Tracey Emin'e, Londra'da bu ay ortasında açılacak* sergisiyle ilgili yüz yüze söyleşi teklifi getirdiğimde bana sanatçının ancak telefonla söyleşi yapabileceğini belirtiyorlar. Sanatçının elli yedi yaşında olduğunu göz önünde bulundurarak ilk önce bunu Emin'in, Covid - 19 pandemiği dolasıyla almış olduğu sağduyulu bir karar olarak değerlendiriyorum, her ne kadar böyle bir tutum, sanatçının, yıllar içerisinde en mahremini ifşa eden sanat pratiğiyle paralel olarak iyice zihnimde pekişmiş olan asi ve cesur imajıyla pek örtüşmese de.
"İstanbul'dan mı arıyorsun?" diyerek ilk soruyu bana o yöneltiyor telefonunu açar açmaz, sabırsız bir girişkenlikle. Ses tonunun bir genç kız berraklığında oluşu ilk etapta beni şaşırtıyor.
Sanatçıya senelerdir Londra'da yaşadığımı ve onu Londra'dan aradığımı belirtiyorum. Konuşmamızın ilerleyen safhasında bana Kıbrıs Türkü babasıyla eskiden her yıl Kıbrıs'a ve sık sık Türkiye'ye gittiklerini ve ayrıca gençliğinde Türkiye'nin birçok yerini tek başına gezip dolaştığını belirtiyor. Ancak babası on yıl önce vefat ettikten sonra Kıbrıs'a ve Türkiye'ye karşı duyduğu aidiyet hissinin bir nebze azalmasının sebebini, kendini sorgulamak şartıyla, şu şekilde açıklıyor: "Bir insan nasıl daha gençken kendini daha fazla Türk hissedebilir ki? Ama sanırım çocukluğumda, gençliğimde babamla vakit geçiriyor olduğumdan dolayı kendimi daha fazla öyle hissediyordum."
Emin'le söyleşi için randevulaştığımız günün sabahında, stüdyo menajeri Harry beni arıyor. Sanatçının kendini o gün iyi hissetmediğini belirttiğinden saat 12'deki randevumuzu, saat 2'ye almayı kararlaştırıyoruz. Son yıllarda, menopozun dayattığı uykusuzluk sorunuyla birçok kadın gibi Emin de yüzleşmek zorunda kalmaya devam etmekte. Hatta 2019'da Insomnia adlı sabaha doğru uykusuzluğun ıstırabıyla cebelleşmek zorunda kaldığı anlarda sanatçının yatakta çektiği kendi selfilerinden oluşan yerleştirmesi, White Cube galerisinin Londra-Bermondsey şubesinde o döneme ait yeni çalışmalarıyla birlikte sergilenmişti. Sanatçının yine uykusuzluğa maruz kaldığı bir gece geçirmiş olabileceğini aklımdan geçirerek, ona ilk sorumu yöneltmeden önce, kendisini bugün nasıl hissettiğini soruyorum.
Emin, benimle yataktan konuşuyor olduğunu belirtikten sonra, "Çok ağır kanser geçirdim," diye hiç hazırlıklı olmadığım bir açıklamada bulunuyor ve ardından sesi titreyerek ekliyor: "Sadece iki ay önce ölmeyeceğimi öğrendim."
Emin bana, kemoterapinin işe yaramadığı türden bir kansere yakalandığını, jinekoloğuna geçtiğimiz Haziran'da yaptığı bir ziyaretten sonra öğrendiğini söylüyor. Apar topar büyük bir ameliyat geçirmek zorunda kaldığını ve doktorların bu ameliyat sırasında, daha fazla vücuda yayılmadan evvel, kanserli kısımları temizlemeyi başarabildiklerini açıklıyor.
"Ama hayatım hiçbir zaman aynı olmayacak. Artık bir engelim var. Bir stoma torbası takıyorum. Yürümekte zorluk çekiyorum, kendimi çok zayıf hissediyorum ve ameliyattan sonra toparlanmam altı ay ile bir yıl arası gibi bir süre alacak. Ama önemli olan, kanserin gitmiş olması. Bu çok iyi bir haber," diyor, geçiriyor olduğu tüm zorluklara rağmen hayata tutunabiliyor olmanın minnettarlığıyla.
