Türkiye otuz yılı aşkın bir süre kronikleşmiş yüksek enflasyon problemiyle yaşadı. Şiddetli enflasyonun bu denli uzun zaman alt edilememesi, onun neredeyse bir kadermiş gibi kabullenilmesine ve yürütülen enflasyonla mücadele politikalarının sonuçsuz kalmasının getirdiği çaresizlik içinde bir canavar olarak algılanmasına yol açtı. Bu canavardan kurtulmak için yurtta ve dünyada 2002 sonrasında meydana gelen gelişmeler önemli bir fırsat ortaya çıkardı. Bu fırsat yeni bir siyasi kadronun iş başına gelmesiyle birleşince enflasyonla mücadelede yeni bir sayfanın açılması mümkün oldu.
Gerçekten Türkiye ekonomisinin 2002 sonrasında yakaladığı ivme enflasyonla mücadele konusunda da gözle görülür bir başarı elde edilmesini sağlamıştır. Enflasyon kamuoyunun alışık olmadığı derecede tek haneli sayılara düşerken, erişilen yüksek büyüme oranlarının enflasyonla mücadeledeki bu başarı ile birlikte gerçekleşmesi bu sonuçları çok daha anlamlı hale getirmiştir.
Ancak tüm bu başarılarla birlikte bu dönemde ortaya çıkan yeni bir sorun ekonomi kamuoyunun gündeminde önemli derecede yer teşkil etmeye başlamıştır. Kamuoyu nezdinde on yılı aşkın bir süre önemini hiç yitirmeyen ve artık günümüzde kronik bir hal almış bu problem cari açık problemidir. Son on yılda düşük enflasyonla birlikte elde edilen yüksek büyüme oranlarının çok yüksek cari açıklarla beraber elde edildiği görülmektedir. Hatta zaman zaman bu cari açıkların gayri safi yurtiçi hasıla oranı çok yüksek seviyelere ulaşırken, kamuoyunun gözünde cari açıklar yeni dönemin yeni canavarı olmaya adaydır.
Bu konuyu biz iktisatçılar için ilginç kılan ise, geçmişte yaşanılan kronik bir enflasyon sorununun günümüzde cari açık gibi bir başka kronik problemle ikame edilmiş olması ve adeta kılık değiştirerek ona dönüşmesidir.Zira her iki problemin de kaynağı temelde aynıdır; yani aşırı büyüme arzusunun neden olduğu kaynak açığıdır.
Cari açık nedir?
Cari açıklar bir ekonomideki kaynak açığının bir göstergesidir. Eğer iktisadi birimler sahip oldukları kaynakların (gelirlerin) ötesinde harcamaya başlarlarsa, ekonomide bu durum kendini cari açık olarak gösterir. Özellikle yüksek düzeylerde büyüme oranlarına ulaşmak için yapılan harcamalar, zaman zaman sahip olunan kaynakların üzerinde bir harcama düzeyini gerekli kılacağından, cari açıklar bir mecburiyet olarak meydan gelir. Türkiye’deki durum da bundan farklı değildir.
Genellikle dış konjonktürün elverişli olduğu hallerde, borçlanma yoluyla kullanılacak yabancı tasarruflar, ülkelerin kısa dönemde maruz kaldıkları cari açıkların finansal kaynaklarını oluştururlar. Bu şekilde borçlanma imkanlarının mevcudiyeti o ülkelerin kaynaklarının ötesinde harcamaya ve böylece yüksek büyüme oranlarına ulaşabilmelerine imkan sağlayacaktır.
Yine konjonktürel olarak dışarıdan borçlanma imkanlarında görülen herhangi bir azalma, bekleneceği gibi ülkelerin daha az kaynak kullanmalarına ve bununla beraber daha düşük oranlarda büyümelerine yol açacaktır. Böyle bir durumla karşılaşmamak için yapılması gereken ise, dışarıdan ihtiyaç duyulan kaynağın yerine ülkenin kendi içinden, öz kaynaklarını kullanarak yeni kaynak yaratmasıdır. Bunun yolu, ya iç tasarrufları ya da ülkenin tasarruflara konu olan gelir potansiyelini arttırabilmektir.
Grafik 1 – Cari Açık - Büyüme İlişkisi(%)(Kaynak: DPT)
Türkiye ekonomisinin 2002 sonrası dönemde karşı karşıya kaldığı kronik cari açıkları, o dönemdeki yüksek büyüme oranlarının yarattığı yüksek oranlı harcama davranışı ve bunun neticesinde oluşan kaynak açığına işaret etmektedir. Ülkenin tasarruflarına temel olan gelir düzeyinin kısa dönemde arttırılamaması ve beraberinde yüksek harcama düzeyi nedeniyle tasarruf oranlarının düşmesi, bu dönemde maruz kaldığımız cari açıkların temel sebebini oluşturmaktadır. Dünya ekonomisinde 2002 sonrasında yaşanan elverişli koşullar ve dünya likiditesinde görülen genişleme Türkiye gibi birçok ülkenin cari açıklarının finansmanı için gerekli kaynakların bulunmasında sıkıntı çekilmemesine neden olmuştur.
