Cengiz Aktar *
Yüzyılın ilk 10 yılındaki Türkiye’yi anımsayın. Bölgenin, dünyanın yükselen yıldızı…
Müstakbel AB üyesi, makroekonomik dengeleri tutturmuş başarılı ekonomik altyapı, ciddî yabancı yatırım sermayesi girişi, patlayan turizm, dünya üzerinde hem resmî hem sivil diplomasi mecralarında görünürlük, Balkanlardan Kafkasya’ya Rusya’dan Afrika’ya ve tabii Ortadoğu’da sözü merak edilen ülke, komşulara uzatılan barış eli, halkta görülmemiş bir özgüven duygusu, geleceği her bakımdan parlak bir outsider…
Başta AB ülkelerinde olmak üzere Batı’da ve dünyanın her yerinde bir merak konusu olan Türkiye… Batı’da “hem Müslüman hem demokrat bir ülke de olabilir miymiş” sorunsalı… Doğu’da “bize benzeyen bir ülke AB ve Batı ile eşit bir ilişki kurabilirmiş demek ki” sorunsalı… Merakla bağlantılı, art arda kurulan Türkiye araştırmaları, kürsüleri, çalışmaları, merkezleri… Sayısız toplantı, konferans, seminer, doktora tezi, kitap, makale…
Yine anımsayalım, bütün bunlar gökten zenbille inmediydi.
1983’te memleketin dışlanmış iki ana unsuru Sünnî Müslümanlar ve Kürdlerin kamusal siyaset alanına farklı mecralarla da olsa avdet etmeleriyle başlayan dönemin meyveleriydi bu olanlar. Bu süreçte birey ve toplum hayatının her yönünü kapsayan ve sistemin ihtiyacı olan ciddî ve dönüştürücü kurumsal reformlar ilk defa 2000’lerin başındaki koalisyon hükümetinin çalışmalarıyla uygulamaya kondu.
“Derviş reformları” olarak literatüre geçen çalışmalar özellikle, 1994, 1999, 2001 krizleri sonucunda külliyen altüst olan makroekonomik dengeleri yeniden sağlamakta işlevsel oldular. Bu sıradan bir düzeltme değildi.
Kurumların, özerklik, şeffaflık ve hesapverebilirlik ilkeleri temelinde düzenleyici işlevlerini yasallaştırarak güvence altına alıyor ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa çağdaş bir yönetim zihniyetinin önünü açıyordu. Çaba, yeniden başlamış bulunan AB üyelik sürecinin ivmesiyle katlanarak büyüdü, ekonominin çok ötesine geçti. Yatay ve dikey denge/denetleme mekanizmalarını geliştirerek sistemi baştan aşağıya dönüştürmeye başladı. Eski Türkiye’den miras kurumlar yerlerinden oynatıldı. Ezberlerin tümü bozuldu.
Birinci AKP hükümeti 2005’e kadar Türkiye köhnemiş mevzuatını çağdaş normlara uyumlandırdı ve yeni mevzuatın büyük bölümünü uygulamaya başladı. O ilke, norm ve standartlar görülmemiş bir idarî, hukukî ve toplumsal dönemin başlamasına önayak oldular.
Yapılan reformlar sayesinde AB ile üyelik müzakerelerine 2005’te başlandı. Ne var ki hemen akabinde reformlar durdu, kazanımlar ileri aşamaya taşınmadılar. Aksine birer birer geri alınmaya başlandılar. 2001’den itibaren doğru istikamette dönüşmeye başlayan temel devlet kurumları Adliye, Askeriye, Hariciye, İlmiye, Maliye ve Mülkiye giderek itibarsızlaştırıldılar, kurumsal hafızaları boşaltıldı ve kurum olmaktan çıktılar.
Anayasa yazım çalışmasının akamete uğratılmasıyla kurumların demokratik dönüşüm olasılığı tamamen rafa kalktı. Buna koşut olarak iktidarın tasarrufları ve görülmemiş çapta yolsuzluk iddiaları sonucunda kurumlar, işlev ve işleyişlerinde iktidar sahibine doğrudan biat eder oldular. İktidarla devlet bütünleşti, konsolidasyona gidildi. Resmî ve hukukî rejim değişikliğinden de önce müstakbel başkan fiilen “devlet oldu”.
Bugün Türkiye sabık dönemin başarılarından, yani “cepten yiyor”. Gittiği yere kadar!
Gittiği yere kadar zira bütün göstergeler kıpkırmızı.
İktisaden ülke, ak ya da kara, taşıma parayla dönüyor. Ne sermaye birikimi, ne doğal kaynağı, ne tasarrufu, ne ileri teknoloji üretimi, ne doğru dürüst bir eğitim sistemi var. Baskın faaliyet, bir nevî ölü yatırım olan inşaat. Ve kitlesel tüketim ama ciddî bir şey üretmeden. Biriken dış politika hataları, içerde kayyumlara emanet mal güvenliği, hızla büyüyen ve faiz kararında olduğu büyütülenmakroekonomik dengesizlikler ile şiddet ortamı artık ekonomiye yatırım, ihracat ve turizm üzerinden bedel ödetiyor.
