Türk Ceza Hukuku Derneği (TCHD) darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl (OHAL) uygulaması kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça'nın 68'inci gününe giren açlık grevleriyle ilgili olarak açıklama yaptı.
Gülmen ve Özakça'nın gün gün ölüme gitmelerine seyirci kalınmaması gerektiği vurgulanan açıklamada, "Sorumluların hiç vakit kaybetmeden anayasa ve yasalara uygun meşru sınırlara dönerek mağduriyetleri gidermeleri, hukuki ve insani bir zorunluluktur" dendi.
"Olağanüstü hâlin ilanına neden olan ve vatandaşların kitlesel olarak karşı çıkıp direndiği darbe girişiminin bastırılmış olmasına karşın, olağanüstü hâl rejiminin, muhalif sesleri susturmak için bir araç olarak kullanıldığı" savunulan açıklamada şu ifadelere de yer verildi:
"Çalışma, seyahat ve düşüncelerini açıklama hakkı ellerinden alınarak aileleri ile birlikte açlığa terkedilen, her türlü asgari haktan mahrum edilen bu insanlar adeta yaşayan bir ölüye dönüştürülmek istenmektedir. Dünya görüşü ne olursa olsun bireyi cezalandırmanın ötesinde, adeta onu görünmez kılan böylesi çağdışı ve acımasız bir muamelenin kabul edilebilmesi, bu tutuma sessiz kalınabilmesi imkânsızdır. İnsanın kişiliğini iptal eden böyle bir anlayış, demokratik olduğu savını öne süren hiçbir rejimde benimsenemez, kabul göremez."
Türk Ceza Hukuku Derneği'nin açıklaması şöyle:
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında 21 Temmuz 2016 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından ülke genelinde Olağanüstü Hal ilan edilmiştir. OHAL en son 19 Nisan 2017 tarihinden itibaren 90 gün süreyle üçüncü kez uzatılmış bulunmaktadır. Bir başka anlatımla, ülkemiz yaklaşık bir yıldır olağanüstü hal ile yönetilmektedir.
Olağanüstü hal ilanı, Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu'nun 3’üncü Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendinde yazılı “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” gerekçesine dayandırılmıştır.
Anayasanın 121. maddesi, olağanüstü hal süresince çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin ancak “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” çıkarabileceği hükmünü amirdir.
Anayasaya ve Ulusalüstü Sözleşmelere göre; olağanüstü hal rejiminde dahi, “kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne” dokunulamayacağı, kimsenin “din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya” zorlanamayacağı, ve “bunlardan dolayı” suçlanamayacağı, “suç ve cezalar”ın geçmişe yürütülemeyeceği, “suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse”nin suçlu sayılamayacağı açıkça hükme bağlanmıştır.
Yürütme yetkisini icra edenler, Anayasa’da öngörülen bir rejim olarak olağanüstü hal rejiminde de anayasal hükümlere ve ulusalüstü sözleşmelere uygun olarak karar almak ve uygulamada bulunmakla yükümlüdürler. Aksi durum, hukukla bağını koparmış, keyfi ve meşruiyetini yitirmiş bir yönetim anlamına gelmektedir.
Olağanüstü halin ilanına neden olan ve yurttaşlarımızın kitlesel olarak karşı çıkıp direndiği kanlı darbe girişimi bastırılmış olmasına karşın, olağanüstü hal rejiminin, muhalif sesleri susturmak için bir araç olarak kullanılıp her defasında uzatılarak olağanlaştırıldığına, ilan edilen gerekçesine aykırı olarak birçok ilgisiz alanda ve anayasaya aykırı olmasına karşın temel yasalarda dahi kanun hükmünde kararnamelerle düzenlemeler ve değişiklikler yapıldığına, halkın haber alma hakkının vazgeçilmez unsuru olan gazeteciler hakkında açılan temelsiz soruşturma ve gerekçesiz tutuklamalarla temel hak ve özgürlüklerin her geçen gün daha da daraltıldığına üzülerek tanık olmaktayız.
Terör örgütü ile mücadele adı altında on binlerce kamu görevlisinin, bir bölümü hakkında hiçbir soruşturma açılmadan, büyük bir bölümü hakkında ise açılan soruşturmalar sonuçlandırılmadan, görevlerine son verilmiştir. Görevlerine son verilenlerin arasında darbe girişimi ile hiçbir ilişkisi olmadığı halde sırf dünya görüşleri nedeniyle cezalandırılan akademisyen ve aydınlar da bulunmaktadır.
Mesleklerinden edilenler, başka kamu görevinde çalışamadıkları gibi sırf fişlenmiş olmaları sebebiyle özel sektörde de iş bulamamaktadırlar. Pasaportları iptal edilen akademisyenler bilimsel çalışmalarına yurt dışında dahi devam edememekte ve sadece bu genç beyinler değil, onlarla birlikte ülkenin çok değerli birikimi de heba edilerek tüm ülke cezalandırılmış olmaktadır.
Çalışma, seyahat ve düşüncelerini açıklama hakkı ellerinden alınarak aileleri ile birlikte açlığa terkedilen, her türlü asgari haktan mahrum edilen bu insanlar adeta yaşayan bir ölüye dönüştürülmek istenmektedir. Dünya görüşü ne olursa olsun bireyi cezalandırmanın ötesinde, adeta onu görünmez kılan böylesi çağdışı ve acımasız bir muamelenin kabul edilebilmesi, bu tutuma sessiz kalınabilmesi imkânsızdır. İnsanın kişiliğini iptal eden böyle bir anlayış, demokratik olduğu savını öne süren hiçbir rejimde benimsenemez, kabul göremez.
Hukukun tanıdığı asgari güvencelere aykırı bu tutuma her türlü demokratik yolla direnilmesinin bir hak olduğu görüşümüzü kamuoyu ile paylaşmak isteriz. Haksız ve hukuksuz bu tutuma karşı, sadece iş ve haysiyetlerine sahip çıkmak amacıyla demokratik tepkisi gösteren açlık grevindeki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın gün gün ölüme gitmelerine seyirci kalınmamalıdır. Sorumluların hiç vakit kaybetmeden anayasa ve yasalara uygun meşru sınırlara dönerek mağduriyetleri gidermeleri, hukuki ve insani bir zorunluluktur.
Bu itibarla Türk Ceza Hukuku Derneği olarak başta barolar olmak üzere toplumun tüm bileşenleri ile dayanışma kararlılığımızı kamuoyuna saygıyla bildiririz.