Hiç şüphesiz Türkiye, Gezi Park’ı protestoları ile başlayan, iç siyasetteki kutuplaşma ile devam eden, sonrasında da yolsuzluk soruşturmaları ve bölgesel problemler ile zirveye tırmanan siyasal ve sosyal gündem ile oldukça uzun süredir mücadele etmektedir. Bütün bu yoğun ve hoş olmayan gündeme karşın, nihayetinde Türkiye tarihinde ilk defa halkın oyları ile cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış ve oylamanın ilk turunda da Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Aynı zamanda da dışişleri eski bakanı Ahmet Davutoğlu, hem AK Parti genel başkanı seçilmiş hem de Türkiye’nin 26. Başbakan’ı olarak 62. Türkiye hükümetini kurmuştur. Bu bağlamda Davutoğlu ve hükümeti ortaya koydukları hükümet programında ekonomiye güçlü şekilde vurgu yapmış, diyalog merkezli bir dış politika hedefi ortaya koymuş ve daha demokratik bir düzlemde iç politika yürüteceklerini beyan etmişlerdir. Her ne kadar hem Davutoğlu’nun konuşmaları hem de hükümetin resmi programı bunları içeriyor olsa da, Türkiye şu anda oldukça acil ve aktif bir şekilde demokrasi seviyesini yukarıya çekecek, sürdürülebilir ekonomik gelişmeyi sağlayacak ve hem bölgesel hem de küresel bazda akılcı ve dengeli bir dış politikayı tesis etmek durumundadır. Bu bağlamda da belirtilen bu üç alanda şunları yapması kanımızca elzemdir.
Öncelikle iç politika konusunda yeni hükümet politik müzakerelere dayalı, sağlıklı işleyen bir demokrasinin tesisi için öncü rol oynamalıdır. Bu bağlamda da öncelikle, yeni anayasa yapım sürecini ciddi, sürdürülebilir ve kararlı bir şekilde başlatmalıdır. Yapılacak bu yeni anayasa öncelikle bireysel hak ve özgürlükleri genişletmeli ve güvence altına almalı, daha şeffaf ve adil bir seçim sistemini tesisi etmeli, dahası yargının bağımsız ve tarafsızlığını sağlamalı ve özgür medyanın yeniden var olmasına olanak tanımalıdır. Bu noktada da şunun altını çizmek gerekmekte; yeni anayasa süreci istisnasız bir şekilde muhalefet partilerinin ve sivil toplumun ortak katılımı ile oluşturulmalıdır.
Bunlarla beraber, Davutoğlu hükümeti başta Kürt meselesi olmak üzere, Alevi kimliğinin açıkça tanınması, gayri-Müslimlerin haklarının tesisi edilmesi konusunda da, meselenin taraflarının da söz sahibi olacağı müzakere süreçleri sonucunda yeni politikalar üreterek, Türkiye’nin kronikleşmiş bu sorunlarına çözüm üretmelidir.
Dahası, Türkiye büyük oranda Gezi Parkı protestoları ile daha da yoğunlaşan politik ve sosyal bir kutuplaşma ortamındadır. Birçok neden ile beraber, Türkiye’de yaşanan mevcut bu kutuplaşmanın salt politik alan ile ilgili olduğunu iddia edemeyiz. Kuşkusuz oldukça önemli olan politik nedenler ile beraber, yaşanan kutuplaşmada önceki hükümet üyelerinin sert ve tehditkâr sözleri de oldukça etkili olmuştur. Diğer bir deyişle, siyasette “biz” ile vurgulanan olumlu, “onlar” ile vurgulanan olumsuz dil kullanışı toplumu aşağıdan yukarıya doğru bölmüştür. Bu noktada kanımızca şunu vurgulamak gerekmektedir; yeni hükümet bütün politik aktörleri ve sivil toplumu kapsayacak ve kucaklayacak yeni bir dil geliştirmek durumundadır.
