Yavuz Baydar
Türkiye’nin yaralı medyası büyük bir hızla uçuruma doğru sürükleniyor. Bu uçurumun dibinde, böyle giderse, özgür ve bağımsız gazeteciliğin cesedine rastlanacak. Basın âleminin en önemli markalarından biri olan Milliyet gazetesinde kıdemli gazeteci Hasan Cemal’in Başbakan Erdoğan ve medya düzenini eleştirdiği için ayrılmaya zorlanması ardından su yüzüne çıkan kriz, geçtiğimiz günlerde genel yayın yönetmeni Derya Sazak’ın istifa etmesi ve köşe yazarı Can Dündar’ın bizzat gazete patron tarafından aranarak kovulması ile daha da derinleşti. Gazetedeki siyasi ‘iç temizliğin’ şimdi diğer yazarlara da uzanmasından korkuluyor. Sabah gazetesinde de benzer korku ortamı hâkim. Bazı muhabirlere kapı gösterildi. En az iki köşe yazarının son günlerde gazete yönetimi ‘emriyle’ sansürlendiği biliniyor. (Bunlardan biri siyasi danışmanlık, diğeri ise hükümetin hedef tahtasına oturttuğu Koç ailesine ait Tüpraş şirketine vergi denetmenlerinin düzenlediği baskınla ilgili eleştirilerdi.)
İktidara yakın Yeni Şafak gazetesinde köşe yazan Murat Menteş de baskılar nedeniyle görevinden ayrıldı.
Mesleğine bağlı gazetecilerin, yaşanan dehşet dalgasının arkasında iktidar güdümlü bir medya mühendisliği projesi olduğundan kuşkusu yok. Derin dalganın Sabah ve Milliyet’i sarsması, ayrı bir anlam da taşıyor: ‘Merkez’de sosyal demokrat ve liberal eğilimleri temsil eden bu iki gazeteden Milliyet 1960 ve 70’lere, Sabah da 1980 ve 90’lara damgasını vurmuş iki köklü basın kurumu. Dolayısıyla bu, mesleğin iki gemisinin tam anlamıyla karaya oturması anlamına geliyor.
2008’in son günü Sabah’taki genel yayın yönetmenliği görevinden istifa eden Ergun Babahan, ‘Özellikle Gezi olayları sonrası bu kararımın ne kadar doğru olduğunu bir daha gördüm’ diyor. ‘Bugün son nefesini vermemek üzere can çekişen bir Sabah var karşımızda. En küçük aykırı sesi susturup bastıran, sürüp atan, Türkiye gerçeğinden uzak bir yazar kadrosu, maaşından başka bir derdi kaygısı olmayan, her türlü mesleki ve etik kaygıdan uzak yazı işleri kadrosuyla hükümetin yayın organına dönüşüverdi Sabah.’
Mesleğe yıllardır mercek tutan deneyimli gazetecilere göre sektördeki kangrenin sebebi, mülkiyet yapılarının medya-iktidar ilişkilerini alabildiğine kirletmesi.
Hürriyet gazetesinin ombudsmanı Faruk Bildirici’ye göre, ‘1980'ler medyanın sahiplik yapısının evrim geçirmesine, bunun da katkısıyla 1990'lar gazetelerin toplum mühendisliğine soyunmasına sahne oldu. O gün evrensel gazetecilik çizgisinde duramayan gazetecilik, misyon gazeteciliği kurma stratejisiyle işbaşına gelen AKP iktidarıyla baş edemezdi; nitekim edemedi. Siyasi iktidar kimi zaman patronlara baskıyla, kimi zaman gazeteciyi hedef gösterip attırarak, kimi zaman da medya organları kurarak ya da ele geçirerek stratejisini "başarıyla" yürüttü.’
