Sezin Öney*
ABD Başkanı Trump’ın “Vizeler, Göç ve Mülteciler” üzerine imzaladığı başkanlık kararnamesinin perde arkası, içeriğinden bile ürkütücü. İlk olarak kararnameyi okuduğumda, belgenin çalakalem, muğlak ve ciddiyetten uzak dili beni şaşırtmıştı. ABD basınında, kararnamenin hazırlanışına dair yer alan bilgiler, bu tuhaf dilin sebebini ortaya koyuyordu. Beyaz Saray, kararname yazılırken, ilgili hiçbir kuruma danışmamış ve kararnamenin uygulamada yol açabilecekleri ile ilgili bilgi alınmamış.
Trump ve yakın çevresi, kararnamenin yazılışı esnasında İç Güvenlik Bakanlığı (Department of Homeland Security), Adalet Bakanlığı (Department of Justice), Savunma Bakanlığı (Department of Defense), Dışişleri Bakanlığı (Department of State) ve Ulusal Güvenlik Konseyi (National Security Council) gibi, kararnamenin içeriği ile bilgilendirilmesi, görüşlerinin alınması gereken kurumlardan hiçbiri ile temas kurulmamış. Normalde, bu kurumlardan hukukçuların kararnamenin sadece içeriği ile bilgilendirilmesi değil, aynı zamanda bu kurumların böylesi bir belgenin yazımında bilfiil görev alması, kendileriyle fikir alışverişinde bulunulması gerekir. Gene normalde, Adalet Bakanlığı’nın Hukuk Danışmanlığı Ofisi’nin her başkanlık kararnamesini, hukuka uygunluğu açısından gözden geçirmesi gerekiyor.
NBC televizyonundan Ken Dilanian’ın görüştüğü kaynaklar, Hukuk Danışmanlığı Ofisi ile böyle bir temas kurulmadığı gibi, kararnamenin taslak halinin Adalet Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi ve İç Güvenlik Bakanlığı tarafından incelenmek istendiğinde, Beyaz Saray’ın bu talepleri yanıtsız bıraktığını ifade etmiş. New York Times’ın bildirdiğine göreyse, ABD Gümrük ve Sınır Güvenliği ile ABD Vatandaşlık ve Göçmen Hizmetleri gibi, kararnamenin uygulanmasından sorumlu olan birimler de bilgilendirilmemiş, kararname ile ilgili, Beyaz Saray ile kısa bir telefon görüşmesi dışında bir temasları olmamış.
Bahsi geçen tüm bu kurumlar, kararnameyi imzalandıktan sonra inceleyebilmişler. Belge, sadece imzalanmadan dakikalar önce, İç Güvenlik Bakanı John Kelly’nin önüne gitmiş. Hâl böyle olunca, Cuma gününden beri, uygulamaya yönelik büyük bir kafa karışıklığı var. Öncelikle kararnamede, tam olarak kimin ABD sınırlarından içeri giriş yasağına tabi olduğuna ilişkin bir netlik yok. Dolayısıyla, çok geniş bir yorum yapıldığında, “Özellikle Kaygı Veren Ülkeler” listesindeki yedi ülke (Irak, İran, Somali, Sudan, Libya, Yemen ve Suriye) ile herhangi biçimde ilgisi olmuş herkesin ABD’ye girişi yasaklanabilir. Zaten, Green Card (Yeşil Kart) sahiplerinin ve çifte vatandaşlıkları bulunanların kapsama dahil olduğu konusunda da, bizzat Beyaz Saray’dan yetkililerin açıklamalar yapması, kararnamenin muğlak dilinin, “geniş yoruma” kapı açmak için kasten şekillendirildiğini düşündürüyor.
Son kertede bu kararnamenin yazılış biçimindeki “puslu ve gri” tarz, kapsamının çok kolaylıkla Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Pakistan, Afganistan gibi ülkelere doğru da genişletilebileceğinin bir işareti bana kalırsa. Özellikle de bu ülkeler, ABD ile işbirliğinde “sorun” çıkartırlarsa...
İç Güvenlik Bakanlığı’nın kendisi, Yeşil Kart sahiplerinin yasak kapsamında olmadığını öngörüyordu. Ancak, Trump’ın “şahin” iki baş danışmanı, Steve Bannon ve Stephen Miller’ın, İç Güvenlik Bakanlığı’nın bu kararına müdahale ederek, bu yedi ülkeden Yeşil Kart sahiplerinin de, yani daimi olarak ABD’de oturum hakkı bulunanların da yasaklı olduğunu “bildirdiği” belirtiliyor. Bannon, aşırı sağ çizgide yayın yapan Breitbart haber sitesinin kurucularındandı. Miller ise, Trump’ın ekibinde yer almadan önce fazla bir politik tecrübesi olmayan, “Beyaz Milliyetçisi” bir ideolojik çizgi oluşturmaya çalışan genç bir siyasetçi.
Bu ikili, Trump’ın yemin törenindeki konuşmasını da yazmıştı. Konuşmanın, ABD tarihinde bir başkanın yaptığı en “tuhaf” konuşmalardan biri olduğu yorumları da yapılmıştı. Trump, bir enkaz devraldığını vurguladığı konuşmasında, ABD’de “yozlaşmış elitlerin” neden olduğu bir “kıyımın” sürmekte olduğunu ve bunu durduracağını da öne sürmüştü. Trump’ın bu konuşması, gayet net biçimde, ABD başkanlarının geleneksel olarak “bütünleştirici” konuşmalarına ters düşen bir tondaydı. Bannon’un, “Baş Danışman ve Beyaz Saray Baş Stratejisti” sıfatıyla, alışık olunmayan biçimde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde (National Security Council) yer alacak olması da, Trump yönetiminde ne kadar etkin olduğunun başka bir işareti. Bannon, Konsey’e girerken, Konsey’de bulunması elzem olacak ve bundan önceki başkanların uygulamalarında Konsey’in daimi üyesi sayılan İstihbarat Başkanı veya Genelkurmay Başkanı “sadece gerektiğinde” toplantılara katılacak. Bannon’ın Trump yönetiminde oynadığı “beyin” rolü, Başkan’ın Putin ile telefon görüşmesinde yanı başında olmasından da belli.
