Garip Turunç*
Avrupa'da yaşayıp Türkiyeli aydın olmak sıkıntılıdır. Gençliğinizde size bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceği söylenir; siz itiraz edersiniz, artık Türkiye'de de her şeyin daha farklı olduğunu, dünyanın aynı dünya olmadığını, bu sefer yaşananların eskisinden çok farklı olduğunu söylersiniz.
Derken zaman geçer ve kendinizi aynı şeyleri bir sonraki nesle söylerken bulursunuz. Mayıs ayına kadar Türkiye bu dünyanın normal bir ülkesiydi. Birçok alanda daha başarılı bir yol izliyordu. “Terör örgütü”, “teröristbaşı” vb. klişelerden örülü bir dille konuşmaya alışmışken, “barış süreci” adıyla tanınan yeni bir “yol-yordam”ın önünün açılması, Türkiye için önemli bir fırsatın doğabileceğini gösteriyordu. Ama “toplumsal dönüşüm” galiba tahminlerimizin ötesinde güç bir olgu. “Yeni Türkiye” derken kendimizi “en eski” Türkiye'nin ortasında bulduk mayıstan hazirana geçerken.
Evet, Türkiye'nin son 10 yılında çok şey değişti, bu “son 10 yıla” gelinceye değin dünyada da çok şey değişti. Türkiye bu “değişen dünya” durumunun ister istemez bir parçası idi. Daha da önemlisi, kendi süreci içinde bu değişimi ziyadesiyle ertelemiş, geciktirmişti. 2002 yılına gelindiğinde köhnemiş resmî ideoloji zihniyeti ile, “Milli Güvenlik Kurulu” devleti ile, Soğuk Savaş dönemlerinden kalma “tehdit ve tehlike” konseptleri ile bir arpa boyu daha ileri gitmesi, “değişen dünya” durumu ile uyumlu olması mümkün değildi. AKP, böylesi bir tarihî momentte iktidar oldu. Çünkü “yeni” bir seçenek idi, “yenilikçi” idi ve Tayyip Erdoğan gerçekten de büyük bir başarı kazandı. Bunları yıllardır yazıyoruz, anlatıyoruz. Başta askerî vesayet, yapılan yasal ve anayasal düzenlemeler, Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla ciddi darbeler aldı. Türkiye'nin elini kolunu bağlayan, toplumun “mütedeyyin” dediğimiz kesimini sürekli bir aşağılanma psikozu içinde yaşatan resmî ve gayri resmî kuralları yıktı, toplumunun geçmişini de geleceğe bağlayan büyük dönüşümleri gerçekleştirdi. Bu çerçevede, geçen ay Gezi'de başkaldıran gençlerin bu özgürlükçü tavırlarında 2002'den beri yaşadığımız ortamın etkisi, payı olduğunu da kimse inkâr edemez.
Fakat ne yazık ki, bazı insanlar için başarı mağlubiyetten bile ağır bir yüktür; başardıkları zaferler onları yormaya başlar. Türkiye tarihinin gördüğü en büyük tarihi şahsiyetlerden biriyken birdenbire bir aylık Gezi olaylarında insanların kutuplaştırılmasına, sosyal hayatta var olan diri fay hatlarının gerilmesine, ekonominin zorlanmasına, siyaset alanının daralmasına yol açtı. Türkiye'nin dünya medyasında çöken bir ekonomi, sallantıda bir demokrasi imajıyla takdim edilmesine neden oldu. Ve Türkiye, bu “son 10 yılda” bizzat onun başarıları ile kazandığı prestiji bir ay içinde büyük ölçüde yitirdi. Bu süreçte ülkenin gençleri, solcuları, dindarları, Kürtleri, Alevîleri büyük acılardan geçti. Birçok ana babanın yüreğine ‘evlat acısı' denilen ateş düştü. Hepimiz yaralandık bu gerilimli dönemden.