Derin bir nefes alıp verdikten sonra ona geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum ve ardından konuyu Norveçli ekspresyonist Edvard Munch'la Royal Academy of Arts'ta bu ay ortalarında açılacak ortaklaşa sergisine getiriyorum. Emin'e, bu serginin onun için adeta yıllardır kurduğu bir hayali nihayet gerçekleştiriyor olmanın büyük heyecanını taşıyor olması gerektiğini belirtiyorum. Munch, Emin'in sanat öğrenciliği yıllarından beri hayranlık duyduğu ve her etapta, sanatına büyük bir esin kaynağı olarak nitelendirdiği bir sanatçı. Öyle ki Emin daha sanat kariyerinin ilk yıllarında, Munch'ın akıllara kazılmış, anksiyete yüklü Çığlık (1893) tablosuna bir çarpıcı videoyla atıfta bulunmuştu. Homage to Edvard Munch and All My Dead Children** videosunda, Munch'ın bu ikonik eserinin arka planında resmettiği Oslo'daki o tahta iskelede, Emin çırılçıplak, cenin pozisyonunda yatarak acılı feryatlar atar. Bu eser aynı zamanda sanatçının kürtaj yolluyla aldırmak zorunda kaldığı iki çocuğuna bir ağıttır.
Emin ilk önce, sanki telefonda yakın bir kız arkadaşıyla sohbet ediyormuşçasına, esprili ve enerjik bir tavırla sergi hazırlıkları sırasında yaşadığı birkaç komik anekdota değiniyor. Bunlardan en akılda kalanı, Emin'in Oslo'daki Munch müzesindeki arşivlerde ressama ait suluboyalara bakarken yaşanıyor. Resimlerden birini incelerken, "19. yüzyılda duyguyu yakalamayı başaran adam," olarak tanımladığı Munch'ın yaratmış olduğu bir eserin üzerine nefesini soluyor olmanın farkındalığı, bir anda onu göz yaşlarına boğuyor. Müze görevlileri hemen Emin'i eserden uzaklaştırmak zorunda kalıyorlar, Munch'ın suluboya resminin Emin'in gözyaşlarıyla ıslanması halinde 100 yıllık arayla gerçekleşecek bir işbirliğini engellemek amacıyla.
Emin, ardından bana, Munch müzesiyle bu sergiyi geçekleştirebilmek için tam dört yıl boyunca birlikte çalıştıklarını anlatıyor. Müzenin arşivlerinde, bine yakın Munch'a ait çerçevesiz resimleri büyük bir dikkatle tararken bunun onda bir yakın arkadaşının stüdyosunu ziyaret ettiğinde uyandırabileceği tarzdan sıcak duyguları uyandırdığını ifade ettikten sonra şunu ekliyor, "Bu benim için çok heyecan verici bir fantezi, bir hayal, tarihle, geçmişle, bir sevgiliyle el ele tutuşmak gibi bir şey."
Sergi için eser seçiminde, Emin özellikle Munch'ın kadın cinselliğiyle olan kompleks ilişkisine yer veren resimlere odaklanmayı tercih etmiş. Sergide Munch'a ait 19 suluboya ve yağlıboya çalışma ve Emin'e ait 25 eser yer alacak. Bunların bir kısmı neon, heykel ve bir kısmı da Emin'in ilk defa sergilenecek olan resimleri olacak.
Serginin başlığını (The Loneliness of Soul – Ruhun Yalnızlığı) nereden esinlenerek koyduğunu sorduğumda, Emin şöyle bir açıklama getiriyor:
"Munch'la aramızdaki ortak noktaları düşünüyordum. Her ikimiz de bekâr kaldık, her ikimiz de çocuk sahibi olamadık, her ikimiz de konu olarak sık sık işlerimizde ruhu irdeliyoruz ve dışarıdan oldukça yalnız gözükmekle birlikte aslında öyle değiliz."