Trump’ın, ABD başkanlarının hiç yapmadığı biçimde, daha yemin töreninin üzerinden sadece birkaç saat geçmişken, ikinci kez adaylığını koyması, kafasının şu anki görevinin gereklerinden çok ikinci kez seçilebilmekte olduğunu gösteriyor. 2020 seçimlerinde yeniden başkan olabilmek için de, Bannon’ın rehberliğine güvendiği belli. Sağ seçmeni kutuplaşma üzerinden kendisine kilitlemeyi amaçlayan bir siyasi çizgi yürüteceğe benzeyen Trump, Bannon’ın “alternatif sağ” (alt-right) ideolojisini de politik belkemiği olarak benimsiyor.
Bannon’ın ön plana çıkması ve Beyaz Saray’ın asıl yöneticisi gibi davranmasına karşılık, yönetim içinde farklı görüşler ileri sürenler de söz konusu. Beyaz Saray Özel Kalemi Reince Preibus, Yeşil Kart sahiplerinin, Kararname kapsamında olmadığını açıklayarak, Bannon ve Miller’a karşı bir tutum sergilemiş oldu. Buna karşılık Preibus, yasaklı ülkelere gitmiş herkesin daha sıkı bir güvenlik taramasından geçirileceğini de belirtti.
Amerikan Yurttaşlık Hakları Birliği (American Civil Liberties Union-ACLU), Trump’ın kararnamesine karşı davalar açtı; başka sivil toplum örgütleri ve avukatlar da kararnameye karşı, mahkemeye gitti. 100 kadar vaka için mahkeme başvurusu yapıldığı bildiriliyor. ABD genelinde, dört bin kadar avukatın, Kararname’nin uygulanmasına karşı havaalanlarında gönüllü olarak çalıştığı belirtiliyor. Şimdiye değin, New York, Massachusetts, Virginia ve Washington eyaletlerinde açılan davalarda federal hâkimler, ABD’ye ulaşmış mülteci, göçmen ve ziyaretçilerin sınırdışı edilmesine karşı kararlar aldılar.
İlk alınan kararda, Brooklyn’de federal hâkim Ann Donnelly, kararnamenin uygulanması konusunda geçici olarak yürütmenin durdurulmasına hükmetti. Mahkemenin bu kararı, ulusal çapta geçerli. Fakat bu karar sadece, ABD genelindeki havaalanlarına erişmiş olanların, ABD’de kalması ve geri gönderilmemelerine yönelik. Buna karşılık kararda, gözaltında tutulan bu kişilerin, serbest bırakılmasına yönelik bir ifade yer almıyor. Davayı açan ACLU, Hâkim Donnelly’nin henüz, Trump’ın kararnamesinin ABD yasalarına uygunluğu konusunda kararını açıklamadığına da dikkat çekiyorlar. ACLU, ABD’de havaalanlarında tutulanların isim listesine ulaşmaya çalıştıklarını da ifade ediyor. Buna karşılık, ABD dışından ülkeye dönmeye çalışanlar, mahkemelerin kararlarının kapsamında değil henüz. Ve onlar, uçaklara dahi alınmıyorlar.
Dahası bu mahkeme kararları, kararnamenin tamamen askıya alınması ve geçersiz sayılması anlamına gelmiyor. Yani, ABD genelinde, kararnameyi “sıfırlayacak” bir karar alınmış değil; alınabilir mi orası da tartışmalı. Başkanlık kararnamelerini torik olarak ancak Kongre “sıfırlayabilir”. Gene de, işin bu kısmına yönelik bile çok fazla farklı yorum var. Kongre, Başkanlık kararnamelerini aşacak bir yasayı oylayabilir; fakat Başkan’ın da bu yasayı veto etme hakkı var. Kongre de, üçte ikilik çoğunlukla, başkanın vetosunu veto edebilir. Başkan ve Kongre’nin zıtlaşmayıp, beraber çalışması ve orta biryolda buluşması da mümkün; tabii, söz konusu olan Trump olunca uzlaşmanın ne kadar söz konusu olabileceği meçhul. Cumhuriyetçilerin, Kongre’nin iki kanadında da, yani hem Temsilciler Meclisi, hem de Senato’da çoğunluğu olduğunu da unutmamak gerek. Ve Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğunun, Trump’ın bu kararnamesine yönelik olarak hala sessiz kalmayı tercih ettiğini de...
Öte yandan, ABD Yüksek Mahkemesi de kararnamelerin anayasaya aykırı olduğuna hükmedebilir. Fakat, ABD Başkanı Andrew Jackson, Yüksek Mahkeme’nin Cherokee’lerin haklarını ve özgürlüğünü savunan Samuel Worchester’ın mahkûmiyetine ve Cherokee halkının bağımsızlığına ilişkin verdiği kararı tanımamıştı. Bu olayların 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında olduğunu, köprünün altından çok sular aktığını iddia etmek mümkün. Ama, Trump’ın Oval Ofis’te resmini duvara astığı tek şahsiyetin Andrew Jackson olduğunu da anımsatalım.
Bu yazı ilk olarak P24’te yayımlanmıştır.