Gezi'nin gölgesinde geçen günler yavaş yavaş biterken, yasalar çerçevesinde doğru veya yanlış, haklı veya haksız oldukları bir yana, Ergenekon davası kararları geldi ve toplumu daha da kutuplaştırdı. Çekilen zulüm solcuları solculara, Kürtleri Kürtlere, Alevîleri Alevîlere, dindarları dindarlara, Kemalistleri Kemalistlere, siyasetçileri siyasetçilere kenetlemiş, neredeyse herkes cemaatleşmiş, herkes öteki, herkes mağdur. Ulusal bayram kutlaması yapmalarına dahi izin verilmediğini düşünen Kemalistler, başörtülü kadınların kamusal alanda ciddi engellemelerle karşılaştığına işaret eden mütedeyyin kitleler, henüz silik ve flu bir fotoğrafı yansıtan “Anti-kapitalist Müslümanlar”, kimlikleri nedeniyle bâtıl itikat sahibi sapkınlar olarak marjinalleştirdiklerini savunan Alevîler, aşağı kültüre sahip, şiddeti içselleştirmiş bir etnik grup olarak yaftalanmalarından şikâyet eden Kürtler, olağan sabıkalılar olarak sunulan “solcu”lar, düne kadar devlet baba edebiyatıyla gününü gün edenler, bugün “derin devlet”in cezalandırılması olarak algılayanlar kendilerini “ötekileştirmekte”dirler. Toplumun neredeyse tamamının ötekileştirdiği ve mağduriyet üzerinden kavramsallaştırdığı bu yapı, tabii ki, “keyfe bağlı”, son olaylarda oluşmuş bir şey değil; tarihî bir yapılanmanın sonucudur.
Erken Cumhuriyet, Osmanlı'dan miras aldığı “ötekileştirme” geleneğine sadık kalmıştır. Batı ile geliştirilen aşk-nefret ilişkisi çerçevesinde bir yandan onun gibi olmak için elden gelen tüm gayret gösterilirken öte yandan ötekileştirme karşılıklı bir biçimde sürdürülmüştür. Bunun yanı sıra hegemonik yapı yeni ideoloji; dindarlar, sol düşünce sahipleri, Alevîler, tek tipleştirme siyasetlerinin engeli olarak görülen kimliklere sahip gayrimüslimler ve farklılıklarını muhafaza etmeye çalışan toplulukları ötekileştirmiştir. Bu ötekileştirme, imparatorluk geleneğinden farklı olarak bir “öteki”ler arası hiyerarşi yaratmamış; ama toplumun oldukça geniş bir kesimi ile hegemonik bir ilişki kurulmasını meşrulaştırmıştır. Söz konusu topluluklar marjinalleştirilmiş, “ideal toplum”a uyumsuzlukları vurgulanarak iç tehdit unsurları olarak kavramsallaştırılmışlardır. Yakın bir zamana kadar da, “Milli Güvenlik Kurulu” devleti, bu alanda önemli çalışmalar yapmıştır.
