhların korkusuzca linç eylemlerine yeltenmelerine neden oluyor.
Saldırıda yaralanan sanatçılardan biriyle yaptığım görüşmede Tophane’deki saldırının motiflerini şöyle betimlendi:
“Tophane’deki bir kavga değil, saldırıdır. Spontane değil, organizedir. Hangi grup tarafından gerçekleştirildiği belirli bir saldırıdır. Liderler vardır. Uygulayıcılar vardır.”
Bunun bir linç girişimi olduğunu düşünen sanatçıya göre, saldırıdan sonra açılan davada cezasızlığa ve hukuksuzluğa bir meyil olması, bu linç girişiminin devlet tarafından da takdir edildiğini gösteriyor.
Nitekim, devlet temsilcilerinin sivil toplum kurumlarına, gazetecilere, akademisyenlere ve sanatçılara yönelik gayrimeşrulaştırıcı, marjinalize eden ve farklı kimlikler ve sınıflar arasındaki yarılmayı pekiştiren söylem ve pratikleri de linç girişimlerinin yolunu açıyor ve bu girişimleri meşrulaştırıyor.
En açık örnek; İdris Naim Şahin’in yaptığı bir konuşmada sanatçıları, hatta sivil toplum kurumlarını ve akademisyenleri “terörün arka bahçesi” olarak nitelemesiydi. Tayyip Erdoğan 2012’de devlet ve şehir tiyatrolarını özelleştireceğini duyurduğu günlerde Kahramanmaraş mitinginde şöyle demişti:
“(Bu sanatçılar) barların önlerinde viski, bir elleri çenelerinde, kaşları hafif yukarıda, bilgiç bakışlarla, hiçbir şey üretmeden sadece hakaret ederler. Tiyatrodan sadece bunlar anlar. Sinemadan, müzikten, heykel, resim edebiyattan sadece bunlar anlar. Bunlar milleti beğenmez; milletin alın terini beğenmez; milletin kültürünü, tercihini beğenmezler. Yıllarca karikatürlerle aşağıladılar bu milleti. Yıllarca köşelerinden, ekranlarından aşağıladılar. Yıllarca oyunlarında, filmlerinde, yazılarında bu ülkenin gerçek hizmetkarlarını; din adamlarını aşağıladılar.”
Araştırmamda merak ettiğim diğer bir konu, saldırganların motivasyonlarıydı. Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Murat Paker’in Psiko-politik Yüzleşmeler adında kitabında yer alan, “Bir insan kalabalığı, hangi durumlarda ve ne tür saiklerle hedef olarak seçtiği kişileri yok etmeye yönelik bir linç saldırganlığı sergileyebilmektedir?” sorusuna görüşmemizde verdiği yanıtları aşağıdaki söyleşide okuyabilirsiniz.
Yazı dizisinin dördüncü bölümünde de mahallenin kendi güvenliğini nasıl sağladığını ve mahallenin polisle ilişkisini ele alacağım.
Tophane’de gerçekleşen galeri saldırılarında mahalleli tehdit altında olduklarından bahsediyor. Bu tehdit algısı nasıl oluşuyor?
Bütün insan topluluklarının sosyal kimlikleri var. Din bunlardan biri. Kimliklerimize ne kadar bağlıysak öteki saydıklarımıza karşı ayrımcılık yapma, onların değerlerini negatif görme ihtiyacı artıyor. Kimliğimizle aşırı özdeşim içinde değilsek ötekilere sert davranmamız gerekmiyor. Aşırı özdeşim içinde olmak sosyal grubu homojenize etme isteği doğuruyor. Ötekileri de kendi içinde homojenize ediyoruz. “Biz farklıyız” dediğimiz bir ortamda negatif önyargıların ayrımcılıkların ortaya çıkması kolay oluyor. Şiddet eylemlerine kadar uzanan bir ayrımcılık yelpazesinden bahsediyoruz. Kendi kimliğimizle özdeşim meselesi ne kadar mesafeli ise o kadar demokrat bir kimlik kurgusu içeriyor demektir. Saldıranlar muhafazakâr, dindar, Müslüman mahallesinde içki içirtmeyiz diyen bir kesim. Müslüman kimlikleriyle aşırı özdeşleşim içinde olanlar diğerleriyle burun buruna geliyor. Bu durum, demokratik kimliğin olmadığı bir yerde tartışma konusu oluyor. Şöyle düşünelim: Başından beri kimliğini buna göre düzenlemiş, bir sürü arzusunu bastırmış. İçine doğduğu kültürü yeniden üretiyor. Onun için mutlak doğru bu. Sakındığı şeyler burnunun dibine geliyor. Farklı bir hayat tarzları olması bir tehdit olarak yaşanıyor. Çünkü hayatın başka türlü yaşanabileceğini gösteriyor. ‘’Çocukları nasıl kendi inançlarımızla şekillendireceğim’’ sorusunu sormaya başlıyor. Çokkültürlü bir mahallede büyümek zaten tehdit unsuru. Seçenekler artınca körlemesine inanç azalıyor. Özellikle genç kuşaklarda saflığın bozulma ihtimali artıyor.