Elbette Türkiye ekonomisinin 2002 sonrası büyüme açısından göstermiş olduğu performans bir başarıdır, ama bu boyutta büyüme oranları Türkiye ekonomisi için bir ilk değildir. Grafik 1’de görüldüğü gibi 1983-1989 arasındaki beş yıllık sürede de en az 2002-2009 dönemi kadar yüksek büyüme oranları görülmüştür. Bu son dönemdeki büyüme oranını geçmişten farklı kılan ise, 1980’lerdeki büyümeye göre çok daha yüksek oranda cari açık ile birlikte gerçekleşmiş olmasıdır. Dahası 1990’lı yıllarda yaşanan yüksek büyüme dönemlerinde de cari açıklar bugünlerdeki seviyelerin çok altında bir seyir izlediği görülmektedir. Özellikle geçmişteki negatif büyüme dönemlerinde Türkiye ekonomisinin ya cari dengeyi sağladığı ya da cari fazla verdiği görülürken, 2009 yılında yaşanan daralmanın ilk defa cari açık ile birlikte gerçekleşmiş olması dikkat çekici bir durumdur.
Büyümenin finasmanı, enflasyon ve cari açık
Grafik 1 incelendiğinde, 1983 genel seçimlerinin ardından iktidara gelen ANAP’ın ilk beş yıllık döneminde, elde edilen yüksek büyüme oranlarına günümüze göre daha düşük cari açıklarla ulaşıldığı görülmektedir. İlerleyen yıllarda bu büyüme dalgalı bir seyir izlemiş olsa da, büyüme dönemlerinde karşılaşılan cari açık düzeyi bugünkü düzeylerin çok altında gerçekleşmiştir.
Bu noktada, yüksek büyüme oranlarının daha düşük cari açıkla gerçekleşmiş olmasının arkasındaki sebep(lerin) ne olduğu merak edilebilir. Dahası bugün ulaşılan yüksek büyüme hızlarına, aynı şekilde düşük cari açık vererek ulaşmanın mümkün olup olmadığı sorgulanabilir.
Her iki dönemdeki büyüme politikası yüksek oranda kaynağa ihtiyaç göstermiş ve neticesinde kaynak açığına sebep olmuştur. Zira ülkenin düşük tasarruf oranı ile gelir düzeyi bu boyutlardaki bir büyümeyi destekleyecek seviyelerde değildir. Ortaya çıkan kaynak açığının nasıl finanse edileceği ise, her dönemde olduğu gibi bu dönemin de temel sorunlarından biridir. 1990 öncesi Türkiye ekonomisinin kurumsal yapısının niteliği böyle bir kaynak açığının finansmanı için çok fazla alternatif sunmamaktadır. Özellikle mali kesimde dış kaynak kullanımı için gerekli kurumsal yapı daha o yıllarda mevcut değildir.
ANAP hükümetinin 1989 yılında çıkarttığı 32 numaralı kararnameye kadar, mali kesim dışarıya tam olarak açık değildi ve dışarıdan boçlanma/borç verme büyük ölçüde resmi kurumların iznine bağlıydı. Bu sebeple ihtiyaç duyulan mali kaynaklar, piyasa üzerinden sermaye akımlarıyla serbestçe karşılanamamaktaydı.32 numaralı kararname ile mali piyasaların tam manasıyla dışarıyla bütünleşmesini sağlayan kurumsal çerçevenin oluşturulması amaçlanmıştır. Böyle bir kurumsal yapının olmadığı bir ülkede, kaynak açıklarının finansmanın kendi öz kaynaklarından sağlanmasından başka bir yol yoktur.
Yüksek büyüme sebebiyle maruz kalınan kaynak açıkları ve yurtiçi tasarrufların düşük olması, o günlerdeki hükümete enflasyon yoluyla kaynak yaratmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Tasarruflarını ve gelirlerini yeterli ölçüde arttıramayan, dışarıdan gerekli mali kaynak temin edemeyen ancak büyümeyi arzulayan her ülkede olduğu gibi, Türkiye ekonomisinde de enflasyon bir kaynak yaratma seçeneği olarak kullanılmıştır. Sonuç olarak 1980’lerin başında yakalanan yüksek büyüme dönemi ülkede enflasyonist bir süreci de tetiklemiştir.
AKP ile birlikte 2002 sonrası başlayan süreçte benimsenen makroiktisadi politikaların vazgeçilmez bir unsuru enflasyon hedeflemesidir ve bu hedef sebebiylehükümetin enflasyonist bir finansman yoluna başvurma imkanı yoktur. Zaten aynı dönemde dünya mali piyasalarında ortaya çıkan elverişli konjonktür ve Türkiye ekonomisinin değişen kurumsal yapısınınsermaye hareketlerine elvermesi, yüksek büyümenin neden olduğu kaynak açıklarının dış tasarruflarla finanse edilmesini mümkün kılmaktadır.