Bir insan evli, hatta çocuk sahibi olsa da ya da etrafını sıkı bir arkadaş çevresiyle sarsa da, aslında hepimizin bir şekilde yalnız olduğu kanısında olduğumu Emin'e belirtiyorum. Ancak o benimle hemfikir değil ve verdiği cevaptan öyle anlaşılıyor ki, bana göre hayata çok daha romantik bir pencereden bakıyor.
"Eğer ruh ikizini tanıma imkânına sahip olursan hayatta yalnız olmuyorsun, sadece yalnız doğuyoruz ve yalnız ölüyoruz, ki ben aslında ikizimle doğduğumdan yalnız bile doğmadım. Ben, herkesin bir ruh ikizine sahip olduğuna inanıyorum, ama bazen bu kişileri tanıma imkânına sahip olamayabiliriz, çünkü ya bizden önce ölmüştürler ya da onlar bir köşeyi döndükleri sırada biz o köşeye zamanında yetişemediğimizden onlarla hiçbir zaman karşılaşamamışızdır."
Emin, ilk olarak, ünlü koleksiyoner Charles Saatchi'nin, 1997'de Londra'da Royal Academy of Arts'ta düzenlediği Sensation sergisinde yer alan, 1963–1995 Arasında Uyuduğum Herkes (1995) adlı, içinde erkek arkadaşlarının, kürtajla aldırdığı fetüslerin, aile fertlerinin, dostlarının tek tek aplike edilmiş isimlerine yer veren bir çadırdan oluşan yerleştirmeyle kendinden söz ettirmişti. Ardından 1999'da Tate Britain müzesinde her yıl verilen Turner ödülüne aday olan sanatçılardan biri olarak sergilenen Yatağım (1998) isimli, boş votka şişeleri, izmaritler, kullanılmış prezervatifler ve daha birçok eşya ile çevrili, buruşmuş, kaymış çarşaflı bir yatak, yastıklar ve yorgandan oluşan enstalasyonla yine gündem yaratmıştı. Kanımca, bu iki çalışması da, sanatçının külliyatında mahremden olabildiğince sakınmayan, özgün, otobiyografik tarzının en başarılı örneklerini temsil ediyorlar.
Emin, çocukluk ve gençlik yıllarını, İngiltere'nin güneybatısında bir sahil kasabası olan Margate'de geçirdi. Burada, on üç yaşından itibaren maruz kaldığı tecavüzler, ve daha sonra yaşamış olduğu (kürtajlar gibi) başka travmalar, tekrar tekrar sanatında, bazen soyuta kaçan betimlemelerle, bazense çalışmalarına sık sık dahil ettiği elemli, isyankar mısralarla, ya da eserleri için seçtiği aynı tonda başlıklarla karşımıza çıkıveriyor, bir türlü kabuk tutmak bilmeyen yaralar gibi. Munch'da çocukluğunda annesini ve ablasını yitirmenin sarsıntısıyla yüzleşmek zorunda kalıyor ve yaşamı boyunca yaşadığı travmaları resimlerinde konu olarak işlemeye devam ediyor.
Sanatçıya "Sence geçmiş travmalarımızdan bir gün kurtulabilir miyiz?" sorusunu yönelttiğimde, "Arka planda, daha silik bir hâl alabilirler, nerdeyse yok olmaya yüz tutmuş hayaletler gibi, fakat aniden bir şey onları tetiklediğinde, son derece canlı ve kuvvetli bir şekilde geri dönerler. Hiçbir zaman onlardan tümüyle kurtulamayız, ancak bu travmaları etraflıca işleyebilmek çok katartik ve sağlıklı bir şeydir. Bu yüzden sanatçı olduğum için kendimi çok şanslı görüyorum," diye yanıtlıyor.
