Türkan Saylan'ı anarken

Türkan Saylan'ı anarken

T24 - Cumhuriyet gazetesi yazarı Nilgün Cerrahoğlu, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan vefat edişinin 2. yılında köşesinde Saylan'ı anlattı.Cerrahoğlu'nun "Türkan Saylan'ı anarken" başlığı ile yayımlanan bugünkü (19 Mayıs 2011) yazısı şöyle:Dün “Cumhuriyet” in Ankara binasında, okurlar ve ÇYDD üyeleriyle birlikte Türkan Saylan’ı hatırladık...

Saylan’ın anısına düzenlenen toplantı için konuşmamı hazırlarken; Türkan Hoca’nın ölümünün hemen ardından yazmış olduğum aşağıdaki yazıyı, buldum. İki yıl önce yazdığım yazıyı okurken, Türkan Hanım’ı çok yoğun biçimde yeniden yaşadım.

Siz de belki onu benimle birlikte tekrar yaşamak istersiniz diye; aynı yazıyı “Sağnak” ta bir kez daha yayımlıyorum…

“Bana düşen tüm görevleri yerine getirdim, ölüme hazırım!”

Türkan Saylan en son bunu dedi ölmeden önce.

Kaç insan yaşam serüveninin son durağına böylesi bir “iç huzuruyla” erişebilir? Kaç kişi bu kadar dingin, bilinçli ve huzurlu gözlerini kapayabilir?

Ancak “ermişlere” nasip olabilecek bir duygu bu.

Bir de Türkan Saylan gibi “bilge”; “bilge” olmanın yanı sıra yaşamı dolu dolu, doludizgin yaşayanlara…

Hallaç pamuğu gibi atılan evinden burs alan çocukların evrakları dahil, torbalarla belge toparlanıp götürüldüğünde; “Umarım aşk mektuplarımı da almadılar!” diyecek denli yaşamla iç içe ve gerektiğinde “şartların üzerine çıkarak” yaşama çentik atmayı bilenlerdendi Türkan Hanım.

Can derdinde; ağır bir hastalık ve ağır bir tedaviyle cebelleşirken, sabahın bir kör vakti karşısına dikilen bir Kafka kâbusu karşısında bunu da söyleyebilmişti:

“Umarım aşk mektuplarımı da almamışlardır!”

Bu kadar zorlu, dramatik bir anda kaç kişi kendisini toparlayıp, sevenlerini gülümseten bu tatlı espriyi patlatabilir?

Bunu yapabilmek için insanın yaşamın içinden süzülerek geçmesi, mihengi taşlarını bir bir yerli yerine oturtmuş olması, dünya ve kendisiyle alabildiğine barışık olması lazım.

Ölüm karşısında ‘zerafet!’

Türkan Hoca, Hemingway’in “baskı altında zerafet” –“grace under pressure”- sözleriyle tanımladığı, az insanda rastlanan bir haslete sahipti.

“Baskı altında zerafet”, ölümün soluğunu hissettikleri an dahi, zerafeti elden bırakmayan ve “ölümün soğuk teması karşısında” “gururlu ve vakur duruşlarından” taviz vermeyen boğa güreşçileri için söylenmiş bir söz…

“Baskı altında zerafet”, “cesaretten” çok daha fazlasını gerektiren, -boğa güreşçilerinin yaptığı gibi tıpkı- gerektiğinde ölümle iddialaşmaya, şakalaşmaya varan bir tavır ya da duruş…

“Kaçınılmaz ‘son’ karşısında”; kuyruğu dik tutmak, soğukkanlılığı korumakla özdeşleşen bu soğukkanlı tavırla anılan Hemingway’in giderek “yaşam düsturu”, “yaşam ideali”, “alameti farikası” olmuştu bu sözler.

Girizgâhı biraz fazla uzattım ama her gün gördüğümüz bir şey değil.

Türkiye bana kalırsa; Hemingway’in “baskı altında zerafet” sözleriyle anlattığı bu olağanüstü yaşam dersiyle ilk kez Türkan Saylan’la tanıştı.

Bu Ergenekon’un filan çok ötesine giden bir şey…

Türkan Saylan’ı marjinalleştirmeye, karalamaya, köşeye sıkıştırmaya çalışanlar, beklenmedik bir sert taşa çarptıkları için; kati surette hesapta olmayan aksi yönde bir sonuç elde etmiş oldular.

Türkan Saylan eksilmedi hiç, çoğaldı…

Çoğaldıkça da büyüdü.

“Ergenekon arama-taramasının” ardından, Arnavutköy’deki evinin penceresinden sevenlerini selamlayan o güler yüzlü yumuşak çehresi.…

En ödün vermez cümleleri telaffuz ederken dahi asla yükselmeyen o ses tonunu…

Tekerlekli iskemlede… kemoterapiye girerken; “kırmızı bandana” ile “fularını” denkleştiren sevecen koketliği…

Ve nihayet ölüm döşeğinde -palyaço burnuyla!- çekilen son fotoğraflardaki benzersiz yaşam sevincini…

Kim unutabilir?

Hangi Ergenekon savcısı bu görüntüleri belleğimizden silebilir?

Yaşamını vakf ettiği laiklik mücadelesinin fersah fersah ötesinde; Türkan Saylan’ dan “hayata dair” çok şey öğrendik...

Asla kaderci olmamayı, sonuna dek dayanmayı, pes etmemeyi, tevekküle pabuç bırakmamayı, soğukkanlılığı hiç yitirmeden ayakta kalmayı ve çoğalmayı, çoğalırken de “birey” kalmayı öğrendik ondan.

Bu yazıya Hemingway’le başladık, Nâzım Hikmet’le bitirelim:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine,

Bu hasret bizim…”

Türkan Hocamız ışıklar içinde yatsın.