Siyaseten, ceberut başkanlık sisteminin dışında hiçbir alternatif gözükmüyor. Toplum ya tamamen tepkisiz ya da saadet zincirine tutunmuş gittiği yere kadar diyerek gününü gün etmeye çalışıyor. Kontrolden çıkmış bir asayiş, asla yönetilemeyen bir özyönetim talebi sonucu yerleşen şiddet can güvenliğini bitirmiş durumda.
Hukuk sistemi külliyen çökük, Türkiye artık bir hukuk devleti değil, farklı ve rakip hukukların çarpıştığı bir kabile devleti.
Bir devleti devlet yapan temel kurumların yanında ülkenin kimi zaman cumhuriyet öncesine kadar giden tüm kurumları ya çöktü ya çökme aşamasında. Yerlerine “Yeni Türkiye” nam, nevzuhur, dandik bişi ikame ediliyor şu aralar.
Toplumdaki çürüme ve ahlâkî yozlaşmanın sınırı yok. Yolsuzluk millî yol. Dumanı üstünde bir rapora göre fuhuş %790, uyuşturucu %678, cinsel istismar %434, cinayet %261 artmış. Biat kültürü baskın. Birbirine düşman gözüyle bakan had safhada kutuplaşmış insanlar. Başta kadınlar ve çocuklar, Millî Yerli Sünnî Erkek güruhunun dışında kalan her canlı bu güruhun ölüm tehdidi altında. Radikal İslâmın farklı veçheleriyle düşüp kalkan şaşkın bir insan topluluğu var. MedyaGöbbels özentileri ve cüce Enverlerden geçilmiyor. Şiddetin her türlüsü, evde, sokakta, stadda her yerde gündelik olarak yaşanıyor. Faşizm arzusu kitlesel. Cahil cüretine teslim olunmuş. Beyin göçü olasılık değil, olgu.
Dış siyaseten Türkiye’yi ciddiye alan yok; tüm stratejik ortaklıkları sorgulanıyor. IŞİD’le düşüp kalkan, hata üstüne hata yapan bu ülkeyle daha fazla zarar vermemesi için onu kontrol altında tutmak ve coğrafî konumu itibariyle yarattığı imkânlardan faydalanmak dışında bir teşrik-i mesai yok. Güven erozyonu sadece Batı için değil Doğu ve Arap dünyası için de geçerli. Ufuktaki yegâne olumlu gelişme Kıbrıs’ta kurulması için çalışılan federal devlet KKTC hükümetinin esrarengiz bir biçimde düşürülmesiyle sona erdi.
İstisnasız bütün uluslararası göstergelerde Türkiye nal topluyor. Hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve yolsuzluk, insanî gelişme, doğa koruma, iklim değişikliğiyle mücadele, ahenkli kentleşme, katılımcı demokrasi, basın özgürlüğü, sosyal medya özgürlüğü, eğitim ve okuryazarlık, bilgiyi kullanabilme becerisi, matematik, kitap okuma, insan haklarına saygı, cinsiyet uçurumu, fırsat eşitliği, yaşanabilir ülkeler, gelir eşitsizliği, hepsinde ama hepsinde Türkiye, bütün afra tafraya rağmen sonlarda. Rakam ve sıralama arzu eden için şu bağlantı: https://utkukaynar.com/
İnsan, doğa ve medeniyetle ilgili sıralamaların daima sonlarındayken yolsuzluk, şiddet, silâhlanma ile ilgili sıralamaların daima başlarında Türkiye. Bakmayın siz “dünyanın ilk 20 ekonomisi” lakırdılarına, parayla insanlık olmaz, olsa iktidarın stratejik ortağı, petrol zengini ama boyuna kelle alan Suud adam olurdu.
Buradan bakıldığında daha pek görünmese de içine düşülen durumun bir bedeli var. Türkiye küme düştü, haberi yok. Bugün artık dünyanın taşrası hatta mezrası. Dünyada uyanan Türkiye merakı, anlama araştırma hevesi çoktan bitti. Merak yerini endişe ve alaya bıraktı. “Doğu’dan ve İslâm’dan adam olmaz” diyenler kına yaktı, eski ezberler geri geldi.
Başarı öyküsünden beceriksizlik şampiyonluğuna, değerli ortaklıklardan değersiz yalnızlıklara, çözümlerin parçasından sorunların parçasına dönüşmüş bir diyar burası.
Peki, bu sürdürebilir mi? Tabii sürdürülebilir ama giderek zayıflayarak, daha çok tükenerek, daha çok çürüyerek, paryalaşarak.
Çok yazık oldu.
Bu yazı ilk olarak Haberdar'da yayımlanmıştır