Emin'e günümüzün öncü kadın sanatçılarından birisi olarak, yıllar içerisinde sanat dünyasında hiç cinsiyetinden dolayı ayrımcılık yaşayıp yaşamadığını soruyorum. Sanatçı anında cevabı yapıştırıyor:
"Hiçbir zaman kadın olduğum için bir şeyi yapamayacağımı düşünmedim. Çünkü bir şekilde her badirenin üstesinden gelebildim. Ayrıca, ikiz bir erkek kardeşimin olması, hep onu, büyürken, kendime bir eşit olarak görmem bana oldukça bu konuda yardımcı oldu. Her zaman asıl en büyük engelim gelmiş olduğum sosyal çevre oldu. Fakir bir sosyal çevreden gelmiş olmam, on üç yaşında okulu bırakmış olmam, düzgün bir eğitim alamamış olmam hep benim için büyük engel teşkil eden unsurlardı. Bunlardan dolayı on kat daha fazla çalışmam gerekti."
"Ancak şu var, yirmi yıl önce, çalışmalarımda işlediğim belli başlı temalardan dolayı insanlar hep beni şikâyet etmekle, sızlanmakla suçlarlardı. Şimdiki ortamda ise, hiç kimse beni çalışmalarımda kürtaj ve tecavüz gibi konuların üzerine ısrarla gitmekle suçlamaya cesaret edemez, çünkü benim kadınlık konusunda önemli bir noktaya temas ettiğimi idrak edebilirler. Son yıllarda sanatta kadının sesi çok daha gür çıkmaya ve net duyulmaya başladı."
Bunun ardından sanatçıya, Türkiye'deki sanatsal olayları takip edip etmediğini sorduğumda bana birebir takip etmese de, Britanya'da bir Türkiyeli sanatçının sergisi olduğu takdirde bu serginin muhakkak hemen onun ilgisini çektiğini ifade ediyor.
"Son senelerde, sanatında resim ve heykel gibi daha tradisyonel üsluplara bir dönüş görüyorum," yorumunda bulunuyorum sohbetimizin sonuna yaklaşırken. Şöyle devam ediyor:
"Evet, bu kesinlikle doğru. Birkaç sene evvel dikiş dikmeyi bıraktım. Dikiş malzemelerimi kaldırdım, dikişçilerimin işlerine son verdim. Bütün vaktimi artık resim, çizim ve heykel yaparak geçirmek istiyorum, çünkü kendi kafamı dinlemek istiyorum, başkalarıyla stüdyomda konuşmak zorunda kalmak istemiyorum. Yıllar önce, hamileyken resim yapmayı bırakmıştım, çünkü boyaların kokusuna tahammül edemiyordum ve o yüzden dikişe başlamıştım. Son zamanlarda dikiş işlerimin el emeğiyle olmadığını düşünenler, resim olduğunu zannedenler oldu. Bir işte o kadar pürüzsüz bir noktaya erişildiğinde o işi bırakmanın zamanı gelmiş demektir. Ve resim yapmaya bayılıyorum. Mastırımı 1989'de Royal College of Art'da resim üzerine tamamlamıştım, bu yüzden aslında dönüp dolaşıp aynı yere gelmiş oldum. Şu aralar kendimi çok güçsüz hissediyorum ve en az altı ay çalışamayacağım, ama iyileşir iyileşmez tekrar coşkulu bir şekilde etrafa boyayı saçabilmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Yaşlandığımda ne de olsa bunu yapamayacağım – o zaman herhalde bir sandalyeye çöküp dikiş dikmeye döneceğim."
* Tracey Emin/ Edvard Munch: The Loneliness of the Soul, Londra Royal Academy of Arts'da 15 Kasım 2020 – 28 Şubat 2021 tarihleri arasında açık olacaktır. Ancak 5 Kasım – 2 Aralık 2020 tarihleri arası İngiltere'de kısmi sokağa çıkma yasağı getirileceğinden bu sergi muhtemelen ertelenecektir. Serginin yeni açılış tarihi için önümüzdeki günlerde Royal Academy of Arts'ın web sitesine bakabilirsiniz (https://www.royalacademy.org.uk).
** Edvard Much'a ve Bütün Ölmüş olan Çocuklarıma Saygı (1998)