Hasan Cemal (Milliyet - 16 Eylül 2012)
Avrupa’nın gündeminde Türkiye... Hâlâ var mı? Yoksa düştü mü? Türkiye’nin gündeminde Avrupa... Hâlâ var mı? Yoksa düştü mü? Bu sorular önem taşıyor. Her iki taraf açısından öyle. Ben bu konuda ne yazık ki eski heyecanımı yitirdim. Ne olup bittiğini elbette izlemeye çalışıyorum. Avrupa’yla Türkiye’nin birbirleri için taşıdığı önemin de farkındayım. Ama özellikle 2000’li yılların ilk yarısındaki o heyecan dalgası artık esmiyor. Hem Türkiye’de hem Avrupa’da öyle. “Nasıl olsa Avrupa Birliği bizi içine almaz!” görüşü Türkiye kamuoyunda olağanüstü yaygınlaşmış durumda. Bunun Avrupa’yla bizden kaynaklanan ve Paris’e, Berlin’e, Ankara’ya, daha doğrusu Ak Parti’ye kadar uzanan nedenleri var. Ayrıca, Avrupa kendi derdinde. Euro krizi halen AB’yi temellerinden sarsmaya devam ediyor. Kısacası: Türkiye’yi görecek hali yok AB’nin. Şu sorulabilir: İlişkilerde varılmış olan istasyona bakarak, iki taraf da birbirinin üstüne çarpı koyabilir mi? İki taraf da birbirine “Neşen bilir!” veya daha amiyane deyişle “Cehenneme kadar yolu var!” diyebilir mi? Sanmıyorum. Haydi eyvallah, haydi güle güle demek, iki tarafın da çıkarına değildir. Bugün gelinmiş olan noktaya takılıp kalmamız doğru olmaz. İleriye bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Bu yakınlarda okuduğum bir kitap benim bu düşüncemi güçlendirdi diyebilirim. Kitabın adı, Stratejik Vizyon. Alt başlığı da var: Amerika ve Küresel Güç Buhranı. Timaş’tan çıkan kitabın yazarına gelince, Amerikalı siyaset bilimci ve ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski. Dünyada yükselen Çin gerçeğinin Amerika ve Batı tarafından nasıl dengelenebileceğini anlattığı kitabında Brzezinski, Amerika’yı ve Avrupa’yı eleştirirken, Türkiye’nin taşıdığı önemin altını defalarca çiziyor. Örneğin şu satırlar: “Bazı AB üyelerinin -özellikle Almanya ve Fransa- son dönemdeki tereddütlerine rağmen Türkiye’nin AB üyeliği jeopolitik bir realitedir, zira kendine özgü Batı tarzı bir Türk demokrasisi, eğer sadece NATO’ya değil Batı’ya da sağlam bir şekilde bağlanırsa, Avrupa’yı istikrarsız Ortadoğu’dan koruyan bir kalkan haline gelebilir.” (Sayfa 157) Ya da şu satırlar: “Amerika’yla birlikte jeopolitik olarak daha aktif bir Avrupa, uzun vadeli ortak bir hedef olan daha geniş ve daha canlı bir Batı toplumuna ulaşma hedefine kilitlenseydi, Türkiye ve Rusya için de ciddi manada güçlü bir dönüştürücü etki yapabilirdi. Ne var ki bu, uzun vadeli bir vizyonu ve bu vizyonu uygulayabilecek uzun vadeli bir stratejiyi gerektiriyor. Fakat bugünün Avrupa’sı -Amerika’yla birlikte- ikisinden de yoksun.” (Sayfa 156) Türkiye’nin Avrupa’dan kopması ihtimaline işaret eden şu satırlar da ilginç: “Türkiye’nin umut verici modern ve seküler bir devlete doğru artarak devam eden dönüşümü -basın özgürlüğü, eğitim ve insani gelişim gibi bazı sosyal alanlarda devam eden bazı engellere rağmen- vatandaşlarına vatanseverce bir özgüven veriyor ki bu özgüven, eğer Türkiye kendisinin Avrupa tarafından sürekli reddedildiğini hissederse, Batı karşıtı bir eğilime dönüşebilir. (...) Avrupa’dan düşmanlığa dönüşebilecek bir ayrılık (bir kopuş) siyasi bir gerilemeyle birlikte Türkiye’nin modernleşmesini durduracak köktenci bir yenilenmeyi beraberinde getirebilir. En kötü durumda, İran Şahı’nın 1978’de düşmesinin sonuçlarını hatırlatacak şekilde, bu tarz bir ayrılık Atatürk’ün çarpıcı mirasını dahi baltalayabilir.” (Sayfa 166-167) Bir pazar günü sözü uzatmak yersiz. Bir yanda, AB’nin bazı bakımlardan Türkiye’yle ilgili vizyonsuzluğu... Öbür yanda, Türkiye’nin özellikle son yıllarda AB’yi boşlamaya başlayan tavırları... İkisi de yanlış. Bugünün halleri ne olursa olsun, Avrupa’yla Türkiye’nin birbirlerini kendi gündemlerinden düşürmeye kalkışmaları iki tarafın da çıkarına aykırıdır. Doğru olan, Avrupa’nın stratejik miyopluktan kurtulması, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk çıtasını bir an önce yükseltmesidir. İyi pazarlar!