Dünya ekonomisinde uzun bir süre devam eden elverişli koşullar AKP hükümetlerinin bir yandan mali kaynak yaratabilmek için enflasyona başvurma zorunluluğunu azaltmış, diğer yandan yüksek büyüme oranlarının neden olduğu yüksek cari açıklarınıda sürdürebilme imkanı vermiştir. Oysa benzer düzeylerdeki büyüme oranları 1980’lerin farklı kurumsal yapıya sahip Türkiye ekonomisinde, farklı bir dünya konjonktürünün de etkisiyle ancak enflasyonist yollarla finanse edilebilmiştir. Bu itibarla dünya ekonomisinde 2000’li yıllarda görülen likidite bolluğu, sadece bu dönemdeki cari açıkların kolayca finanse edilmesine değil, aynı zamanda enflasyonun da düşürülmesine çok önemli katkı yapmıştır.
Ancak aynı dönemde yurtiçi tasarruf oranlarında azalma yaşanırken, ülkenin potansiyel gelir yaratma kabiliyetinde kayda değer bir iyileşme gerçekleşmemiştir. Ülke ekonomisi, sanki bu dış kaynakların bir sınırı yokmuş ve bir daha özkaynaklara başvurmak zorunda kalınmayacakmış gibi, yurtdışından gelecek sermayeye ve borçlanmaya bağımlı bir hale gelmiştir.
Enflasyon yoksa cari açık var
Türkiye ekonomisindeki yüksek büyüme arzusunun önündeki en önemli kısıt finansman kısıtı olmuştur. Gerek geçmişte gerekse günümüzde bu kısıt üretimi referans almayan birtakım politikalara başvurularak aşılmaya çalışılmış ve tercih edilen politikaların niteliğine bağlı olarak birtakım ekonomik problemlerin ortaya çıkmasının önüne geçilememiştir. Enflayon da cari açıklar da, aslında kaynaklarının ötesinde harcama yapmak ve büyümek isteyen bir ekonomide maruz kalınan kaynak açıklarını kapatabilmenin bir yolu olarak kullanılmıştır. Dış konjonktürün ve ülkenin kurumsal yapısının elvermediği hallerde enflasyon, bu kaynak açıklarının kapatılması için kullanılmış olan bir finansman yoludur.
Geçmişte daha çok enflasyonla finanse edilmeye çalışılan büyüme, ülkenin daha az cari açık vermesine imkan sağlamıştır. Oysa günümüzün elverişli dünya konjonktürüve Türkiye ekonomisinin mevcut kurumsal yapısı benzer büyüme oranlarını enflasyona başvurmadan, daha çok dışarıdan kaynak ithal ederek finanse edilmesini sağlamıştır. Bir bakıma 2002 sonrası enflasyonda elde edilen başarının arkasında, büyümeye enflasyon yoluyla kaynak yaratma ihtiyacının azalmasının bulunduğu bile düşünülebilir.
Ancak bu dönemde enflasyon düşerken, ekonominin kaynak ihtiyacında herhangi bir azalma meydana gelmediği gibi, üretim ve harcama yapısında da kayda değer bir iyileşme gerçekleşmemiştir. Neticede Türkiye ekonomisinin maruz kaldığı devasa boyutlardaki kaynak açığı doğrudan doğruya ekonominin cari açığına yansımıştır. Dış kaynak elde edebilme imkanları devam ettiği ölçüde dışarıdan kolayca borçlanarak ekonominin kaynak açıkları kapatılmıştır. İddialı ekonomik büyüme oranlarının neden olduğu kaynak açığının enflasyon gibi yollara başvurarak finanse edilmesine gereksinim azalmıştır.
Dış kaynak akımı devam ettiği müddetçe Türkiye ekonomisinin cari açık verebilme kabiliyetinin de devam edeceği beklenebilir. Dahası bu dış kaynakların mevcudiyeti cari açıklarla birlikte ekonomide tek haneli enflasyon hedeflerinin korunmasına da katkı sağlayabilir. Ancak dünya konjonktürünün tersine dönmesi halinde, mevcut haliyle Türkiye ekonomisini bekleyen tehlikelerin de farkında olunması gerekmektedir. Ekonominin cari açık verebilme kabiliyetinin azalması durumunda ya kaynak açığı yaratan yüksek büyüme arzusu uygulanabilir bir amaç olmaktan çıkacak ya da bu amaç korunacaksa, daha yüksek enflasyon oranlarına rıza gösterilecektir. Önümüzdeki dönemin siyasi konjonktürü ve artması beklenen siyasi mücadele iktidar partisinin uzun süre büyüme oranlarını düşük tutabilmesine imkan vermeyeceği için, ilerleyen günlerde böyle bir durumla karşılaşacak olan kamuoyunun enflasyonla ilgili tartışmalara daha çok muhatap olması beklenebilir.
* İTÜ İşletme Fakültesi. [email protected]; http://onerguncavdi.net; @onerguncavdi.