Ahmet Davutoğlu Mayıs 2009’ta Dışişleri Bakanı olduğunda, Türkiye’nin dış politikası halihazırda 'çok boyutlu dış politika' ve 'komşularla sıfır sorun' gibi Davutoğlu ilkelerinin etkisi altındaydı. Başarılı bir teorisyen olarak Davutoğlu, bu ilkelerini uygulamaya koyma şansını da elde etmişti. Türkiye, Davutoğlu'nun vizyonunu gerçekleştirme noktasında çok istekli olsa da, Ortadoğu'da parametrelerin değişmesine neden olan Arap Baharına hazırlıksız yakalandı. Bölgenin özellikle güvenlik durumunun günden güne kötüye gitmesine yol açan Arap Baharı, Türkiye'nin sıfır sorun politikasını da bir kenara kaldırmış oldu. Zira, Türkiye'nin bu dönemde komşu ülkelere karşı izlediği agresif dış politika sıfır sorun politikası ile uyumlu değildi. Türk dış politikasının karar vericileri o dönemde yeteneklerinin, amaçladıklarının çok gerisinde olduğunun farkına varamadılar. Ankara'nın bu dönemde gerçekçi bir yaklaşım göstererek uluslararası toplumla, özellikle de NATO, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ile uyumlu daha kontrollü politikalara ihtiyacı vardı. Bu bağlamda Davutoğlu hükümetinin gelecekte Ortadoğu'da daha pragmatik ve gerçekçi politikalar üretmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye'nin idealist yaklaşımı bu coğrafyada artık geçerli değildir.
Avrupa Birliği eski bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Davutoğlu hükümetinde Dışişleri Bakanı olması, AB ile ilişkilerin onarılması ve üyelik sürecinin devam ettirilmesi açısından Türkiye için önemli bir fırsattır. Bu arada unutulmamalıdır ki iç politika ile alakalı olarak yukarıda belirtilen hususların tamamı AB süreci ile doğrudan ilişkilidir. 2013 Türkiye İlerleme Raporu'nda da belirtildiği üzere AB süreci, Türkiye'nin siyasi ve ekonomik reformları için önemli bir aktör olmuş ve olmaya da devam edecektir. Avrupa Birliği'nin stratejik bir ortağı olarak Türkiye, ilerleme sürecini etkileyen bir husus olduğu her zaman diliminde Şangay İşbirliği Örgütü veya benzeri bir oluşumu Avrupa Birliği'ne gerçekten bir alternatif olabilecekmiş gibi öne sürmemelidir. Bu aynı zamanda Davutoğlu'nun çok boyutlu dış politika söylemleri ile de çelişmektedir.
Dahası, özellikle komşu ülkelerde olmak üzere bölgedeki güvenlik durumunu yerle bir eden IŞİD (Kendi tanımlamalarıyla İslami Devlet) ve benzeri terör örgütlerinin ortaya çıktığı bir ortamda Türkiye, NATO ve batılı müttefikleri ile daha güçlü güvenlik bağları kurmalıdır.
Türkiye'nin barış inşası ve arabuluculuk çalışmaları Güney Asya'yı da dahil edecek şekilde geniş Ortadoğu coğrafyasında devam etmeli ki Türkiye bölgede gerçek anlamda bir "yumuşak güç" haline gelebilsin. Bununla birlikte Türkiye eğer uluslararası arenada etkili bir aktör olmayı hedefliyorsa yumuşak güç kapasitesini sert güçle de desteklemek zorundadır. En önemlisi de Türkiye'nin bölgesel konularda uluslararası güçlerle işbirliği yapması oldukça hayatidir. Aksi takdirde Türkiye'nin kendi başına izleyeceği bir bölgesel siyaset ve alacağı aksiyon kararları bu derece istikrarsız bir bölgede Türkiye'ye çok ciddi zararlar verebilir.