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan 12 Eylül darbe davası için Genelkurmay Başkanlığı tarafından gönderilen “Türkiye'ye Yönelik İç Tehdit” isimli raporda, Aleviler ve sol gruplar iç tehdit olarak değerlendiriliyor. Raporun eklerinde vatandaşların “Türk–Alevi”, “Türk-Sünni”, “Kürt–Sünni”, “Kürt–Alevi” şeklinde kategorilere ayrılarak, hangi ilde ne kadar Alevi ve Sünni yaşadığına dair sayılar veriliyor. 12 Eylül darbesinden üç ay önce “çok gizli” ibaresiyle hazırlanan raporda, “Belirli bölgelerde tahrik edilerek ülke çapında olaylara sebep olunan Alevi Bektaşilerin Türk töreleriyle Sünni prensiplerinin karışımından ibaret bir vicdani inanç içinde bulundukları birçok araştırma ile ortaya çıkmıştır. Mezhep ayrımcılığı hâlihazırda Yozgat, Tokat, Amasya üçgeni ile Hatay'da hassas durumdadır. Bugünkü görünümü ile mezhep ayrımcılığı Aleviler ve Sünniler arasında çatışmadan ziyade solun Aleviler içinde, sağın Sünniler içinde güçlü olmasından ileri geldiği bildirilmektedir.” deniliyor. İttihatçı Cumhuriyet sadece Kürtleri, sadece doğulu Alevileri ötekileştirip bir iç tehdit unsurları olarak kabul etmedi; Güney Marmara, Ege ve Akdeniz'in Alevilerine de çok zulüm çektirdi. Artık zalimlere söyleyecek sözümüz yok. Onlar zaten tarihin sahnesinden çekiliyor. Şimdi sanırım mağdurların mağdurlara, mazlumların mazlumlara hitap etmesi gereken safhadayız. Mağdurlar mağdurlarla, mazlumlar mazlumlarla konuşmalı artık. Gezi için meydana çıkan ve kendilerini mağdur/mazlum hissedenlerin bir bölümü ‘Tek Yol Devrim' diyor ve buna inanıyordu. İktidar çevresi için de ‘Tek Yol Demokrasi' diyebiliriz. Çözüm içine kapanmada, Batı'ya karşı çıkmada, komplo teorileri yaratıp savunmaya çekilmede değil, daha fazla demokratikleşmede, dünyayla daha fazla zihinsel ve siyasal entegrasyonda. “Zamanın ruhu“ bunu gerektiriyor. Bundan başka sis bulutlarını dağıtacak sihirli bir formül görünmüyor. Yeni alışkanlıklar kazanma vakti geldi, duruyor önümüzde. Demokrat olmak Kürt olmaktan, Alevî olmaktan, dindar olmaktan, solcu olmaktan daha önemli hale gelmezse, kendi kimliğimize demokratlığı eklemezsek birbirimize zulmedeceğiz. Zalimler ortadan kalkacak ama zulüm sürecek. Mazlumların/mağdurların artık yalnızca kendi cemaatleri, kavimleri, yoldaşları için değil başka mazlumlar/mağdurlar için de demokrasi istemeleri gereken günlerdeyiz.
Ülkemizin gittiği istikamette artık başka ihtimaller olmadığı gibi kaybedecek zamanı da yoktur. Bir tek çıkış üzerinden dayatıyor kendini tercih: Ortak bir tasavvur içerisinde yeni, demokratik ortak paydalar yaratılarak kimsenin ötekileştirilmediği, kendi kendisini de ötekileştirmeye gerek duymayacağı, iktidarın hegemonik karakter taşımadığı, insan haklarını önde tutan, özgürlükçü, kapsayıcı bir eşitlikçi toplumun yaratılmasıdır. Bu sadece herkesin kendisi olarak katılabileceği ve aidiyet duyacağı bir tasavvur yaratmakla kalmayacak, toplumun büyük bir bölümünün mağduriyet üzerinden siyaset üretmesine ve çatışmaların yaşanmasına da engel olacaktır. Hedef beyazlaşarak yeni zenciler yaratmak değil, beyaz-zenci ayırımının olmadığı bir toplumun hayata geçirilmesidir. Toplumun bu ideal haline dönüştürebilme zorlukları bizi caydırmamalıdır. Aylardır tartışılan “demokratikleşme paketi” ve siyasi partilerin ortak akıl geliştirerek oluşturabilecek yeni bir anayasa ile bu ideale yaklaşabildiğimiz ölçüde bir mazlumlar/mağdurlar bütününden eşit vatandaşlar toplumuna evrileceğimiz de unutulmamalıdır.
____________________________________
*Prof., Bordeaux IV Üniversitesi Öğretim Üyesi
** Zaman gazetesinden alınmıştır