Bir dört yıldızlı amiralin, ordunun AKP’ye karşı darbe planlarını anlattığı özel günlüklerini bastığı için sahibi tarafından kapatılan haftalık Nokta dergisinin eski editörü, T24 sitesinin yazarlarindan Alper Görmüş, ‘bozuk medya düzeninin’ nasıl sağlamlaştırıldığını anlatırken şuna dikkat çekiyor: ‘2000 yılı yaz aylarında hükümetin parlamentoya getirdiği Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu'na dair çok sert tartışmalar yaşanmıştı gazeteciler arasında. Kanunun en tartışmalı maddesi, medya patronlarına devlet ihalelerine katılma hakkını veren maddeydi. Başta Doğan grubu olmak üzere, farklı gruplarda çalışan gazeteciler kanunun bu maddesini açıkça desteklediler. Gerekçeleri şöyleydi: Medya patronları böylece iktisaden güçlenecekler ve hükümetten gelebilecek baskılar karşısında daha dirençli olabileceklerdi. Onların karşısında yer alan sınırlı sayıdaki gazeteci ise, tam tersine bunun medya patronlarını hükümetlere bağımlı hale getireceğini savunuyorlardı. Bu gazeteciler ayrıca, Türkiye'de gazetecilerin kendi patronlarına karşı editoryal bağımsızlıklarını savunmadaki eksikliklerine ve zaaflarına işaret ediyor, bunun da patronların hükümetlerin arzularını yerine getirmede ellerini rahatlatacak bir unsur olacağını savunuyorlardı. Geldiğimiz noktada tanıklık ettiğimiz tablo, 2000 yazındaki tartışmada azınlıktaki gazetecilerin ne kadar haklı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor: Medya patronları bütün enerjilerini hükümetle aralarının bozulmaması yönünde kullanıyor, oto sansüre ve yazar susturmalarına başvuruyor.’
‘Ve ne yazık ki, aşağıdan, gazetecilerden gelmesi beklenen, patronları dış baskılar karşısında biraz olsun dirençli olmaya mecbur edecek editoryal bağımsızlık sesleri hâlâ pek cılız çıkıyor.’
‘2002’den beri yazdım, tekrarlayayım’ diyor Babahan. ‘Yağmacı zihniyetin sahipliğindeki medya Türkiye’yi de, medyayı da bir felakete sürüklüyor.’
Gazeteciler arasındaki yaygın görüş, medya sahipleri aracılığıyla yürütülen, mesleğin kolunu kanadını kırma amaçlı ‘mühendislik’ dalgasının, tüm stratejisini 2014 ve 15’teki seçimlerden daha da güçlü çıkma üzerine kurgulayan Başbakan Erdoğan’ın en önemli önceliklerinden biri olduğu. Bildirici’ye göre asıl endişe, ‘seçim süreci yaklaştıkça iktidarın eleştirel, sorgulayıcı, bağımsız gazetecilik üzerindeki boğucu baskısını artırması.’
Sazak’ın istifası, Dündar’ın işten çıkarılması ardından dün yazdığı yazıda, güçlü alarm zilleri çalan Hasan Cemal, şu uyarıda bulunuyor: ‘Medya patronlarının siyasal iktidarlarla gönüllü ya da gönülsüz işbirliği, sadece gazeteciliğin değil, demokrasinin de altını oyar, ifade özgürlüğünü de boşlukta bırakır. Türkiye böyle bir dönemden geçiyor. Medyayla birlikte demokrasi de her geçen gün kuşatılıyor. Bu gerçeği görmemek, bu gerçeği görmezlikten gelmek, bu gerçeğe sessiz kalmak demokrasi adına aymazlıktır, utanmazlıktır.’
Medyayı siyasi iktidar yapısına eklemleme adımları, Sabah ve Milliyet’in ötesine de geçebilir. Bu haliyle bile, yazılı basın ve görsel medyada köklü bir budama gerçekleşmiş durumda. Editoryal bağımsızlığını şu ana kadar koruyabilmiş ulusal gazetelerde - Zaman, Radikal, Cumhuriyet, Taraf ve Dünya – derin bir endişe hâkim. Meslek standartlarına uygun habercilik yapmada sürdürdükleri ısrar, iktidarın gazabının onlara yönelmesine de neden olabilir ve bu olasılık seçimler yaklaştıkça daha da artıyor. Görsel medyada ise gözle görülür bir pısırıklık söz konusu.
Bu durumda meydan hükümet güdümüne alınmış medya ile muhalefetin organik, partizan yayınlarına kalıyor. Halk ise – siyasi ve ekonomik karar vericiler de dâhil – artan çaresizlik duygusu içinde doğru haberi, bağımsız yorumu bulabileceği mecraları arıyor.