Türkiye ekonomisi 2013 yılını hem gelecek vadeden makroekonomik göstergelere hem de yapısal sorunları tecrübe ederek bitirdi. Birçok Avrupa ülkesi tarafından imrenilerek takip edilen büyüme oranları dünya ülkeleri içerisinde en hızlı büyüyen ekonomileri arasında kalmayı başardı. Diğer taraftan, konsolide olamamış siyasi ve iktisadi kurumların varlığı ve kırılgan kur-faiz politikası, yerli ve yabancı yatırımcıların Türkiye ekonomisinin geleceğini sorgulamalarına da sebebiyet vermekte. Yanı sıra, küresel ve bölgesel ölçekte gerçekleşen bir takım siyasi ve iktisadi gelişmeler Türkiye’nin dışarıya yönelik görüntüsünü olumsuz bir hale getirmekte ve gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı ‘orta gelir tuzağı’ nosyonunu hatırlatmaktadır. Bu noktada ifade edilebilir ki BRIC ülkelerinin halihazırda yaşadıkları ekonomik sorunlar Türkiye için de yeni risk haritaları oluşturmada etkili bir faktör olarak karşımıza çıkmakta.
Türkiye’nin şu an içerisinde bulunduğu sorunları çözebilmesi için öncelikli ve acil olarak bir dönem yakaladığı akılcı iktisat politikası yapım günlerine dönmesi elzemdir. Siyaset yapıcılarımız şu gerçeği unutmamalıdırlar ki sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve gelişme için siyasi istikrar ve hukukun üstünlüğünün garanti altına alınması vazgeçilmez iki unsurdur. Son tahlilde, ekonominin performansı tüketici, girişimci ve yerli/yabancı yatırımcıların psikolojik tutumları ile önemli ölçüde belirlenmektedir. Ekonomideki bu aktörlerin kendilerini güvende hissetmedikleri bir siyasi ortamda önü alınamayacak derecede tahripkar sonuçlar ile karşılaşılabilir. Bütün bunlar neticesinde ifade edilebilir ki Türkiye’nin başarılı bir ekonomiye sahip olabilmesi, makroekonomik istikrarın mikro-ekonomik temel taşları olan tüketici, firmalar, yatırımcılar ve devlet-dışı aktörlerin yapacakları tercihlere bağlıdır. Dolayısıyla Davutoğlu hükümetinin bir önceki dönemdeki siyaseten muhalif olan iş dünyası üyelerine yönelik tehditkar ifadeler içeren siyasal tutumu sürdürmemesi bu anlamda son derece önemlidir.
Ekonomik hedeflerin yakalanabilmesi için 62. Hükümetin üzerine düşen diğer bir görev ise Merkez Bankası’nın bağımsızlığını her türlü siyasi manipülasyondan korumaktan taviz vermemektir. Önceki hükümetin ve mensuplarının özellikle faiz kararları üzerinden Merkez Bankası’na uyguladıkları baskının Davutoğlu hükümeti tarafından devam ettirilmemesi iktisadi güven ve huzur için şarttır. Zira geçmiş dönemlerde gerek Türkiye gerekse de diğer ülke örneklerinde görüldüğü üzere, para politikalarının siyasi iktidar tarafından yönlendirilmeye başlanmasının maliyeti bütün halk tarafından ödenmektedir. Bu noktada, Ali Babacan’ın hükümette kalmasını isabetli bulmakla beraber bu tercihin etkin politikaya dönüşmesinin gerekliliği ise tartışılmayacak kadar net bir gerçekliktir. Son olarak, Merkez Bankası’nın yanı sıra BDDK, SPK ve Sayıştay gibi kurumların da çalışabilir ve etkin araçlar üretebilir pozisyonda kalmalarını sağlamak ekonominin kurumsal temellerini oluşturmada Türkiye’nin vazgeçemeyeceği politika hamleleleri arasında saymak gerekir.