Topluluklar bu tehdit altında oldukları duygusuyla nasıl başa çıkıyorlar? Saldırmak dışındaki yollar nedir?
Bu tansiyonla nasıl başa çıkılabilir? Ya dinî bir tavırla, ben onlara tebliğ edeyim, vakit harcayayım, sonunda yola gelirler diyorlar, ya da doğru bildiğinin dışındakilere saldırıyor. Yeter ki burnumun dibinde olmasın diyor. Üçüncü yol ise farklı hayat tarzlarını kabul etmek. Fakat bu mutlak doğruyum iddiasından ödün vermek demek, ki Müslümanlıkta bu geçiş kolay değildir.
Ötekinin kalabalık olması tehdit algısını büyütebiliyor. “Kalabalık mı olacaklar? Yoksa azınlıkta mı kalacağız” diye soruyorlar. Belki tek tek sanatçılar mahallede çalışma yapınca tehditkâr olmuyor.
Tehdit algısının oluşmasında hassasiyetler nasıl bir rol oynuyor?
Hassasiyetler, hayatın kodlarına değdiği için önemli. Her sosyal grubun hassasiyetleri var. Bunları ne kadar gözden geçireceğiz, asıl önemli olan bu. Hassasiyetler üzerinden grupların ne kadar kolay kışkırtılabildiği ve başkalarını ne kadar ezebildiği ile ilgili bir mesele.
Galeri saldırısının linç girişimleriyle ilgili benzerlikleri mevcut. Bununla ilgili sizin yorumunuz nedir?
Tophane hafif türde bir linç girişimi. Daha çok korkutma amaçlı. Sindirme amaçlı. Had bildirme amaçlı. ‘’İçki içerseniz kafanızı kırarız’’ diyorlar.
Linç için grup kışkırtılmaya hazır haletiruhiyede olacak. Gözettiği belli hassasiyetleri olacak. Saldırının zemini hazır olacak. Ortamda çeşitli huzursuzluklar olacak ve bunlar konuşuluyor olacak. Böyle bir zemin varsa zemini harekete geçirecek kıvılcımlanma lazım. Bu bir provokasyon olabilir. Dışarıdan birileri geliyor ve içeriden birileri ile iletişim kurabiliyorlar. Ama illâ böyle olmasına gerek yok. Sosyal tansiyonun arttığı durumlarda agresif potansiyel varsa kendi liderlerini ortaya çıkarıyor. Ağzı laf yapan bir lider bulunuyor. Zemin hazırlanmış, ortada homurdanma varsa ve kıvılcımlanma olmuşsa linç başlıyor. O an bir savaş ânı gibi. Grup içinde bireyler akıl, fikir ve vicdanlarını lidere devrediyorlar. O yüz kişiden biri oluyorlar. Kalabalıkla çok güçlü hissediyorlar, kendi gücünün bin katını hissediyor. Böyle durumlarda bireysel inisiyatif azalıyor. Sorumluluk tüm katılanlara dağılıyor. Olay sonrasında eğer yargıya intikal ederse, tek yumruk attım diyerek kurtulmaya çalışıyor. Hem büyük grubun gücünü hissediyor, hem de suçlandığında kendini vicdanını sorumlu kılmıyor.
Linç nasıl meşrulaştırılıyor?
“Hassasiyetlerimiz var, rencide oluyoruz, yasalar yetersiz, bu yüzden iş başa düşüyor, biz yasa oluyoruz” diyorlar. Aslında iktidar “haddinizi bilin” dese, bu saldırılar soruşturulsa vakalar durur. Eğer hala devam ediyorsa devlet açısından onların da kullandığı bir disiplin yöntemi olduğundandır.
YARIN: 'Tophaneli kendi adaletini kendi uyguluyor'